22 Kasım 2016 Salı

Bir Kadın, Üç Adam

Hiç şiir yazmadan, şiir dünyasına damgasını vurur mu insan?
İkinci Yeni Şiir Akımı dendiğinde, öykücü olmasına karşın adı anılmadan geçilmeyecek isimlerdendir Tomris Uyar.  Üç büyük şairin kalbini çalmış, şahsına yazılan şiirlerle İkinci Yeni Şiir Akımı'nın en çok konuşulan isimlerinden olmuştur.
Gazeteci - Şair Ülkü Tamer'le evliyken, Cemal Süreya'ya aşık olmuş, ikiside eşlerinden ayrılarak üç yılı birbirlerine adamışlardır. Cemal Süreya'nın Tomris'e aşkını onun dizelerinden okuyalım:

Ayışığında oturduk
Bileğinden öptüm seni
Sonra ayakta öptüm
Dudağından öptüm seni
Kapı aralığında öptüm
Soluğundan öptüm seni
Bahçede çocuklar vardı
Çocuğundan öptüm seni
Evime götürdüm yatağımda
Kasığından öptüm seni
Başka evlerde karşılaştık
İliğinden öptüm seni
En sonunda caddelere çıkardım
Kaynağından öptüm seni

Cemal Süreya'dan ayrılmak üzereyken, hayatının aşkı, çocuklarının babası Turgut Uyar da eşinden
ayrılmıştır. Turgut Uyar çocuklarıyla İstanbul'a gelir ve daha önceden tanışıklığı olan Tomris Uyar'la yakınlaşması başlar.  Turgut Uyar sıkıntılı bir dönemden geçtiği yıllar boyunca şiir yazmaz ve Tomris Uyar'la tanışması Turgut Uyar'da yeniden şiir yazma isteğini uyandırmayı başarır. Bu yakınlaşma evlilikle sonlanır.
Turgut Uyar tüm yaşamı boyunca Tomris hanımı deli gibi kıskanmıştır, ona aşık olanlara bakılacak olursa, bu duygusunda pek de haksız sayılmaz. Tomris hanıma yazdığı en meşhur dizeler şöyledir:

Senin için alışılmış şeyler söyleyemem sana yaraşmaz
Kış gecesi amcamızdır bahar yakından kardeşimiz
Alır başımı Erzincan'a giderim seni düşünmek için
Dörtlükleri bozarım çünkü dağlar ne güne duruyor
Kıyılar ve eskimeyen her şey seni anlatmak için
Bir bozuk saattir yüreğim hep sende durur
Ne var ki ıslanır gider coşkunluğum durmadan
Durmadan
Dağ biraz daha benden deniz her zaman senden
Hiçbir dileğimiz yok şimdilik tarihten coğrafyadan
Kimselere benzemesin isterim seni övdüğüm
Seni övdüğüm zaman
Güzel bir çingene yalnız başına dolaşmalı kırlarda
Seni övdüğüm zaman

Edebiyat çevreleri tarafından Tomris Uyar'a olan hayranlığının iyi bilindiği diğer platonik aşık, büyük şair Edip Canesever'dir. Cansever, Tomris Uyar'ın her doğum gününde ona yeni bir şiir yayınlayarak seslenir. Şair ona "Bir adın vardı senin, Tomris Uyar'dı" diye seslenmişti, o meşhur "Yaş Değiştirme Törenine Yetişen Öyle Bir Şiir'de".

Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç
Yağmurlar altında gördüm, kadeh tutarken gördüm de
Bir kıyıya bakarken, bakarken ki ağlayan yüzünle
Ve yarışırsa ancak Monet'in
Kadınlarına yaraşan giysilerinle
Gördüm de
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
Öyle kısaydı ki adımların, diyelim bir yaz tatilinde
Bir otel kapısının önünde, tahta bir köprünün üstünde
Bir demet çiçekle paslanmış bir kedi arasında
Öyle kısaydı ki adımların
Şöyle bir bardak yıkayışının vaktiyle
Ölçülür ve denk düşerdi ancak
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
Yok bir yanıtın ''nereye'' diyenlere
Bir buz titreşimi gibi sallantılı ve şaşkın
Ve çabuk bir merhaban vardır bir yerden gelenlere
O bir yerler ki, diyelim çok uzak olsun
Sen gelmiş gibisindir oralardan, otobüslerden
Yollardan, deniz üstlerinden topladığın gülüşlerle
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
Seni görünce dünyayı dolaşıyor insan sanki
Hani Etiler'den Hisar'a insek bile
Bir küçük yaşındasın, boyanmış taranmışsın
Çok yaşında her zamanki çocuksun gene
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
Mart ayında patlıcan, ağustosta karnıbahar
Mutfağın mutfak olalı böyle
Bir adın vardı senin, Tomris Uyar'dı
Adını yenile bu yıl, ama bak Tomris Uyar olsun gene
Ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma
Oysa güneş pek batmadı senin evinde
Söyle
Ben seni uzun bir yolda yürürken gördüm müydü hiç.
 
