28 Aralık 2015 Pazartesi

Kitap Yorumu: Kendime Düşünceler - Marcus Aurelius Antoninus


marcus aurelius antoninus




M.S. 121'de Roma'da doğan Marcus Aurelius M.S. 161'de Roma imparatoru oldu.Tarihte az rastlanılır olan İmparator - Filozof Marcus Aurelius, stoacı düşünceden etkilendiği 12 kitaptan oluşan eseri Kendime Düşünceler'i, 170 - 180 yılları arasında askeri harekatlar sırasında yunanca olarak kağıda döker. Kitabı basmak amacıyla değil, kendine notlar olarak yazmıştır.  
Stoacılar için insanın temel amacı mutluluktur. Mutluluğa ulaşmak içinse doğaya uygun yaşamak gerekir.
Marcus Aurelius Kendime Düşünceler'i stoacı felsefinin süzgecinden geçirerek notlarını düşüyor. Bir insanın her sabah uyanıp aynaya bakarak kendisiyle yüzleşmesi gibi kendisiyle yüzleşiyor Marcus ve vicdanını sorguluyor.
Kendime Düşünceler; 1. kitap Marcus'un hayatına anlam katan herkese ve her şeye teşekkürle başlıyor ve 12. kitap sonuna kadar kendine öğütler ve düşünceleri ile devam ediyor.
Kendime Düşünceler; yaşam kılavuzu niteliğinde bir kitap. Bir başucu kitabı.

12 Kitaptan oluşan Kendime Düşünceler'den alıntılar:
  • Dostlarına özen göstermeyi, onları sıkmamayı, ne de onlara düşkünlük göstermeyi; her durumda kendi kendine yetmeyi ve dinginliği. İleriye bakmayı, her şeyi, en önemli ayrıntıları bile düzenlemeyi, ama bunun gösterişsizce yapmayı... Her şeyde ölçülü ve kararlı olmayı, yeniliklere karşı kabaca davranmamayı ne de bunlar için yanıp tutuşmayı.
  • Başkalarının ruhunda olup bitenlerin ayrımına varamadığı için mutsuz olan bir insana rastlamak zordur; ama kendi ruhunun devinimlerinin ayırımına varmayan bir insanın mutsuz olması kaçınılmazdır.
  • Hiçbir zaman istemine karşı, bencilce, düşüncesizce ya da gönülsüzce davranma; birbirine karşıt nedenler sürüklemesin seni; düşünceni allayıp pullayarak güzelleştirmeye çalışma. Fazla konuşmaktan, gereğinden fazla işe karışmaktan kaçın... İçin huzur dolu olsun, başkalarının sağlayabileceği yardıma ya da dinginliğe gereksinimin olmasın. Kısaca dimdik durmalısın, başkaları ayakta tutmamalı seni.
  • Şeyleri, fikrini zorla kabul ettirmek isteyen kimsenin yargıladığı ya da senin onları yargılamanı istediği gibi değil, gerçekte olduğu  gibi gör.
  • Her zaman mutlu yaşayabilirsin, çünkü doğru yolu izlemek, ona göre düşünmek ve davranmak senin elindedir. Şu iki ilke Tanrı'nın ve insanların ve her ussal yaratığın ruhlarının ortak niteliğidir; başkalarının seni engellemesine izin verme, kendi iyiliğini doğruyu istemekte ve doğru davranmakta ara ve arzularını buna göre sınırlandır.
  • Bir şeyi başarmak sana zor geliyorsa, bunun insan yeteneğini aşan bir şey olduğunu düşünme hemen; tersine, bir şey olanaklı ve insanın yapabileceği bir şeyse, senin de onu başarabileceğini düşün.
  • Olmayan şeyleri varmışlar gibi düşünme, var olan şeyler arasından en hoşuna gidenleri seç, eğer olmasalardı, onları nasıl isteyeceğini düşün. Ama sahip olmaktan mutluluk duyduğun şeyleri aşırı değerlendimemeye alıştır kendini; yoksa onları bir gün yitirirsen sarsılırsın.
  • Kendi kendime acı vermek yaraşmaz bana, çünkü başkasına hiçbir zaman isteyerek acı vermedim.
  • Utanmazın biri seni incitirse, hemen şunu sor kendine: ''Dünyada utanmazların bulunmaması olanaklı mıdır?'' Olanaksızdır. Öyleyse olanaksız olanı isteme; çünkü bu insan da dünyada var olması kaçınılmaz olan utanmazlardan biridir. Bu düşünceyi, bir hırsızla, bir hamle, ya da başka bir kötü insanla karşılaştığında da aklında tut, çünkü bu tür insanların var olmalarının olanaksızlığını anımsar anımsamaz,  onlara daha kolay katlanırsın.
  • Birinin yaptığı her eylemde, kendi kendine: ''Bu adam bu eylemiyle neyi amaçlıyor?'' diye sormaya alıştır kendini, olabildiğince. Ama kendinden başla; önce kendini incele.
  • Birisi beni küçümseyecek mi? Varsın küçümsesin. Ama ben kendi adıma kimsenin küçümsenecek bir şey yaptığımı ya da söylediğimi görmemesi için özen gösteririm. Birisi benden nefret mi edecek? Varsın etsin. Ama ben herkese karşı iyiliksever ve iyi niyetli olmayı sürdüreceğim, özellikle de  o kişiye hatasını göstermeye hazır olacağım; ama onu kınayarak ya da sabrımla ona gösteriş yapmaksızın, içtenlikli ve sevecen bir biçimde yapacağım buınu, tıpkı ünlü Phocion gibi; eğer olduğundan başka türlü görünmüyorsa. Çünkü insan, tanrılara hiçbir şeye öfkelnmeye ya da yakınmaya eğilimli olmayan birisi gibi görünmek için yüreğinin derinliklerinde böyle olmalıdır. Çünkü şu anda doğana uygun olanı yapıyorsan, evrensel doğa için uygun olanı şu ya da bu yolla ortak yararını gerçekleştirilmesi için çaba harcayan bir insan gibi hoşnutlukla karşılıyorsan, başına ne kötülük gelebilir?
  • Her şey senin düşüncene bağlı; düşüncen de sana. Bunun için, istediğin zaman düşünceni ortadan kaldır, burnu döner dönmez, dingin bir denizde, tek bir dalganın bile olmadığı bir koyda bulursun kendini.     
Kitap: Kendime Düşünceler
Yazar: Marcus Aurelius Antoninus
Çeviri: Ceyda Eskin
Sayfa: 142
Oda Yayınları


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone
   

27 Aralık 2015 Pazar

Kitap Yorumu: Hayvanlardan Tanrılara Sapiens


yuval noah harari


Kitabın yazarı 1976 doğumlu Yuval Noah Harari Oxford Üniversite'sinde tarih doktorasını tamamlamış. Şimdilerde Kudüs Üniversitesin'de Tarih Bölümü'nde dünya tarihi dersleri veriyor. Kitabı, ''Hayvanlardan Tanrılara Sapiens''i dört ana başlıkta ele almış: ''Bilişsel Devrim'', ''Tarım Devrimi'', ''İnsanoğlunun Birleşmesi'', ''Bilimsel Devrim''.
Son zamanlarda okuduğum en etkileyici kitaplardan biri '' Hayvanlardan Tanrılara Sapiens''. 2,5 milyar yıl önce Doğu Afrika'da insanlığın doğumuyla başlayan ve günümüze gelen Homo Sapiens'in gelişimini yalın, anlaşılır bir dille anlatmakta Harari.

Kitapta anlatılan bir çok konu günümüzden veya tarihten örneklerle detaylandırılıyor, bu da anlatılan konuyu akılda kalıcı kılıyor. Kitapta Türkiye'den ve Osmanlı tarihinden bir çok örnekle karşılaşıyor ve şaşırıyorsunuz. Tabii benim gibi kitabın başında yer alan minik yazılarla not düşülmüş yayıncının notunu gözden kaçırdıysanız. Yazar Harari, orjinal metinde yer almayan ancak kitabın yayınlanacağı her ülkeye özel değişiklikler yapmış. Gerçekten etkileyici ve güzel bir düşünce.
Harari; Homo Sapiens'in hoşgörüsüz bir canlı olduğunu, bilim iklimle bağdaştırsa da Homo Sapiens'in ayak bastığı her yerde canlı türlerinin çoğunluğunu yok ettiğini savunuyor.
İnsanların dedikodu becerilerinin, insanlığın ilerlemesinde çok büyük payı olduğunu iddia ediyor. Bunu da insanların dedikodu sayesinde kime güvenebileceğine dair bilgi, küçük grupların daha büyük gruplara dönüşmesine, dolayısıyla Homo Sapiens'in daha sıkı ve karmaşık işbirliği yöntemleri geliştirmesine yol açmasıyla açıklıyor.
Tarım Devrimi'ni neredeyse insanlık tarihinin talihsizliği olarak görüyor ve avcı - toplayıcı iken Homo Sapiens'in beslenmesinin daha çeşitli olduğunu, doğanın sırlarını daha iyi bildiklerini, Tarım Devrimi'nin insanlığın elindeki gıda miktarını arttırdığını ancak daha iyi beslenme yaratmadığını ve bununla birlikte nüfus patlamasına yol açarak şımarık seçkinler yarattığını ortaya koyuyor.
Paranın, mitlerin insan üzerindeki büyük etkisini, imparatorlukları, dini, mutluluğu, emparyalizmi, kapitalizmi, teknolojiyi mercek altına alıyor ve insalığın geleceği için ürkütücü senaryoları dile getiriyor.
Kitap, bir çok şeye farklı bir bakış açısı kazandırıyor.
Harari, kitabının son sözünde okurun tam kalbine nişan alıyor. ''Tanrıya Dönüşen Hayvan''.




SONSÖZ
TANRIYA DÖNÜŞEN HAYVAN

 70 bin yıl önce, Homo Sapiens hala Afrika'nın bir köşesinde kendi işiyle meşgul olan önemsiz bir hayvandı. İlerleyen bin yıllarda kendisini tüm gezegenin efendisi ve ekosistemin baş belasına çevirecek dönüşümü gerçekleştirdi. Bugün ise bir Tanrı haline gelmenin, sadece ebedi gençliğin değil, yaratmak ve yok etmek gibi ilahi beceileri de ele geçirmenin arifesinde.
Maalesef dünyadaki Sapiens rejimi şu ana kadar gurur duyabileceğimiz çok fazla şey üretmedi. Etrafımızı şekillendirdik, gıda üretimini arttırdık, şehirler yaptık, imparatorluklar kurduk, çok uzak ve geniş ticaret ağları oluşturduk, ama dünyadaki acıyı azalttık mı? Tekrar vurgulamakta fayda var, insan gücündeki büyük artış birey olarak Sapiens'in durumunu daha iyi hale getirmedi ve genellikle diğer hayvanlara çok büyük acılar çektirdi.
Geçtiğimiz on yıllarda nihayet insanların durumuyla ilgili bazı somut gelişmeler sağlayabildik ve kıtlığı, salgınları ve savaşı azaltabildik. Öte yandan, diğer hayvanların durumu her zamankinden de hızlı kötüleşiyor ve insanların durumundaki düzelme de hem çok yeni, hem de kesinlikle emin olmak için henüz çok erken.
Dahası, insanların yapabildikleri olağanüstü şeylere rağmen hedeflerimiz konusunda  değiliz ve her  zamanki kadar memnuniyetsiziz. Kano ve kadırgalardan buharlı gemilere ve uzay mekiklerine vardık ama kimse nereye gittiğimizi bilmiyor. Her zamankinden daha güçlüyüz ama bunca güçle ne yapacağımızı bilmiyoruz. Daha da kötüsü, insanlar her zamankinden daha sorumsuz gibiler. Uymamız gereken yegane yasalar fizik yasaları ve kendi kendini yaratmış küçük tanrılar olarak kimseye hesap vermiyoruz. Diğer hayvanları ve etrafımızdaki ekosistemi sürekli mahvediyoruz ve bunun karşılığında sadece kendi konforumuzu ve eğlencemizi düşünüyoruz, üstelik tatmin de olmuyoruz.
Ne istediğini bilmeyen, tatminsiz ve sorumsuz tanrılardan daha tehlikeli bir şey olabilir mi?


Kitap: Hayvanlardan Tanrılara Sapiens
Yazar:Yuval Noah Harari
Çeviri: Ertuğrul Genç
Sayfa: 411
Kolektif Kitap

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

21 Aralık 2015 Pazartesi

Dünya Yuvarlaktır




Sakince oturup izliyorum insanları, hiçbir şey düşünmeden, hiçbir yorumda bulunmadan. Yalnızca izliyorum, yorumlarımı sonraya bırakıyorum.
İzlenim edinmeye devam etmek istiyorum. Yapamıyorum. Duraksıyorum ve kendimi sorguluyorum; ''Bu izlenmleri edinirken ne kadar objektifim acababa?'' ''Benlik duygumu bir kenara bırakabildim mi?''
Elimden geldiğince tarafsız bakmaya çalışıyorum. Sorularım sürekli kafamda dönüyor ve tek tek soruyorum kendime: ''Herkes kendini iyi ve mükemmel görürken bu dünyada yaşanan kötülüklerin kaynağı kim? Herkes olayları kendi bakış açısından yorumlarken ne kadar haklı? Neden empati yapmak, yapabilmek bu kadar güç? Neden iyinin, doğrunun ne olduğunu kendisinin bildiğini iddia eder insan?''
Dünya karşıt fikirlerle dolu. Toplumun genel geçer kuralları, doğruları var. Peki bunlardan birine karşı çıktığımızda yanlış mı yapmış oluruz? Haksız mıyızdır? İnsan her zaman haklı olamaz, eğer her zaman haklı olduğunu düşünüyorsa ortada bir yanlış vardır. Herkesin doğru kabul ettiğine yanlış diyorsa da haksız olduğu söylenemez kimi zaman. Bunun en güzel örneklerinden biri kabul ettiğim Galileo. Galileo dünya yuvarlaktır dediğinde tüm kabul görmüş fikirlere karşı çıkmış ve idam edilmek istenmemiş miydi? Bugün ise dünyanın yuvarlak olduğunu hepimiz kabul ediyoruz.
Her birimiz olayları, dünyayı farklı algılıyoruz. Olaylar karşısında tutum ve davranışlaımız birbirinden çok farklı. Kendi talep ve ihtiyaçlarımız doğrultusunda bir çok yargıya varıyoruz. Yaşanan olaylara ben gözüyle bakarsak her zaman haklıyızdır. İnsanların sen gözüyle de bakmaya ihtiyaçları vardır. Bu bakış açısını kazanamıyorsak zamanla kaybeden olmaya mahkum olur, yalnızlaşırız.
Yine kafamda deli sorular beliriyor:
''Önce ben demeden yaşayabiliyor muyuz? Şu yaşadığımız maddi dünyada manevi duygularımız mı güçlü yoksa önce maddi değerlerimiz mi geliyor bizim için? Olaylara bakış açım objektiftir diyebilir miyiz? Bu dünyada iyilik dolu bir kalbe sahip olduğumuzu iddia edebilir miyiz? Karşımızdakileri acımasızca yargılarken, kendimizi sorgulamayı düşünüyor muyuz?''
Önce insan kendi içine dönmeli... Birini yargılayacaksa, önce kendinden başlamalı... Bunu başarabildiğimiz gün bir adım daha ilerlemiş olacağız... Belki o zaman iyilik dolu kalplerin varlığından söz edebileceğiz...

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone
     

15 Aralık 2015 Salı

NOSTALJİK PAZARTESİ: KENDİN OL

Sevgili blogger arkadaşımız EQ geçen hafta güzel bir fikirle çıkageldi karşımıza: ''Nostaljik Pazartesi.''
Geçmişte yazmış olduğumuz, sararmaya yüz tutmuş yazılarımızı gün yüzüne çıkartıyoruz yeniden. Bu fikir bir çok blogger arkadaşımızın da çok hoşuna gitti, tabii ki benim de. Neden olmasın dedik ve mazide yazdıklarımızı her pazartesi yad ediyoruz artık.
Ben de 7 Nisan 2014'te yazmış olduğum ''Kendin Ol '' yazımı hatırladım ve tekrar sizlere görücüye çıkardım;)

Yazıyı okumak, bir göz atmak  için tık tık ---> Kendin Ol


SEVGİ ve IŞIK'la kalın
Persephone

6 Aralık 2015 Pazar

Siddhartha

siddartha
Kimi zaman hayatı, yaşam amacımızı, mutluluğumuzu sorgularız. Bir arayış içindeyizdir ama ne aradığımızı bilmeyiz. Bilmek, bilgi neden gerekli? Bitip tükenmeyen öğrenme isteği neden kaynaklanır? Belki kendimizi, hayatı, insanları tanıma, anlama, kavrama isteğinden meydana gelir.
Siddhartha; Hesse'nin bireysel bunalımların çözümünü doğu felsefesinde arayışının bir örneğidir.    
Roman kahramanı Siddhartha'nın önünde tek bir hedefi bulunuyor: Arınmış olmak, susamalardan arınmış. Ölerek kendinden kurtulmak, ben olmaktan çıkmak, boşalmış bir yürekle dinginliğe kavuşmak, benliksiz düşünmelerle mucizelere kapıları açmak, işte buydu onun hedefi. Ben tümüyle saf dışı bırakılıp öldürüldü mü, gönüldeki tüm tutku ve dürtülerin sesleri kısıldı mı, işte o zaman gözlerini açacaktı en son şey, varlıktaki artık Ben olmayan öz, o büyük giz.
Siddhartha; bu hedefine ulaşmak için tuhaf yollardan geçecekti. Bir Brahman olarak başladığı hayatına aradığını bulmak için en sevdiği insan, gölgesi Govinda ile birlikte çilekeşlerin peşine düşecek onlardan; soğuk ve sıcakta yaşamayı, aç kalmayı, nefsini terbiye etmeyi öğrenecekti. Buddha'yla tanışacak, öğretisini öğrenecek ve bununla da yetinmeyecekti. Bir kente doğru yola çıkacak orada Kamala'dan sevme sanatını, Kamaswami'den ticaret sanatını öğrenecekti. Ancak bunlarda ruhunu doyurmayacaktı.
Ve özüne, aradığını bulmaya tekrar ormana döncekti Yine bir çocuk olup, yeniden başlayabilmek için ırmağın kıyısında yaşayan, kayıkçı Vasudeva'nın (Sanskritçe'de Irmak Tanrısı anlamına gelir) yanına yerleşecek, gerçek bilgiye burada ulaşacak, aydınlanacak ve içinde aradağı Atman'a ulşacaktı.
Siddhartha'nın bu tuhaf yolunu izlerken, konunun içine çekiliyor, bir çok şeyi sorgulmaya başlıyorsunuz. Bir yol, bir öğreti sunuyor Hesse size. Bazı kitaplar, dönüp tekrar okutur kendini. Ben ikinci kez okudum. Tekrar dönüp okuyacağım belki de kimbilir.