Bir dönemin, bir akımın gözdesi olmuş bir kadın Tomris Uyar...
Kendisine hiç şiir yazılmamış biri olarak ben, kendisini yakından tanımış olmayı isterdim doğrusu. Usta şairlere ilham kaynağı olmuş, bize de bu güzel şiirlerin ulaşmasını sağlamış olan Tomris Uyar'a sonsuz teşekkürler... Kendi cennetlerinde huzur içinde uyusunlar....





SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone      


15 Kasım 2016 Salı

Özlüyorum

Boğazım düğüm düğüm, dolunay mı ki sebebi? Zor geçen günler, geçmişin gölgesinde. Garipsenmiş duygular gece karanlığı. Aydınlatır mı dolunay, yeter mi ışığının gücü? Söylenmesi gerekenlere susulmuş, söylenmemesi gerekenlere konuşulmuş. Bir tuhaf şey doğrusu. Ard arda gelen yalnızlıklar, sarılmanın, kucaklamanın sıcağında. Henüz dumanı tütüyor üstünde. Fırından taze çıkmış ekmek kokusu kıvamında. Kalabalıklar içinde bir garip yalnızlık duygusu. Ruhum sıcak, kaynayan su, bedenim buzdağı.
Bu ne tezat böyle. Herkes gülüşüp oynaşıyor, ben ruhumu teslim ediyorum hüzne... Babam daha sık düşer oldu aklıma. Gözpınarlarım hazırda, akmak için hatıraları canlandırıyor arka planda. Halen babamın fotoğraflarına bakmakta zorlanıyorum. Buna rağmen görüntüsü çok net. Bu nasıl olur, o kadar canlı ki. Dokunmak, sarılmak istiyorum. O kadar canlı. Özlüyorum, bugünlerde daha çok özlüyorum. Özlem içimde alev topu gibi büyüyor büyüyor daha da büyüyor. Gidene yok çare. Kal desem kalırmıydın benle. Savruluyor anılarım sonbaharın rüzgarında, sararmış yapraklar gibi fotoğraf kareleri dört yanımda. Bakıyorum öylece, her şey ağır çekimde. Sonra donuyor anlar zaman diliminde. Güzel bir an, mutlu bir karede kitleniyor gözlerim. Amasra'da, deniz arkada, gün batıyor, anneanne, dede ve torun. Babamın gözleri parlıyor, yanında bir tanecik torunu, kıymetlisi. Öylece donmuş karede, anda kalmış her şey. Gözlerimi kapatıyorum, o an'a gidiyorum. Anılar, kayıp şehir.
Yokluğunla üstümü örttüm, şiire, kitaba boğdum kendimi babam...

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

Gecenin Uzun Söylevi

I.
Coşkularımız yetim kaldı. Yoksul kağıtlarımızı onarmıyor artık şiirlerimiz. Şiirlerimizin kireci vuruyor yüzümüzdeki duvara. (Eksik fakat aydınlık anlatımları her çeşit mutsuzluğun...) Ve ellerimizi koğuşturuyoruz durmadan. Sabıkalı şiirlerimizden artan ve kendimizce yorumladığımız ellerimizi. Durmadan kendimize tırmanıyoruz uzun soluklarla. Ayaklarımız çiğnenmiş leylaklardan devşirilmiş; leylak yorgunu sarp yollar inmekte denizin sabıkalı sevdalarına.
(Korsan yorgunu denizin; gökyüzüne rengi yitik şafakların yamadığı...)

II.
Gece. Zaman ihtilali. Kurşun geçirmez yüreklerimiz. Yani uzatmalı yasakların konakladığı o mağrur suskunluk. Kuşatmalardan artakalmış yaralı insanliğina kefil yürek. Şimdi gecenin uzun söylevinde yaşanan dilsiz şiirlerin yitik kafiyelerine ayak uydurmaya çalışıyor. Yetim kalmış çarpıntılarına; yaralarını sararak. Geveze dilsizliğin ikilemini yaşayan kafiyelerin küçük, ürkek adımlarına. Sessizliklerinde dingin bir barışıklığın büyüsü. Hangi büyülerle onarmaktayız kendimizi, bir parça daha yaşamak için.
(Kıyılarımızda suskunluk. –Ellerimizin bizle birleştiği yerde- Biz lisanı bilinmeyen rehin bırakılmış bir coğrafya atlası.) Oysa deniz biziz. Kıyı biz. Sevişmek, bir gençlik karantinası.
Ve uzun kalemlerin gölgeleri dolaşıyor yaralı duyarlıklarımızın üzerinde.

Biz gündüz sürgünleri!
Yazmakla tamamladık mı kendimizi?
Yazmakla tanımladık mı?
Kalemlerimizin uçları yine de nar çiçeği.

III.
Eski harfler kilitlemiş babamın tarihini cep yazmalarında. Ağır bir gözlük kalmış tahta mağaralarında deri çekmecelerin (ve uzun senelerin) . Beni o tanımlayabilirdi ancak. İnce siyah çizgili, o acı yeşil, kırık dolmakaleminin kuruyan kanıyla. (O hiç unutamadığım dolmakaleminin. Ve herkesin hırsızı şiirlerinin...) Beni o tanımlayabilirdi ancak. Ben beş yaşındayken öldürdüğüm babam. Şimdi yırtık fotoğraflarını arka cebimde gezdirdiğim sünnetçi babam.

IV.
Acımlayabilirim biraz daha. Dilerseniz biraz daha ışıklandırabilirim nesnel gerçekliğimi; (sizler için) . Bana kendimi anlatmamış beni size anlatabilirim. Şiirlerimle sizden kaçırdıklarımı (gecelerimi) yakınlaştırabilirim karanlığımla.
Gece. zaman ihtilali. Bu kültür birikimi hangi umarsız unutkanlığımızın hüviyetidir? Açıklar mısınız?

V.
Siz ve biz (birbirimizi görmeden, belki görmek bile istemeden) bin yıl daha gezinelim aynalı karanlığımızda. Yeraltı duyarlıklarımızdan biçtiğimiz civan giysilerimizin görece özerkliğini sınayalım. Gecenin eklemediği isyanlarımız ve şiirlerimizle; belin ve kanın eklemediği ideoloji çarşaflarında. Yani her sevişmenin son ihtilal provasında.
Ve bin yıl daha kilitleyelim gizlerimizi çarşılı ilişkilerimizle. Çarşılı ilişkilerimizin müfredata uygun diliyle.
Belki sonra, ondan sonra, her şey açık, apaçık yazılabilir, herkes için.
(Bir duyarlık ihtilalinde kendimizi talan edip, sevdiğimiz zaman...)

VI.
Kan. İrmak tanrısının suçu kan.
Kimsenin birbirini tanımaması, anlamaması bundan.

VII.
Şimdi gecenin uzun söylevinden, insan olmaktan, toplumsal bir insan olmaktan, onanmaktan ve redd-i ilhaktan toplayabildiklerimiz bunlar. Kendimiz.
Sunaklarımıza acılarımızı koyuyoruz.
Bunlar hiçbir hapishanede yazılmamış hapishane defterleridir Efendim. Lütfen kabul buyrunuz.

MURATHAN MUNGAN

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

9 Kasım 2016 Çarşamba

Freud’un Yeğeni Bernays ve Reklamcılık: Güvensizlik Duygumuz Nasıl Alınıp Satılır?