Kitap: Siddhartha
Yazar:Hermann Hesse
Sayfa Sayısı: 148
Can Yayınları

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

30 Kasım 2015 Pazartesi

Kapılar



Bedenin ağırlığı altında ezildiği sorumlulukları silkeleyip ardına bakmadan kapıyı çekip gitmek. Geride neyi ya da neleri bıraktığını hiç düşünmeden. Bilirim ki; kapatılan bir kapı yeni açılacak kapıların habercisidir. Kimi zaman tek yapmamız gereken bir kapıdan geçmektir. Gerisi teferruattan ibaret.
Beden yorgun düşene dek özğürlüğün verdiği hafiflikle koşar adım yürümek. Dağları, denizleri aşıp karlı tepelerin, ufuk çizgisinin ardındaki mucizeleri keşfetmek. Ne kadar zor görünse de her şey mümkündür. Biraz cesaret. Ve o kapıdan geçmek.

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone     

28 Kasım 2015 Cumartesi

Soy Ruhunu



Dolu dizgin fırtına önüne katmış her şeyi sürüklüyor. Henüz gelecek zaman başlamadan, geçmişin üzerinden haince kükreyerek geçiyor. Umarsız. Yaşadığını sandığın hayat, kendine uydurduğun hikayelerin yansımasından, gölgesinden mi ibaret yoksa?
Zor kullan soy ruhunu yaşadığını sandığın hayata. Çıplak kalan ruh daha kolay bulur yolunu.
Bak fırtına kopuyor. Sen halâ başkalarının yaşadığı mutlulukları kendi mutluluğun sayıyorsun. Ruhundaki devinimleri izle kendi mutluluğunu yarat.
''Hayat kısa, kuşlar uçuyor.''

SEVGİ ve Işık'la kalın...
Persephone

23 Eylül 2015 Çarşamba

Yok

Ne kadar çizgiler gerçek gibi olsa da
Anladım ki bu bir rüya
Hepsi yalan... Hepsi kurgu...
Bir uyansam, bir görsem, bir rahatlasam
Şöyle derinden bir ooohhh çeksem...
Kafamı şöyle bir rahatlatsam
Az bi de atarlansam kadere...
İki kadehte vursam feleğin dibine,
Elimi tutup çelme takanlara,
Yüreğimde birikmiş küfürleri sallasam,
Çarpsam kelimeleri tokat gibi yüzlerine...
Yalvarsam durduk yere Tanrı'ya...
Kör et desem tüm yalan olan her şeyi! 

Yok... Yok...
Olacak iş değil bu be...

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

14 Eylül 2015 Pazartesi

Ben Olmak

Varlığımızı sürdürdüğümüz bedende kaç kişiyiz? Her birimiz birden çok kişiyiz, bir çoğuz, pek çoğuz... Yaşadığımız her bir farklı olayda başka bir beniz, birbirine benzer olaylarda bile... Varlığımızın içinde gülen, ağlayan, farklı düşünen, farklı bakış açısına sahip tek bedende renklendirdiğimiz, barındırdığımız çeşit çeşit insanlarız. Çünkü; hissettiğimiz her duyguda başka biriyiz... Bu ayrı ayrı insanlar birleştiğinde bir bütün oluruz, tek oluruz... Ben oluruz...


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

4 Ağustos 2015 Salı

Mutlak

Gözümüzün önündeki güzellikleri görmekten ne kadar da uzağız. Kafamızda şekillendirdiğimize uydurmak istiyoruz herşeyi... Oysa ki varolduğu şekliyle güzel bir çok şey... Öyle seviyor, sonra onları yoğurup başka bir varlığa dönüştürmeye çalışıyoruz. Olduğu gibi sevmekte başarısısız... Yetinmiyor insanoğlu... Elmayı armuta dönüştürmek istiyoruz her nedense. Hayatın şekillendirmesi yetmezmiş gibi, oynuyoruz elimizdekilerin genleriyle. Keyif aldığımızı zannederek yanılıyoruz. Meydana gelen, yarattığımız bizi hiç memnun etmiyor yine de durduramıyoruz benliğimizi. Yenemiyoruz değiştirme içgüdüsünü... Öyle sevmiştik o eşyayı, o giysiyi, o gıdayı, o insanı... Şimdi niye onca çaba?
Elindekilere değer vermeli, sevgisini katmalı insan, olduğu gibi benimsemeli, bütünleşmeli... Daha iyisine ulaşma çabası yorar, çünkü; daha iyilerin sonu yok... En iyisi dediklerimizi dahi değiştirmeye çabalıyorsak demek ki daha iyi hep sonsuzluktur... En iyiyi kendimizde aramak en doğru yoldur, iyiyi daha iyiyi kendi dışımızda değil, içimizde aramalı... Sevgiyi sarıp sarmalamalı, Agape'nin sıcak kucağına bırakmalı insan kendini...
Unutulmaması gereken en önemli şey ise ''Mutlak!'' Gerisi hikaye...
Mutlak; birinin en küçük hareketinin, başka birilerinin hayatını etkileyen devasa bir neden-sonuç ilişkisidir... Harekete geçmeden önce durup düşünmek, dokunduğumuz hayatları yıpratmayı bir miktar engelleyebilir belki de...

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

30 Temmuz 2015 Perşembe

Düşündüm

Dağları aştım, uçsuz bucaksız ovaya geldim. Ovayı aştım çam ormanın içine daldım, yürüdüm yürüdüm, durmadan yürüdüm. Bir çam kestanesi yuvarlanıverdi önüme, dağıldı düşüncelerim. Savruldu ortalığa, eğildim topladım tek tek dağılanları... Devam ettim yürümeye... Denize vardım. Sus pus oldum oturdum kıyısına. Dalgaların ayaklarımdan süzülüşünü izledim. Dalgaların kumda bıraktıkları çakıl taşlarını saydım. Alçaldım, yükseldim, dengesini yitirmiş bir kuş gibi rüzgarın esintisinde savruldum. Sonra duruldum. Cırcır böceklerinin muhabbetlerine şahitlik ettim. Neler anlattılar neler. Kulağımı açtım bir bir dinledim. Sindirdim söylediklerini. Mühimdi söyledikleri... Kalktım yürümeye devam ettim. Vardım deniz aşırı bir eve. Yatakta yatan hasta adama geçmiş olsun dileklerimi ilettim, umarım duymuştur beni. Sesim çok derinden ve kısıktı. Duysun istemedim sanki yorgun bedeni. Eşi olduğunu düşündüğüm kadın sarıldı, sımsıkı sarıldı öyle içtendi ki. Ana kucağı kokusunu çektim içime. Kulağıma eğildi bir şeyler fısıldadı, irkilmeme sebep oldu. Cevap veremedim, dondum, derin bir iç geçirdim. İç sesim konuştu ''keşke 'O' da böyle düşünseydi.'' Çok güzeldi söyledikleri. Ancak düşlerde olurdu. Birden gitmem gerektiğini hatırladım, tasımı tarağımı toplayıp hızlıca uzaklaştım... Uzaklaşmam gerekti, korkuttu düşüncelerim...  


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

24 Nisan 2015 Cuma

Sislerin Ardında




Gecenin karanlığına sis çökmüş. Caddeler kıvrılarak sonsuzluğa açılıyor. Ay ışığı aydınlatıyor etrafı bir de bir kaç sokak lambası. Derin ve huzurlu bir sessizlik hakim geceye, ölüm sessizliği. Uzaktan bir adam görünüyor, üzerinde siyah pardösüsü, başında kirden dolayı griden siyaha yüz vurmuş fötr şapkası, sağ eli cebinde sol elinde sigara, üşüyor gibi, omuzlarını göğsüne değin iyice kapatmış oysa hava ılık. Ne sonbahar ne de kış. Az biraz yazdan kalma. Belki de yorgunluktandır o hali.
Ağır aksak adımlarla ilerliyor, başı öne eğik.Yanan sigarasından son bir nefes çekiyor, yere atıp sinirli sinirli sigarasını sağ ayağıyla eziyor, izmaritinin çirkin kokusunu burnumda hissediyorum.
Eli cebine gidiyor, alelacele bir şeyler arıyor,  Sigara paketini çıkarıp bir sigara daha yakıyor. Sigara imiş aradığı.
Oradaki varlığımı, üzerindeki bakışları hissetmiş gibi başını birden yukarıya çeviriyor.
Korkuyorum beni görecek diye, karanlığın içinde perdenin arkasına görüşümü kaybetmeden gizleniyorum. Fark etmiyor beni ya da fark etmemiş görünüyor.
Yüzünün bir kısmını ay ışığı aydınlatıyor, derinleşmiş çizgilerini, dalgın ve yaşlı gözlerini görüyorum. Belli ki yaşı geçkince değil, fazlasıyla yaşanmışlığın izleri yansımış yalnızca yüzüne.
Neler yaşamış, hangi acılara göğüs germiş, hangi yitip giden sevgilere dalgın gözleri kim bilir?
Sessizliği bozan telefonun sesiyle irkiliyor adam. Telefonun ekranına uzun uzun bakıyor, cevap vermekte kararsız gibi. Aç şu telefonu diyorum kendi kendime, huzursuz ediyor beni telefonun sesi.Ve sonunda kararını veriyor, telefonunu kulağına götürüyor. Hızlı hızlı bir şeyler söylüyor, boşta kalan eli bir yukarı çıkıyor bir aşağı iniyor, kızgın.
Meraklanıyorum, duymak istiyorum konuştuklarını hiç üstüme vazife değilken. Oysa ki;tek hevesim derdinin ne olduğunu anlamak. Ne yapabileceksem? Benimki de bir tuhaf hal.
Sorunların tek çözümü kendimizken, sorunlarımıza başka bir elin dokunuşunun ne anlamı var ki?
Telefonu kapatıyor adam, düşünceli düşünceli bir sigara daha yakıyor, adımları telaşlanıyor, hızlıca karanlığa karışıyor.


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone      

29 Mart 2015 Pazar

YILDIZ




İçimdeki derin boşluktan bir yıldız kayıyor, parçalanıyor, binlerce minik yıldıza dönüşüyor. Bir kısmı ayak parmaklarımda, bir kısmı da ellerimde ki parmaklarımda beliriyor. Bir elleri bellerinde, bir elleri öne doğru uzanmış, başları ile beni selamlıyorlar. Işıl ışıl, yüzlerinde kocaman bir tebessüm var. Yavaş yavaş bütün vücudumu kaplıyorlar ve neşe içinde etrafıma ışık saçıyorlar.
Kendi etrafımda Vivaldi'nin ''Spring'i'' eşliğinde minik daireler çizmeye başlıyorum, gittikçe hızlanan bir ivmeyle dönüyorum, hiç durmadan. Kuşlar en içli şarkılarını fısıldıyor kulağıma, içimde en derinlerde eşsiz bir mutluluk var. Yıldızlardan oluşan toz bulutları kaplıyor her yanımı, büyüdükçe büyüyorum, büyüleniyorum, bütünleşiyorum, mutluluk gözyaşlarım çağlayana dönüşüp, denize karışıyor...
Ve sonunda milyonlarca minik yıldızın birleşmesinden, tek bir yıldız oluyorum. Gökyüzüne doğru yolculuğum başlıyor...
Bu gece gökyüzüne bakın, belki de sizleri selamlayan bir yıldız göreceksiniz...

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

10 Mart 2015 Salı



Bir insanı anlamak için; gözlerinle değil yüreğinle göreceksin. Sözleriyle değil davranışlarıyla değerlendireceksin...



SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

8 Mart 2015 Pazar

Bir Kaç Damla



Bir kaç dokunaklı cümle sıralamak üzereydim. Durdum... Birden vazgeçtim. Duyguların bu kadar altında ezilmek ne diye derken, bir iki damla gözyaşı sessizce kitabımın üzerine yumuşak iniş yaptı. Sık sık ortalıkta gezinirdi, uzun zamandır saklanmıştı oysa... Epeydir dingindi...
Bir gün arzuyla, ertesi gün bıkkınlıkla  tutuşan, bir gün yana yakıla seven, ertesi gün acımasızca sevgiyi çöpe atan, hiçbir sevgide mutluluğu bulamayan, sevgiye güven beslemeyenlere... Hayata anlam veremeyen, sevgisizlikten ölen insanlara akıyor bugün gözyaşlarım...
Belki de en çok kendim için, her bencil insanoğlu gibi...


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü

Cehaletin tek korkusu kadındır. Çünkü, kadın öğrenirse, çocuğuna da öğretir.
Emine Supçin


 Dünya Kadınlar Günü ya da Dünya Emekçi Kadınlar Günü her yıl 8 Mart'ta kutlanan ve Birleşmiş Milletler tarafından tanımlanmış uluslararası bir gündür. İnsan hakları temelinde kadınların siyasi ve sosyal bilincinin geliştirilmesine, ekonomik, siyasi ve sosyal başarılarının kutlanmasına ayrılmaktadır.
 8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda 129 kadın işçi can verdi. İşçilerin cenaze törenine 10.000'i aşkın kişi katıldı.

 26-27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka'nın Kopenhag kentinde 2. Enternasyonale bağlı kadınlar toplantısında (Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı) Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart'ın "Internationaler Frauentag" (International Women's Day - Dünya Kadınlar Günü) olarak anılması önerisini getirdi ve öneri oybirliğiyle kabul edildi.

 İlk yıllarda belli bir tarih saptanmamıştı fakat her zaman ilkbaharda anılıyordu. Tarihin 8 Mart olarak saptanışı 1921'de Moskova'da gerçekleştirilen 3. Uluslararası Kadınlar Konferansı'nda (3. Enternasyonal Komünist Partiler Toplantısı) gerçekleşti. Adı da "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak belirlendi. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yılları arasında bazı ülkelerde anılması yasaklanan Dünya Kadınlar Günü, 1960'lı yılların sonunda Amerika Birleşik Devletleri'nde de anmaya başlanmasıyla daha güçlü bir şekilde gündeme geldi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu,16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart'ın "Dünya Kadınlar Günü" olarak anılmasını kabul etti. Birleşmiş Milletler'in sitesinde günün tarihine ilişkin bölümde, kutlamanın New York'ta ölen işçilerin anısına yapıldığı yazılmamıştır.

 Türkiye'de 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında "Emekçi Kadınlar Günü" olarak kutlanmaya başlandı. 1975 yılında ve onu izleyen yıllarda daha yaygın, ve yığınsal olarak kutlandı, kapalı mekanlardan sokaklara taşındı. "Birleşmiş Milletler Kadınlar On Yılı" programından Türkiye'nin de etkilenmesiyle, 1975 yılında "Türkiye 1975 Kadın Yılı" kongresi yapıldı. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi'nden sonra dört yıl süreyle herhangi bir kutlama yapılmadı. 1984'ten itibaren her yıl çeşitli kadın örgütleri tarafından "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" kutlanmaya devam ediliyor.
KAYNAK: VİKİPEDİ

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü Kutlu Olsun...
Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

18 Şubat 2015 Çarşamba

Kitap Yorumu: Derin Mavi


Sevgili Blogger ve yazar arkadaşım Deep Tone Sade ve Derin kitabından sonra ikinci kitabı olan Derin Mavi'yi biz okurlara sundu. Fanatik Deep Tone takipçisi olarak her iki kitabını da okumadan edemedim Sade ve Derin, Derin Mavi . Deep Tone'u herkes güzel ve yaratıcı hikayeleri ile tanır. Sait Faik tadındadır hikayeleri. Deep Tone'u okumak keyiflidir. Gizemli, yaratıcı, eğlenceli ve düşündürücüdür. Deep Tone'u takip edenler meraktadır; kimdir Deep Tone? Belki bir gün biz okurlara kendini tanıtır.;) 
Bizler yalnızca okuduklarımızdan, bize sunduklarından biliriz Deep Tone'u... Biz okurlara sürprizler yapmayı sever...Derin Mavi kitabında da farklı bir yönünü koymuş ortaya. Deep şiir de yazıyor. Derin Mavi kitabında şair Deep Tone'u da tanıyoruz.
Ve güzel şiirler yazıyor, hikayelerinin yanı sıra şiirin de hakkını vermiş... 
Kalemine sağlık Deep Tone yine keyifle okudum ikinci kitabını da... 
Darısı üçüncü kitabının başına;) Bol okurun olsun...