1920’lerde kadınlar sigara içmezdi. Ya da içerlerdi ama bu yüzden sertçe yargılanırlardı. Bu bir tabuydu. İnsanlar, okuldan mezun olmak ya da Meclis’e seçilmek gibi, kadınların sigara içme işini de erkeklere bırakmaları gerektiğine inanıyorlardı.
Bu durum, tütün endüstrisi için bir problemdi. Nüfusun %50’sinin, sigara içmemesinin nedeni sigaralarının demode olması ve kaba görünmesinden başka bir şey değildi. Amerikan Tütün Şirketi’nin başkanı George Washington Hill’in o zamanlarda dediği gibi “Bu ön bahçemizde bir altın madeni” idi ve durum böyle devam edemezdi. Sektör birçok kez sigarayı kadınlar için pazara sokmaya çalıştı ama hiçbir yöntem işe yaramış gözükmüyordu. Kökleşmiş kültürel önyargı çok derindi ve buna engel oluyordu.
Çok geçmeden, 1928’de Amerikan Tütün Şirketi, çılgın fikirleri ve daha çılgın pazarlama kampanyaları olan, genç ve becerikli pazarlamacı Edward Bernays’i işe aldı.
Bernays’in pazarlama taktikleri o günlerde sektördeki hiç kimsenin taktiklerine benzemiyordu. Yirminci yüzyılın başlarında, pazarlama, basitçe ürünün elle tutulur, gerçek faydalarının en sade haliyle, kısa ve öz anlatımı olarak görülüyordu. O dönemde insanların niteliklere ve bilgilendirmeye göre satın aldığına inanılıyordu. Birisi peynir almak istiyorsa, ona peynirin diğerlerinden üstün olduğunu gösteren niteliklerini anlatmanız gerekiyordu (“En taze Fransız keçi sütünden, 12 gün mayalanmış, buzdolabında taşınmıştır!”). İnsanlar, rasyonel satın alma kararları veren rasyonel aktörler olarak görülmüşlerdir. 
Ama Bernays biraz daha sıra dışıydı. O, insanların çoğu zaman rasyonel kararlar almadıklarına inanıyordu. Hatta, insanların temelde oldukça irrasyonel olduklarını ve bu yüzden onları duygusal ve bilinçdışı seviyede etkilemek zorunda olduklarına inanıyordu.
Tütün sektörü, özel olarak kadınları sigara satın almaya ve içmeye ikna etme konusuna odaklanmışken; Bernays bunu duygusal ve kültürel bir mesele olarak görüyordu. Bernays kadınların sigara içmesini istiyorsa, öncelikle sigara içmenin kültürel algılanışını yeniden şekillendirerek, kadınlar için sigara içmeyi duygusal olarak pozitif bir deneyim haline dönüştürmek zorundaydı.
Bunun için, Bernays bir grup kadını New Yok’taki paskalya bayramı gösterisine katılması için kiraladı. Bugün, kanepede televizyonun karşısında homurdanarak uyuklamak gibi sıradan şeyler yaptığınız büyük tatil günlerinden biridir. Fakat o gün yapılan gösteriler, Amerikan futbol şampiyonasının final müsabakası gibi büyük bir olaydı.
Bernays’ın planladığı şuydu: Uygun bir anda, her şey duracak ve gösterideki kadınların hepsi aynı anda sigaralarını yakacaktı. Sonra, Bernays’in kiraladığı fotoğrafçılar bu göz alıcı ânı fotoğrafladı ve bu fotoğraflar büyük ulusal gazetelere gönderildi. Bunun üstüne Bernays muhabirlere bu kadınların yalnızca sigaralarını değil, onların kendi bağımsızlıklarını ortaya koyma kapasitelerini ve kadınlığın kendilerine ait olduğunu gösteren “özgürlük meşaleleri”ni yaktıklarını söyledi.
Tabi ki bunların hepsi sahteydi. Ama Bernays bunu siyasal bir protesto olarak düzenledi, çünkü ülke genelinde kadınların sahiplenici duygularını harekete geçireceğini biliyordu. Feministler kadınlara oy kullanma hakkını on yıl önce kazandırmışlardı. Kadınlar artık ev dışında çalışıyordu ve ülke ekonomisiyle daha fazla bütünleşmiştiler. Yarışan kıyafetleri ve kısa saçlarıyla kendilerini var ediyorlardı. Bu dönemin kadınları aynı zamanda kendilerini erkeklerden bağımsız olarak gören ilk nesildi. Birçoğu bunu çok güçlü bir biçimde hissediyordu. Bernays, “sigara içmek=özgürlük” eşleştirmesi ile kadın özgürlük hareketine bir mesaj gönderdi, böylece tütün satışlarını iki katına çıkararak zengin bir adam oldu.
Ve işe yaradı. Kadınlar sigara içmeye başladı ve eşleri kadar onlar da akciğer kanserinin keyfini çıkarmaya başladılar.
Tüm bunlarla beraber, Bernays 1920’ler 30’lar ve 40’lar boyunca bu türden kültürel darbeler ortaya koymaya devam etti. O, pazarlama sektöründe tam anlamıyla bir devrim yarattı ve süreç içinde halkla ilişkiler alanını keşfetti. Kullandığınız ürün için ünlülere ödeme yapmak Bernays’in fikriydi. Sahte haber metinleri yaratmak aslında ürünlerin üstü kapalı reklamını yapmaktı ve bu da onun fikriydi. Müşterilerin biri için bile olsa kötü ün kazanmak uğruna dikkat çekmek amacıyla tartışmalı kamusal olaylar sahneye koymak da onun fikriydi. Bugün bizlerin karşılaştığı pazarlama ve tanıtımın neredeyse her biçimi Bernays ile başladı.
Fakat Bernays ile ilgili başka bir sürpriz daha var: O, Sigmund Freud’un yeğeni.
Ferud’un teorileri, birçok insanın karar alma süreçlerinde esasen bilinçsiz ve irrasyonel olduğunu ilk tartışan teorilerdir. Freud insanların güvensizlik duygusunun onları abartıya ve aşırı tepkiye götürdüğünü fark eden tek kişiydi. Aynı zamanda Freud, insanların, özellikle grup içinde, kolayca manipule edilebilen hayvanlar olduğunu anlayan tek kişiydi.
Bernays bu fikirleri ürünlerin satılması için uyguladı ve böylece zengin oldu.
Freud sayesinde, Bernays sektörde daha önce kimsenin anlamadığı bir şeyi anladı: Eğer insanların duygusal güvensizliklerinden faydalanabilirseniz -eğer onların en derin duygularına ve yetersizliklerine dokunabilirseniz- söylediğiniz her lanet şeyi satın alacaklardır.
Bu türden pazarlama, gelecekteki tüm reklamcıların kılavuzu haline geldi. Kamyonlar, erkekler için güç ve dayanıklılığın kanıtı olarak pazarlandı. Makyaj, kadınlar için aşık olunmanın ve daha fazla dikkat çekmenin yolu olarak pazarlandı. Bira, eğlenmenin ve partinin dikkat merkezi olmanın bir yolu olarak pazarlandı. Demek istediğim, Tanrım, hiçbir mantığı olmasa da, Burger Kingpiyasa hamburgerleri için, “Nasıl istersen öyle olsun”’u kullandı.
Sonuç olarak, bir kadın magazin dergisi, 150 sayfa boyunca, güzellikten para kazanan yüzde olarak nüfusun 0.01’i olan saçı boyanmış kadın resimleri sergileyerek, bu kadınlar dışındakilere güzellik ürünü satışını başka türlü nasıl yapabilirdi ki? Ya da bira reklamları gürültülü partilerle arkadaşlar, kızlar, memeler, spor arabalar, Vegas, arkadaşlar, daha fazla kız, daha fazla meme, daha fazla bira, kızlar, kızlar, kızlar, partiler, dans, arabalar, arkadaşlar, kızlar göstererek!- Budweiser İç…
Bunların hepsi bugün Pazarlama 101. Pazarlama okumaya ilk başladığımda, ilk işime başladığımda, bana insanların “ağrılı noktalarını” bulmamı ve sonra daha kötü hissetmelerini sağlamamı söylediler. Sonradan da benim ürünümün onlara daha iyi hissettireceğini söylememi istediler. Ben ilişki tavsiyesi satıyordum, benim durumuma göre fikir, insanlara, sonsuza kadar yalnız kalacaklarını, onları hiç kimsenin sevmeyeceğini ve bir şeyin yanlış olduğunu söylememdi.
Tabi ki öyle yapmadım, bu bana berbat hissettirirdi. Nedenini anlamam yıllarımı aldı.
Bugün kültürümüzde, pazarlama genel olarak bir mesajdır. Bilgimizin büyük çoğunluğu maruz kaldığımız pazarlama biçimlerinden kaynaklı. Pazarlama sürekli bize kendimizi kötü hissettirerek bir şeyler satın almamız için çabalıyorsa, bunun nedeni içinde var olduğumuz kültürün bize kendimizi kötü hissettirmek üzere düzenlenmiş olması ve bunu aşmak için bir yol aramamız.
Uzun yıllar boyunca gözlemlediğim bir şey var; bana, tavsiye ya da herhangi bir şey için mail atan binlerce insanın büyük çoğunluğu tanımlanabilir bir probleme sahip görünmüyordu. Tersine, kendileri için yarattıkları garip ve gerçekdışı ölçütlere sarılıyorlardı. Havuz partileri ve bikini giyen kadınlar beklentisi ile koleje giden bir çocuk gibi hayal kırıklığına uğruyor ve kendilerini sosyal olarak uyumsuz hissediyorlardı. Çünkü okula gitmek, derslere sıkı çalışmak, yeni arkadaşlar edinmek zorundaydılar ve sürekli kendilerine güvensizdiler çünkü asla eski benliklerini yaşayamayacaklar. İkinci deneyim oldukça normal, ama öyle ya da böyle her haft asonu kendilerini, hayvan barınağına gider gibi üniversiteye attılar.
Bu tür şeyler herkese oluyor. Kendimden biliyorum, benim de gençken romantizm ve ilişki algım rastgele bir Friends bölümü ile Hugh Grant filmi arasında bir şeydi. Söylemeye gerek yok, uzun yıllarımı tükenmiş hissederek ve bende doğuştan bir gariplik varmış diye düşünerek harcadım.
Bernays aslında tüm bunların farkındaydı. Fakat Bernays’in siyasi görüşleri bir tür zayıflatılmış faşizm gibiydi -zayıflıkların, güçlü medya ve propaganda yoluyla sömürülmesinin hem kaçınılmaz hem de insanların faydasına olduğuna inanıyordu. Buna “görünmez hükümet” adını vermişti ve genel olarak kitlelerin aptal olduğunu ve zeki insanların onları ikna etmeye hakkı olduğunu düşünüyordu.
Toplumumuz tarih içinde ilginç bir noktaya evrildi. Kapitalizm, teorik olarak, herkesin ihtiyaç ve taleplerini gidermek için mümkün olan en etkili yolla kaynakların paylaştırılması için çalışır.
Fakat belki de kapitalizm yalnızca toplumun fiziksel ihtiyaçlarını gidermede en etkili yoldu -yiyecek, giyecek, barınma gibi ihtiyaçları. Çünkü kapitalist sistem, ekonomi yoluyla insanların güvensizliklerini, kusurlarını ve zayıflıklarını besleyen; onların korkularını, yetersizliklerini ve başarısızlıklarını destekleyen bir hal aldı. Kâr odaklı yeni ve gerçek dışı ölçütler edinerek, karşılaştırma ve aşağılama kültürünü doğurdu. Çünkü kendini aşağıda hisseden insanlar en iyi müşterilerdi.
Sonuç olarak, insanlar bir problemi çözmek için bir şeyler satın almaları gerektiğine inandılar. Bu yüzden, daha fazla satış yapmak istiyorsanız, olmayan problemler varmış gibi insanları inandırmak zorundasınız.
Bu kapitalizme bir saldırı değil. Pazarlamaya saldırı da değil. Ortada “koyun”ları elde tutmak için düzenlenmiş büyük ve kapsayıcı bir komplo olduğunu düşünmüyorum. Bence sistem, medyayı yönlendirerek belirli teşvikler yaratıyor; bunun üstüne medya da devamlı olarak bir şeylere ulaşma çabasına dayanan, duyarsız ve yüzeysel bir kültürüşekillendiriyor.
Genel anlamıyla sistemimiz bunu başardı, devam da ediyor. Ben bunun, insan medeniyetini düzenlemek için “en az kötü” çözüm olduğunu düşünüyorum. Ölçüsüz kapitalizm, farkındalığı ve uyumu öğreten bir “kültürel yük” getiriyor. Genellikle bizim ekonomimizde pazarlama, güvensizliklerimizi iyileştirmemize yardımcı olmuyor, aksine daha fazla kâr yapmak için kasti olarak yetersizliklerimizi ve bağımlılıklarımızı tetikliyor.
Bazıları bunların devlet tarafından düzenlenip kontrol edilmesi gerektiğini savunuyor. Bu belki biraz yardımcı olabilir ama bana iyi ve uzun süreli bir çözümmüş gibi görünmüyor.
Tek gerçek uzun vadeli çözüm; insanların, kitle iletişim araçlarının zayıflıkları ve hassasiyetleri kışkırttığını anlama ve bunlar karşısında korkularıyla yüzleşerek bilinçli kararlar alma yönünde öz farkındalıklarını arttırmalarıdır.
Serbest piyasanın başarısı, bize seçme özgürlüğümüzü uygulama sorumluluğu vermesidir ve bu sorumluluk bizim farkında olduğumuzdan çok daha ağır.
Yazar: Mark Manson
Çevirmen: Asena Elif Akgül
Kaynak: MM.NET 