Deep Tone


Deep Tone

Ve merak edenlere Deep Tone'un Derin Mavi kitabından bir şiir alıntısı, diğer şiir ve hikayelerini okumak için Derin Mavi kitabını edinin, tek yapmanız gereken idefix'ten sipariş vermek;)  

BİR ZARF DOLUSU UMUT
DEEP TONE



BİR ZARF DOLUSU UMUT

Her şey söylenmişken
Kendinden uzaklaşmak
Ve ulaşmak için başkalarına
Sen de yazarsın
Ulaşmak için kendine
Söylenmemiş sözler ararsın
Ama yanılırsın
Ama yazarsın
Çünkü hissedersin
Belki herkes aynı şeyleri hisseder
Belki anlamak için o hisleri
Yazarsın
Yazdıkça anlar anlaşılırsın

Bir zarfa koyarsın yazdıklarını
Umutların gibi bir beyaz zarfa
Alıcısı yüreklerdir
Zarftan renkler çıkar
Dantelli hayaller çıkar
Harflerden resimler çıkar
Resimlerden sevgi
Sevgiden gülen gözler
Gülen gözlerden ışık
Ve ışıktan umut
Yazdıkça umut vardır
Ve umutla çoğalır insanlar


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

12 Şubat 2015 Perşembe

Bağımlı



Soğuk ve üşüyordu. Birden irkildi. Burnuna ağır kan kokusu geliyor, genzinde metalik bir tat alıyordu. Hiç tanımadığı sesler kulağını delip geçiyor, kafasının içinde zonkluyordu. Gözlerini açmak istedi, göz kapakları ağırlığınca direniyordu. Açamadı. Garip bir telaş sezinledi etrafında. Anlamaya çalışıyor, algılayamıyordu. Birden sesler yükseldi:
'' Doktor bey! Nabız düşüyor, hastayı kaybediyoruz!''
'' Hemşire hanım defibrilatörü hazırlayın. Hastaya elektro şok vereceğiz...''
Ani bir acı hissi ve şiddetli bir gürültü duydu.
''Neredeyim ben? Neler oluyor?''
Bilincini toparlamaya çalıştı, olanları hatırlamak istiyordu. Hastanedeydi. Peki ama buraya nasıl gelmişti?
En son hatırladığı oğlu ve eşiyle yemekte şiddetli bir tartışmanın ortasında olduğuydu. Her zamanki gibi alkolü fazla kaçırmıştı...
Ya sonra... Ya sonra...
Hatırlamak için tüm gücüyle zorluyordu beyin hücrelerini... Her şey bulanık, gözlüğünü kaybetmiş yüksek numaralı miyopik gibi...
'' Doktor bey hastamızın nabzı normale döndü ...''
'' Kontrol altında tutmalıyız hastamızı, hayati tehlikesi sürüyor, hemşire hanım...''
  Kafası karıncalanıyor, gözünde ışıklar patlıyor, göğsünde şiddetli bir ağrı hissediyordu. Bilinci bir açılıp bir kapanıyor, damarlarının içinde kanının dolaştığını duyumsuyordu. Küçük fotoğraf kareleri şeklindeki görüntüleri birleştirmeyi başaramıyordu, uzun bir zincirin kopuk halkaları gibiydi görüntüler..
Göz kapakları ağırlığını halen hissettirse de bilincinin yavaş yavaş açıldığını hissediyor, kopuk halkalar birleşiyor, fotoğraf kareleri netleşiyordu...
Tartışmanın ardından yemek yedikleri restoranı hızlıca terk ettiklerini anımsadı. Kendisi direksiyon başında yerini almış, eşi yan koltuğa, oğlu arka koltuğa oturmuştu... Gerginlik devam ediyor, tartışma arabada da olanca hızıyla sürüyordu.
'' Çok alkollüsün, sarhoşsun sen! Bırak ta arabayı ben kullanayım! '' dedi eşi...
'' Hayır! Ben gayet iyiyim! '' diye haykırdı... Arabayı kullanmakta kararlıydı.
Yağmur arabanın camını delercesine yağıyor, ana yolda ışıklar yanmıyordu... Damarlarında dolaşan alkol görüşünü daha fazla kaybetmesine neden oluyor, ara ara hararetlenen tartışma dikkatini dağıtıyor, kafası bulanıklaşıyordu... Aniden bir ışık, karşısında dev gibi bir kamyon belirdi. Birden acı dolu, insanın içini parçalayan şiddette bir gürültü koptu.
'' Oğluuum, eşiiimmm!!! ''
Kanı dondu, vücudu titremeye başladı, nabzı düzensizleşti, bilincini kaybetti...
Hemşire acil durum düğmesine bastı...
'' Doktor bey! Hastayı kaybediyoruz...''

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone    

8 Şubat 2015 Pazar

Şeytanla Dans


Aç, susuz, öfkeli, tşiksinmişliğin pençesinde, yalpalaya yalpalaya duvardan duvara çarpıyor... Dokunduğu her bedeni yakıyor, yıkıyor, yaralıyor... Karamsar... Çılgın gibi...
Gözleri büyüyor, alev alev yanıyor, ateş fışkırıyor dört bir yana bakışlarından... Tanrıyı tanıdığını iddia etse de Tanrı tanımaz bir varlık... Janjanlı ambalaja bürünmüş albenili görüntüsü aldatmaca... Mükemmel sanılan benliğinin altında yok olmuş, ezilmiş, büzülmüş oysa ki bir hiç; farkında...
Kendine bile itiraf edemediği gerçeklerini yalanlarına boyamış, gerçekliği kaybolmuş, dünyası kendine söylediği yalanlar olmuş,...  İçi boş hayaller peşinde... Öyle mutlu... Kendini kandırma çabası...
Tek bildiği kendi bencil duyguları, gerisi boş... Başka duygu tanımıyor, aşağılıyor... Gözünü kırpmadan acıtıyor, kanatıyor, kanayan yaralara parmağını basıyor... Çünkü; başka bir şey bilmiyor, iyi bir yüreği gömeli çok zaman geçmiş... Hatırlamıyor; iyi nasıl olunur ama kendince iyi... Kendine söylediği yalanlar gibi...
Ruhunu şeytana satalı epeyce olmuş...

Sevgi ve Işıkla kalın...
Persephone

      
 

4 Şubat 2015 Çarşamba

Kitap Yorumu: Sade ve Derin

deep tone
deep tone



Sevgili blogger ve yazar arkadaşım Deep Tone 'un  ikinci kitabı olan Derin Mavi'nin raflarda yerini aldığı haberini duyduktan hemen sonra dedim ki kendime: ''Kızım senin gibi bir okursevere yakışıyor mu? DeepTone gibi blog dünyasının en popüler ve en sevilen yazarının ilk kitabı Sade ve Derin'i henüz okumadın, ki o kadar da merak ediyorsun.''
Sevgili Deep baktım yeni kitabın haberini verirken bir de idefix linkini eklemiş, hemen tıkladım ve iki kitabıda aldım... Henüz Sade ve Derin'i bitirdim. Sizlerle de sıcağı sıcağına paylaşmak istedim...
Bu aralar yoğunluğuma rağmen her fırsatı bir mükafat bilip, Sade ve Derin'e kaldığım yerlerden devam ettim. Bir solukta okunacak bir kitap. Sevgili Deep Sade ve Derin'de yazılarını sanat, aşk, insan, yaşam, gelişim, mevsimler, tarih, denemeler başlıklı gruplara ayırmış ve gruplar altında keyif dolu yazılar yazmış... Tabii Deep'i tanıyanlar bilir hem eğlenceli hem düşündürücü yazılar yazar ve Sade ve Derin'de de bu özellik gözünüzden kaçmıyor. Okurken hem güldüm hem düşündüm bazen de hüzünlendim... Ve Deep'e dair farklı şeylerde keşfettim ama siz okurlarla paylaşmayacağım ki siz de merak edip okuyun;) Ben lafı daha fazla uzatmayacağım, yazılar içinde çok beğendiğim yazılar vardı ama birini seçtim ve şimdi ben susayımda Deep'in kalemi konuşsun;)

    SONSUZ TANGO

Ben seçtim seni. Çünkü canlıyım. Sense ölüler dünyasındasın. Yalnız uçuyorsun. Daha ne kadar gözyaşı dökeceksin?
Günahlar geceye aittir. Uyanmak sonsuzluğa ise dağların doruklarında olabilir sadece. Dağın zirvesine çıkarsam seni düşer misin yüksekten? Yaralı kanatların taşır mı seni?
En yüksekte bile gece güneşini mi istersin? Yıldız ışığı yetmez mi? Özgürlük için çığlık atmalı. Gece prensesi olmak istiyorsun. Adımı seslen.
Deliliğin kalp atışlarını duyuyorum, aşk lanetinin ateşini yeraltında mı sunmalıyım yoksa sana? Ben ateşin efendisi, gece ziyaretçisi. Tek bir bıçak darbesiyle kalbine şifa vermemi mi istiyorsun yoksa?
Şafakta mı boyayım mavi gökleri kırmızı elektriğimle, gece yarısı günah çöllerinde mi intikam alayım senden, kalbin mi ölü, beynin mi kan lekeli?
Ama
Hüzün rüzgarı, düş fırtınası, melodi bulutu engelliyor gecenin kararmasını. Suyun, çiçeğin, şiirin gündüzü, neşenin ritmini, umudun pembesini damla damla akıtıyor yüreğime.
Güneş yakmasın gözlerini. Korkma ışıktan. Gülümse. Akıtsın gece gözyaşlarını, senin ardından. Şafak zamanı mavi yelkenlerle, martı çığlıklarıyla son dansımızı yapacağız, baykuş çığlıklarıyla değil.
Derin suların son tangosunu.  