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

8 Kasım 2016 Salı

Ağır Ölüm

Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar,
her gün aynı yoldan yürüyenler,
yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler,
giysilerinin rengini değiştirmeyenler,
tanımadıklarıyla konuşmayanlar.
Ağır ağır ölür tutkudan ve duygulanımdan kaçanlar,
beyaz üzerinde siyahı tercih edenler,
gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında onarılmış yüreği
küt küt attıran bir demet duygu yerine
“i” harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler.
Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler,
bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar,
hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler.
Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar,
okumayanlar, müzik dinlemeyenler,
gönlünde incelik barındırmayanlar.
Ağır ağır ölür özsaygılarını ağır ağır yok edenler,
kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler,
ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar,
daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler,
bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar,
bildikleri şeyler hakkındaki soruları yanıtlamayanlar.
Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden,
anımsayalım her zaman: yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.
Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına.

Pablo Neruda

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

2 Kasım 2016 Çarşamba

Bir Öylesin Bir Böyle

Şehir bir uyuyor, bir uyanıyor...
Aydınlık karanlığa gebe,
Karanlık aydınlığa.
Gün bir batıyor, bir doğuyor...
Çaresizlik çareye gebe,
Çare de çaresizliğe.
Işık doğudan yükseliyor,
Batıdan batıyor...
Umut umutsuzluğa gebe,
Umutsuzluk umuda.
Her ne yaşanıyorsa,
Biri bitiyor, biri başlıyor.
Bugün gülüyorsun,
Yarın ağlıyor.
Bugün yağmur yağıyor,
Yarın güneş açıyor.
Bir öylesin,
Bir böyle...
Sevda ayrılıklara gebe,
Ayrılıklar yeni bir sevdaya.
Kalbini beyaz taşlarla toprağa çiziyorsun...
Denizde dalgalar bir yüksekiyor,
Bir iniyor...
Taş sektiriyorsun...
Hayatta işte böyle...

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

25 Ekim 2016 Salı

Benden İçeri (Severim Ben Seni)

Severim ben seni candan içeri 
Yolum vardır bu erkandan içeri 

Beni bende demem bende değilim 
Bir ben vardır bende benden içeri 

Nereye bakar isem dopdolusun 
Seni nere koyam benden içeri 

O bir dilber dürür yoktur nişanı 
Nişan olur mu nişandan içeri 

Beni sorma bana bende değilim 
Suretim boş yürür dondan içeri 

Beni benden alana ermez elim 
Kim kadem basa sultandan içeri 

Tecelliden nasip erdi kimine 
Kiminin maksudu bundan içeri 

Kime didar gününden şule değse 
Onun şulesi var günden içeri 

Senin aşkın beni benden alıptır 
Ne şirin dert bu dermandan içeri 

Şeriat tarikat yoldur varana 
Hakikat meyvası andan içeri 

Dini terk edenin küfürdür işi 
Ol ne küfürdür imandan içeri 

Unuttum din diyanet kaldı benden 
Bu ne mezhep dürür dinden içeri 

Süleyman kuş dilin bilir dediler 
Süleyman Süleyman'dan içeri 

Geçer iken Yunus şeş oldu dosta 
Kim kaldı kapıda andan içeri


Yunus Emre

İyi ki doğdun Yunus Emre
(25 Ekim 1894)


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

Kalbiyle Yönetmek

Melborn McBroom, yanında çalışanları yıldıracak kadar  çabuk parlayan, buyurgan bir mizaca sahip bir patrondu. Eğer McBroom bir büro ya da fabrikada çalışıyor olsaydı, bu gerçeğin kimse farkına varmayabilirdi. Ancak McBroom bir uçak pilotuydu.
1978'de bir gün, uçağı Oeregon'un Portland kentine yaklaşırken, McBroom iniş takımlarında bir sorun olduğunu fark etti. Bunun üzerine, yüksek irtifada beklemeye geçti ve havaalanı üzerinde tur atarken, bir yandan da mekanizmayı kurcalamaya başladı.
McBroom iniş takımlarına kafayı takadursun, uçağın yakıt göstergeleri yavaş yavaş sıfıra iniyordu. Felaketin yaklaştığını gördükleri halde, McBroom'un gazabından korkan yardımcı pilotlar, hiçbir şey söylemediler. Uçak düştü ve on kişi öldü.
Bugün bu düşüşün hikayesi havayolu  pilotlarına güvenlik eğitimi sırasında bir ibret öyküsü olarak anlatlmaktadır. Uçak kazalarının yüzde sekseninde pilot hataları, uçuş ekibinin birbiriyle daha uyumlu çalışması durumunda önlenebilecek türdendir. Ekip çalışması, açık iletişim hataları, işbirliği, dinleme, fikrini söyleme, günümüzdeki pilot eğitimi sırasında teknik beceri kadar vurgulanmaktadır.
Uçağın kokpiti herhangi bir işleyen organizasyonun minyatürü, yani küçültülmüş çapta bir modeldir. Ancak, bir uçağın yere çakılması gibi dramatik bir gerçekliğin sınanmasına tabi olmayan işyerlerinde, moral bozukluğuyla yıldırılmış işçilerin veya kibirli patronların-ya da bir işyerindeki diğer düzinelerce duygusal eksiklik bileşimlerinin-o yıkıcı etkileri, dar çevrenin dışındakiler tarafından çoğu kez fark edilmeden sürüp gider. Ancak bunların bedeli; düşen üretkenlik, giderek artan teslimat gecikmeleri, yanlışlıklar, aksilikler ve çalışanların daha cana yakın ortamlara kaçması gibi işaretlerden okunabilir. Sonuçta, işteki düşük duygusal zeka düzeyilerinin, şirketin temelini etkileyen bir  maliyeti vardır. Bu çok yaygın bir hal alırsa şirketler de yere çakılıp yanabilir.
Duygusal zekanın maliyet açısından verimliliği etkilemesi, iş dünyasında bazı yöneticilerin kabul etmekte zorlandığı, görece yeni bir fikirdir. 250 üst düzey yönetici üzerinde yapılan bir araştırma çoğunluğun 'kalbimi değil kafamı kullanmalıyım' diye düşündüğünü bulgulamıştır. Birçoğu da birlikte çalıştığı kişilere karşı empati ve merhamet hisssinin, kurumsal hedefleriyle çelişeceğinden korktuğunu dile getirmişti. Biri, yanında çalışanların hissettiklerini sezme fikrini saçma bulduğunu ve bunu yapacak olursa 'insanları idare etmenin imkansızlaşacağını' belirtmişti. Başkaları, duygusal bakımdan mesafeli kalmazlarsa, işin gerektirdiği 'zor' kararları alamayacaklarını öne sürmüştü; oysa, büyük olasılıkla daha insancıl kararlar alacaklardı.
Bu araştırma iş ortamının çok farklı olduğu 1970'lerde yapılmıştır. Bence bu tutumların artık modası geçmiştir ve bunlar eski günlerin bir lüksüdür; yeni rekabetçi ortamın gerçekleri, işyerinde ve pazar yerinde duygusal zekayı öne çıkarmaktadır. Harvard İşletme Okulu'ndan psikolog Shoshona Zuboff'un belirttiği gibi, 'buyüzyılda şirketler radikal bir devrim yaşamış ve duygusal çevrede bir dönüşüm olmuştur. Şirket hiyerarşisinin yönetim egemenliği altında manipülasyoncu, gerilla savaşçısı gibi yöneticiler uzun bir süre ödüllendirilmiştir. Ancak bu katı hiyerarşi 1980'lerde globalleşmenin ve bilgi teknolojisinin çifte baskısı altında kırılmaya başlamıştır. Gerilla savaşçısı yönetici şirketlerin geçmişini, kişiler arası ilişkilerin virtiözü ise geleceğini temsil etmektedir.'
Buna yol açan birtakım nedenler açıkça ortadadır; bir çalışma grubunda sık sık öfkeyle patlayan ya da çevresindeki kişilerin hislerine karşı duyarlı olmayan birinin ne gibi sonuçlara yol açacağını düşünün, ajitasyonun düşünmeye dayalı işler üzerindeki zararlı etkileri, işyerinde de kendini aynen gösterir: Duygusal dengesi bozulan kişiler hatırlayamaz, dikkatini toparlayamaz, öğrenemez ya da zihin açıklığıyla karar veremez. Bir yönetim asistanın dediği gibi 'Stres insanları aptallaştırır.'
Olumlu tarafından bakacak olursak, birlikte olduğumuz kişilerin hissettikleriyle uyum içinde olmak,anlaşmazlıkları tırmandırmadan halledebilmek, işimizi yaparken akış haline girebilmek gibi temel duygusal becerilerde ustalaşmanın iş hayatındaki yararlarını görebiliriz. Liderlik, hükmetmek değil; insanları ortak bir hedef doğrultusunda birlikte çalışmaya ikna edebilmektir.Kendi kariyerimizi yönlendirmek açısından da, yaptığımız iş hakkında beslediğimiz derin duyguların-ve işimizden daha fazla doyum sağlamak için hangi değişikliklerin gerekebileceğinin-farkında olmaktan daha hayati bir şey olmayabilir.
Duygusal yeteneklerin iş hayatında gerekli olan becerilerin en başında yer almanın daha az belirgin bazı nedenleri de, çalışma yaşamındaki topyekun değişimleri yansıtmaktadır. Ne demek istediğimi, duygusal zekanın üç uygulamasının yarattığı frkı izleyerek anlatmaya çalışayım: Anlaşmazlıkları yapıcı eleştirilerolarak dile getirebilmek, farklılığa değer verilen ve bir sürtüşme kaynağı olarak bakılmayan bir ortam yaratabilmek ve etkili bir iletişim ağı kurabilmek...