Yazan: Deep Tone

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

3 Şubat 2015 Salı

Ah İstanbul


foto:persephone güncesi
Konak Pastanesi-Galata 

Sol yanımda Orhan Veli, sağ yanımda Yahya Kemal... 
Gözlerim kapalı İstanbul'u dinliyorum, bugün bir tepeden bakıyorum aziz İstanbul'a, Galata'da Konak Pastanesi'nin terasındayım bugün... İstanbul kanatlarımın altında...
Bir elimde mis kokulu, az şekerli türk kahvem, bir elimde sigaram, hafif esen ılık rüzgarın eşliğinde, Edip Akbayram'ın o güzel tınısı kulaklarımda Bekle Bizi İstanbul... Derin bir nefeste içime çekiyorum seni İstanbul...
Arkamda tüm heybetiyle Galata kulesi, Kız kulesine olan aşkını  fısıldıyor kulağıma... Gülümsüyorum garip bir hüzünle, Bedri Rahmi Eyüboğlu geliyor birden dile:

İstanbul deyince aklıma kuleler gelir
Ne zaman birinin resmini yapsam öteki kıskanır
Ama şu Kız Kulesi'nin aklı olsa
Galata Kulesi'ne varır
Bir sürüde çocukları olur...

Gözlerim dalıyor uzaklara Ümit Yaşar Oğuzca'nın Galata kulesine isyanını duyumsuyorum bir anda, göz yaşlarına dokunuyorum yazdığı şu dizelerde:

6 Haziran 1973
Pırıl pırıl bir yaz günüydü
Aydınlıktı, güzeldi dünya
Bir adam düştü o gün Galata Kulesi'nden
Kendini bıraktı bir an boşluğa
Ömrünün baharında
Bütün umutlarıyla birlikte
Paramparça oldu
Bu adam benim oğlumdu... 

Büyüleyici manzara karşısında daha bir özümsüyorum bu şehre yazılan şiirleri, şarkıları, kitapları, fotoğraflara konu olan kareleri... Enlerin şehri İstanbul; en zengin, en fakir, en iyi, en kötü, en çok, en az, en mutlu, en mutsuz... 
Kimine cennet, kimine cehennem olan şehir İstanbul... Kimine acı vermiş, kimine sonsuz bir mutluluk... Baktığım her yüzde ayrı bir İstanbul...
Taşı toprağı altın deyip, köyünde ki toprağını, bağını bahçesini bırakıp gelmiş binlerce insan... Burada doğmuş burada büyümüş İstanbullu dediğimiz bir kesimde var ama, yedi göbek İstanbullu değilsen İstanbulluyum demek yakışmaz insana... Yemeklere atılan çeşit çeşit baharat gibi... İsyan etsek de bu çeşitliliğe yine de ayrı bir tat ayrı bir lezzet... Trafiğinden, karmaşasından, yoruculuğundan her daim şikayetçiyiz ama bir uzaklaşmaya gör bu şehirden, tüter gözünde özlemi...
Bu şehirden kaçma isteği her bir bedende... Lakin gel gör ki; alaycı bir tebessümle ''haydi kaç kaçabilirsen'' demekte sanki şehir... O da bilir biz gibi; geride bırakıp gitmesi zor...



İçinde kaybolduğum kocaman aşksın sen İstanbul...
foto:persephone güncesi
Konak Pastanesi-Galata 



SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

25 Ocak 2015 Pazar

Hayal Kırıklığı

Hayal kırıklığı, karşılanmamış beklentilerin sonucunda ortaya çıkar... Kendinden başka kimseden beklentin olmasın!

Sevgi ve ışıkla kalın…
Persephone

19 Ocak 2015 Pazartesi

HASAN DEDE

Hasan dede her zaman ki gibi evinin sokağa bakan camının köşesinde oturmuş olan biteni izliyor... Güneşli güzel bir gün, çocuklar güneşli havayı görünce dökülmüşler sokağa... Ne güzel de koşuşturuyorlar, çocuklar işte ey gidi ey... Annesi Ecrin'e sesleniyor ama Ecrin oralı değil... Furkan Batuhan'a bağırıyor : ''Tutsana şu topu...''  Nursu ve Kübra ip atlamak için Büşra'ya sesleniyor: ''Hadi artık gel, seni bekliyoruz...'' Bizim zamanımızda isimler böyle miydi? Ayşe, Emine, Fatma, Ahmet, Hüseyin, Ali gibi isimler vardı... Zamanla ne kadar çok şey değişiyor diye düşündü Hasan dede, isimler bile... Buruk bir gülümseme belirdi yüzünde...
Hasan dede çocukları çok seviyordu, mahallenin çocukları da onu çok seviyordu. Hasan dedenin evi binanın giriş katındaydı, çocuklar acıktı mı, susadı mı Hasan dedenin kapısını çalarlardı, alıştırmıştı çocukları buna, memnundu halinden... Çocuklar da yalnız bırakmıyordu onu, bütün ev ihtiyaçlarına, alışverişine koşuyorlardı... İyi kötü yaşayıp gidiyordu, Hasan dede seksenlerine merdiven dayamıştı ama yine de yaşına göre sağlığı iyi sayılırdı, hafif aksayan ayağı dışında...
Çocuklara bakarak derin bir iç geçirdi, ne kadar da hızlı akmıştı hayat... Bir zamanlar ben de çocuktum diye geçti aklının ucundan... Babası Fahri bey Kayseri'nin ünlü iş adamlarından, annesi Saliha'da köklü bir aileden gelmekteydi... Babası işleri büyütmeye karar verince İstanbul'a taşınmışlardı.... Güzel bir çocukluk geçirmişti, ailenin tek çocuğuydu, ailesi ikinci bir çocuğu çok istemelerine rağmen olmamıştı... Ailesi varını yoğunu Hasan'a adamış en iyi okullarda okutup, iyi bir eğitim vermişlerdi.
Çok hızlı yaşamıştı gençliğini... Zamanının bıçkın delikanlılarındandı. İyi eğitimine rağmen bir işte dikiş tutturamamıştı, babası Hasan'ı şirketin başına geçirmek istiyordu ama hovardalıklarını, vurdum duymazlığını gördükçe güvenemiyordu bir türlü. Kardeşinin oğlu Kamil'i Kayseri'den getirtmiş, onu yetiştiriyordu yanında, bir gün Hasan'ın da adam olacağını umuyordu... İşleri ona emanet etmek istiyordu ne de olsa kanıydı, canıydı... Hasan'ın gönlü kırılsa da bu duruma, aman boşver deyip devam etmişti hayatına... Yaşamıştı kendi bildiğince... Mutlu da olmuştu... Şu an ki en büyük derdi içindeki paylaşamadığı yalnızlığıydı... Etrafında çok insan vardı, konu komşu yalnız bırakmıyordu ama yetmiyordu işte... Nankörlük müydü bu düşüncesi? Yok değil, başka bir türlü yalnızlıktı onun kisi... Doldurulamaz bir yalnızlık... Çok sevmişti vakti zamanında güzel Leyla'yı... Gözünün önündeydi halen, onca yıla rağmen sanki dün gibi uzun siyah saçları, iri kömür karası buğulu gözleri, inci dişleri, ürkek gülümsemesi... Her şeyden değerli o güzel yüreği... Göz pınarlarında yaşlar birikti, yüreğinde derin bir acı hissetti Hasan dede... Leyla'nın özleminin ağırlığı altında ezildi, küçüldü, içindeki kor ateş bütün vücudunu yaktı... Leyla direnebilseydi kör olası verem illetine şimdi yanında olacaktı... Leyla'sı, çocukları, torunları ile birlikte Hasan dede çok farklı bir pencereden bambaşka bir dünyaya bakacaktı...


Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

7 Ocak 2015 Çarşamba

Üstün Yaratıcılığa Sahip Kişilerde Görülen Farklı 18 Davranış Biçimi

Yaratıcılık, tuhaf ve genellikle de mantık dışı görünen bir şeydir. Yaratıcı düşünce biçimi, bazı kişilik türleri için sabit ve belirgin bir karakter özelliğidir. Ama duruma ve şartlara göre de değişebilir. İlham ve fikirler en beklenmedik anda birden bire zihnimizde belirebilir, ama onlara en çok ihtiyaç duyduğumuz zaman bir türlü ortaya çıkmazlar. Yaratıcı düşünce özel bir algılama yeteneği gerektirirse de, düşünme sisteminden tamamen farklıdır.