Daniel Goleman
Duygusal Zeka Neden IQ'dan Daha Önemlidir?



Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

22 Ekim 2016 Cumartesi

Anlar

Bu akşam ruhumu müzikle yıkadım,
eski günlerin naftalinli kokusunu soludum...
İnsan geçtiği yollara baktığında, ne çok şey görüyormuş.
Ne çok şeyi özlemiş olduğunu hissediyormuş...
Heleki eski dostlarla kucaklaşınca.
Anılar ortaya çakıl taşları gibi dağılınca.
Bir film makarası geriye doğru sarılıyormuşçasına hayatta.
Gitarın tınısı eşliğinde,
kahkahalar, hüzünler kol kola...
Daldık anılar ormanına...
Bakmışsın masanın mezesi olmuş, eski dost muhabbetleri.
Gidenler, eksilenler, yeri dolmayanlar, doldurulamayanlar...
Ne çok şey yaşanmış şu kısacık ömürde,
hiç farkına varmadan...
Terasın ortasına döküldükçe döküldü anlar, anılar...
Lodos alsın savursun diye,
Bir yandan üşürken,
bir yandan ısınmanın hazzı içinde...
Tuhaf olansa iz bırakan şeylerin hep güzellikler olması...
Kötü bir şey yaşanmamışmıydı geçip giden zamanlarda?
Elbette ki yaşanmıştı ama, geriye kalan iyilik, güzellikti işte...
Yaşarken önemsemediğin bir çok şey,
bir bakmışsın ki  önemsemediğin kadar kıymetli...
Ancak ve ancak üzerinden yollar,
yıllar geçtikten sonra anlıyorsun bazı şeylerin kıymetini...


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