Nörolojik bilim bugün yaratıcılıkla ilgili çok karmaşık bir fotoğraf ortaya koymaktadır. Bilim insanları artık yaratıcılığın sandığımız gibi sağ ve sol beyin farklılığıyla (sol beyin = mantıklı ve analitik, sağ beyin= yaratıcı ve duygusal ) açıklanamayacağını anlamış bulunuyor. Gerçekten de, yaratıcılığın bir dizi bilişsel süreçler, sinirsel akımlar ve duygular sonucu ortaya çıktığı düşülmekte, ancak yaratıcı zekanın nasıl çalıştığı hakkında hala net bir bilgimiz yok.
Psikolojik açıdan bakıldığında da, yaratıcı kişilikleri belirlemek çok zordur. Zira bu kişiler genelde karmaşık ve çelişkili davranışlar sergiler ve alışkanlıklardan ya da rutin işlevlerden uzak durmaya çalışır. Bu sadece “acı çeken sanatçı” şablonu da değildir – sanatçılar belki de daha zor anlaşılan kişilerdir. Yapılan araştırmalar, yaratıcılığın karakter özellikleri, davranış biçimleri ve sosyal etkilerin bir kişi üzerinde birleşmesiyle meydana geldiğini ortaya koyuyor.
Yaratıcılık konusunda uzun yıllardan beri çeşitli araştırmalar yapan New York Üniversitesi Profesörlerinden Scott Barry Kaufmann, Huntington Post’la yaptığı söyleşide “Aslında yaratıcı kişilerin kendi kendilerini anlayabilmeleri de çok zordur. Zira yaratıcı benlik yaratıcı olmayan benlikten çok daha karmaşıktır. En belirgin şekilde ortaya çıkan özellikler, yaratıcı benliğin çelişkileri ve tutarsızlıklarıdır…. Hayal gücü yüksek olan kişilerin zihinleri daha karmaşıktır” diyor.
Yaratıcı kişiliğin “tipik” bir tarifi olmasa da, üstün yaratıcılığa sahip kişilerde belli davranışlar ve karakter özellikleri görüldüğü kabul ediliyor. Bu kişilerde görülen 18 farklı davranış biçimi aşağıda yer alıyor:
Hayal Kurarlar.
Yaratıcı tipler, ilkokul öğretmenlerinden duyduklarının aksine, hayal kurmanın boşa zaman harcamak olmadığını bilirler.
Kaufman ve “Olumlu ve Yapıcı Hayal Kurma’ya Övgü” adlı makalenin eş yazarı psikolog Rebecca L. McMillan’a göre, düşünceler arasında gezinmek, yaratıcılığın “kuluçka sürecini” destekliyor. Zaten bizler de en iyi fikirlerimizin, aklımız bambaşka yerlerde gezinirken birden bire ortaya çıktığını biliriz.
Hayal kurmak her ne kadar düşünmek anlamına gelmez gibi görünse de, 2012 yılında yapılan bir araştırma, bunun çok yoğun bir zihin faaliyeti olduğunu ileri sürüyor – zira hayal kurma sırasında olayların bağlantıları birden bire fark edilebiliyor ve iç görü artabiliyor. Nörologlar ayrıca hayal kurmanın, imgeleme ve yaratıcılıkla aynı beyin işlevlerini içerdiği sonucuna ulaşmış bulunuyor.
Her şeyi gözlemlerler.
Dünya yaratıcı bir kişinin istiridyesidir – bulundukları her yerde fırsatlar görürler ve yaratıcı bir ifadeyi besleyebilecek tüm bilgileri özümserler. Henry James’in belirttiği gibi, “Bir yazar, hiçbir şeyin kaybolmasına izin vermez”. Yazar Joan Didion yanında her zaman bir not defteri taşırdı. Kişiler ve olaylarla ilgili gözlemlerini bu deftere yazdığını ve sonuçta kendi zihnindeki karmaşa ve zıtlıkları daha iyi anlayabildiğini söylerdi.
Didion “Not Defteri Tutmak” konulu makalesinde “Çevremizde gördüğümüz şeyleri ne kadar dikkatle kaydedersek, gördüğümüz her şeyin ortak paydası kendi benliğimizin şeffaf, utanç duyulacak ve acımasız bir yansıması olur” diyor. “Bu kayıtlar, özel bir duyguyu, zihnin kullanılamayacak kadar küçük bağlantılarını, sadece kayıt düşen kişiye bir anlam ifade eden gelişi güzel ve karmaşık bir düşünceler kümesini yansıtır.”
Kendileri için uygun olan saatlerde çalışırlar.
Büyük sanatçıların birçoğu en verimli çalışmalarını sabah çok erken ya da gecenin geç saatlerinde yaptıklarını söylerler. Vladimir Nabokov, sabah 6 veya 7’de uyanır uyanmaz yazmaya başlardı. Frank Lloyd Wright da sabaha karşı saat 3 veya 4’te uyanıp birkaç saat çalıştıktan sonra tekrar yatardı. Ne zaman olduğu hiç önemli değil, yaratıcı çalışmaları olan kişiler, zihinlerinin hangi saatlerde en verimli şekilde çalışmaya başladığını bilirler ve günlerini ona göre planlarlar.
“Yaratıcı fikirlere açık olabilmek için, yalnızlığı yapıcı bir şekilde kullanabilmeli, yalnız kalma korkusunu yenmelisiniz” diyor Amerikalı varoluş psikoloğu Rollo May..
Sanatçılar ve yaratıcı kişilerin hep yalnızlıktan hoşlandığı düşünülür. Bu her zaman doğru olmasa da, yalnızlık en iyi eserlerini yaratmaları için önemli bir unsur olabilir. Kaufman bunu yine hayal kurmaya bağlıyor – ve zihnimizin özgür bir şekilde dolaşabilmesi için kendimize yalnız kalabileceğimiz bir zaman yaratmamız gerektiğini belirtiyor. “İçinizdeki sesi dışa vurabilmek için, onunla iletişime geçebilmelisiniz. Eğer kendinizle iletişim kuramaz ve kendinizi yansıtamazsanız, o yaratıcı iç sesi bulmanız çok zordur” diyor.
Yaşamdaki engelleri tersine çevirirler.
Tüm zamanların en fazla iz bırakmış hikayeleri ve şarkıları yürek burkan acılardan ve kalp kırıklıklarından doğmuştur … bu üzüntülerin olumlu yönü ise, büyük bir sanat eserinin yaratılmasına yol açmış olmalarıdır. Psikolojinin “Travma sonrası gelişim” adı verilen yeni alanında, birçok kişinin yaşadığı zorlukları ve erken yaştaki travmaları yaratıcılıklarını önemli ölçüde geliştirmek için kullanabildikleri ileri sürülüyor. Araştırmacılar travmaların özellikle insan ilişkileri, maneviyat, yaşam sevinci, kişisel güç ve — hepsinden önemlisi yaratıcılık konusunda gelişmelerine ve hayatta yeni fırsatlar görebilmelerine neden olduğunu belirlemişler.
Kaufman “Birçok kişi bu tür travmaları gerçeği farklı bir perspektifle görebilmek için ihtiyaç duydukları bir güç olarak kullanabiliyor” diyor. “Hayatlarının bir noktasında bir travma yaşadıklarında, dünyanın güvenli veya koşulları belirlenmiş bir yer olduğu şeklindeki görüşleri yerle bir oluyor ve o andan sonra tüm sınırları aşarak her şeyi yepyeni ve farklı bir gözle değerlendiriyorlar – bu da yaratıcılığı müthiş destekleyen çok olumlu bir şey.”
Sürekli yeni deneyimler peşinde koşarlar.
Yaratıcı kişiler yeni deneyimler ve değişik duygular yaşamayı severler. Bu da yaratıcı üretkenliğe yol açan önemli bir öngörü kazanmalarını sağlar.
“Yeni deneyimlere açık olmak, yaratıcı başarının en önemli yapı taşıdır” diyor Kaufman. “Bu özelliğin değişik bilgiler edinmek, heyecan merakı, farklı duygular yaşamak, hayallere açık olmak gibi pek çok yüzü olsa da, hepsi birbiriyle bağlantılıdır. Hepsinin ortak noktası, hem iç – hem de dış dünyanızı zihinsel ve davranışsal açıdan keşfetmek arzusudur.”
Yenilgiden korkmazlar.
Yaratıcı başarının ön koşulu dirençli ve esnek olmaktır. Yaratıcı bir şeyi ortaya koyabilmek için, tekrarlayan başarısızlıklara aldırmayıp, yılmadan denemek gerekir. Yaratıcı kişiler – en azından başarıya ulaşmış olanlar – başarısızlığı kişisel olarak almamayı öğrenmişlerdir. Steve Kotler, Einstein’ın yaratıcı dehası ile ilgili bir makalesinde “Yaratıcı kişiler başarısız olur ve gerçekten yaratıcı olanlar çok sık başarısız olur” diyor.
Her şeyi sorgularlar.
Yaratıcı kişilerin doymaz bir merakı vardır – genelde kanıtlanmış koşullarda yaşamayı tercih ederler. Hatta yaşlandıktan sonra bile yaşamla ilgili merakları devam eder. Bazen yoğun tartışmalar şeklinde, bazen de tek başına düşüncelere dalarak çevrelerindeki dünyayı sürekli incelerler ve her şeyi neden ve nasıl diye sorgularlar.
İnsanları gözlemlerler.
Doğuştan gözlemci olan ve başkalarının hayatını merak eden yaratıcı kişiler genellikle insanları gözlemlemekten hoşlanır – ve bazen en iyi fikirlerini böyle geliştirirler.
“[Marcel] Proust hemen hemen tüm yaşamını insanları gözlemlemekle geçirmiş, gözlemlerini sürekli not etmiş ve bu notlar zaman içerisinde kitaplarına yansımıştır“ diyor Kaufman. “Birçok yazar için insanları gözlemlemek çok önemlidir… Bu kişiler insan doğasının tutkulu izleyicileridir.”
Risk alırlar.
Yaratıcı çalışmanın en önemli unsurlarından biri risk almaktır. Yaratıcı kişilerin çoğu da yaşamlarının çeşitli alanlarında aldıkları risklerden beslenir.
Steven Kotler Forbes’a yazdığı bir yazısında “Risk almakla yaratıcılık arasında derin ve anlamlı bir bağlantı vardır ve bu bağlantı genellikle gözden kaçar” diyor. Yaratıcılık hiç yoktan bir şey yaratma sanatıdır. Hayal gücü tarafından ileri sürülen iddiaları tüm dünyaya açabilmeyi gerektirir. Ürkek ve çekingen kişilere göre bir iş değildir. Zamanın boşa gitmesi, itibarın zedelenmesi, paranın ziyan olması… tüm bunlar ters giden yaratıcılığın yan ürünleridir.
Tüm yaşamı kendilerini ifade etmek için bir fırsat olarak görürler.
Nietzsche, insan yaşamının ve dünyanın bir sanat eseri olarak görülmesi gerektiğine inanırdı. Yaratıcı kişiler de dünyayı gerçekten bu şekilde görmeye ve günlük hayatın içinde sürekli olarak kendilerini ifade edebilecekleri fırsatları aramaya daha yatkın olabilirler.
“Yaratıcı ifade, kendini ifade etmektir,” diyor Kaufman. “Yaratıcılık, aslında ihtiyaçlarınızın, arzularınızın ve özgün benliğinizin kişisel bir ifadesi olmaktan başka bir şey değildir.”
Gerçek tutkularının peşinden giderler.
Yaratıcı kişiler doğal bir motivasyona sahiptir— yani onlar dışarıdan elde edilecek bir ödül veya onay kazanmak için değil, kendi içlerinden gelen doğal bir istekle hareket ederler. Psikologlar, zorlu koşulların yaratıcı kişileri motive ettiğini ileri sürüyor ki, bu da içsel motivasyonun bir işaretidir. Yapılan araştırmalar da, bir işe girişmek için sadece içsel nedenleri düşünmenin bile yaratıcılığı arttırdığını gösteriyor.
M.A. Collins ve T.M. Amabile’ın “Yaratıcılığın Rehberi” adlı eserlerinde belirttikleri gibi, “Üstün yaratıcı kişiler, zorlu ve riskli problemlerle uğraşmaktan büyük zevk alır. Zira bu onlarda yeteneklerini kullanabilmekten kaynaklanan bir güçlülük duygusu yaratır.”
Zihinlerini silerler.
Kaufman, hayal kurmanın bir başka yararının da kendimizi sınırlı bakış açımızdan kurtarması ve farklı düşünce tarzlarını araştırmamıza yardımcı olmasıdır. Bu da yaratıcılık için önemli bir unsur olabilir.
“Hayal kurmak, evrim geçirdi ve artık yaşadığımız anı unutmamıza yardımcı olan bir araç haline geldi” diyor Kaufman. “ Beynimizin hayal kurmayla bağlantılı olan düşünce ağı, zihin teorisiyle bağlantılı olan düşünce ağıyla aynı – ben buna ‘hayal kurmanın düşünce ağı’ diyorum. Bu tarz düşünce sadece gelecekteki kendinizi hayal etmenizi sağlamakla kalmaz, aynı zamanda başkasının da ne düşündüğünü hayal etmenize yardımcı olur.”
Yapılan araştırmalar ayrıca “psikolojik mesafe” koymanın – yani olaylara bir başka kişinin bakış açısıyla bakmanın veya bir sorun hakkında sanki gerçek değilmiş veya bilmediğiniz bir şeymiş gibi düşünmenin yaratıcı düşünceyi desteklediğini ortaya koyuyor.
Zaman kavramını unuturlar.
Yaratıcı kişiler, yazı yazarken, dans ederken, resim yaparken veya kendilerini başka bir şekilde ifade ederken, transa girmek diye bilinen ve yaratıcılıklarını en üst düzeye çıkartan “başka bir boyuta” geçtiklerini görebilirler.
Trans durumundaki biri, bilinçli düşünce halinin ötesine geçerek çabasız bir konsantrasyon düzeyine ve sakinliğe ulaşır. Kişi bu durumdayken, içeriden veya dışarıdan gelebilecek tüm baskılara ve dikkatini dağıtarak performansını etkileyebilecek her şeye karşı duyarsız olur.
Trans durumuna, zevk aldığınız, çok iyi yaptığınız, ama aynı zamanda – her iyi yaratıcı projede olduğu gibi – sizi zorlayan bir faaliyet sırasında girersiniz.
“Yaratıcı kişiler, ne yapmaktan zevk aldıklarını bilirler – ve aynı zamanda o işi yaparken trans durumuna girme becerisini de kazanmışlardır” diyor Kaufman. “Trans durumu, becerilerinizle yapmakta olduğunuz faaliyet arasında bir uyum olmasını gerektirir.”
Kendilerini güzelliklerle çevrelerler.
Yaratıcı kişiler genelde çok zevkli olurlar. Bu nedenle de çevrelerinin güzelliklerle dolu olmasından hoşlanırlar.
Estetik, Yaratıcılık ve Sanatın Psikolojisi (Psychology of Aesthetics, Creativity, and the Arts) adlı dergide yayınlanan bir araştırma, orkestra müzisyenleri, müzik öğretmenleri ve solistler de dahil olmak üzere müzikle uğraşan kişilerin sanatsal güzelliğe karşı yüksek bir duyarlılık ve ilgi gösterdiklerini ortaya koyuyor.
Noktaları birleştirirler.
Yüksek yaratıcılığa sahip kişileri diğerlerinden ayıran bir özellik varsa, o da başkalarının göremedikleri fırsatları görme yetenekleridir – veya bir başka deyişle vizyonlarıdır. Birçok büyük sanatçı ve yazar, yaratıcılığın başkalarının birleştirmeyi düşünemedikleri noktaları birleştirme yeteneği olduğunu söyler.
Steve Jobs şöyle diyordu:
“Yaratıcılık sadece noktaları birleştirebilmektir. Yaratıcı kişilere bir şeyi nasıl yaptıklarını sorarsanız, biraz utanacaklardır. Zira onlar aslında bir şey yapmamış, sadece ortada olan bir şeyi görmüşlerdir. Bir süre sonra bu onlar için doğal bir şey olmuştur. Yaşadıkları deneyimleri birleştirmeyi başarmışlar ve yeni şeyler oluşturmuşlardır.”
Sürekli bir şeyleri yıkıp değiştirirler.
Kaufman, farklı deneyimlerin yaratıcılık için her şeyden daha önemli olduğunu söylüyor. Yaratıcı kişiler bir şeyleri yıkıp değiştirmekten, yeni şeyler denemekten hoşlanır ve hayatı monoton veya sıradan yapan her şeyden kaçınırlar.
“Yaratıcı kişilerin çok çeşitli deneyimleri vardır. Alışkanlıklar ise farklı deneyimler edinmeyi imkansız kılar” diyor Kaufman.
Farkındalık için zaman ayırırlar.
Yaratıcı kişiler net ve odaklanmış bir zihnin değerini bilirler – zira yaratıcılıkları buna bağlıdır. Birçok sanatçı, girişimci, yazar ve David Lynch gibi diğer yaratıcı kişiler, en yaratıcı düşünce düzeyine ulaşabilmek için meditasyonu bir araç olarak seçmişlerdir.
Farkındalığın beyin gücünü birçok açıdan arttırdığı görüşü bilimsel olarak da destekleniyor. 2012 yılında Hollanda’da yapılan bir araştırma, belli meditasyon tekniklerinin yaratıcı düşünceyi destekleyebileceğini ortaya koyuyor. Farkındalık uygulamaları hafıza ve odaklanmayı güçlendirdiği gibi, aynı zamanda stres ve heyecanı azaltıyor, duygusal durumu iyileştiriyor ve zihinde netlik sağlıyor – bunların hepsi de yaratıcı düşünceyi destekleyebilen unsurlar.

Kaynak: Huffington Post
Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone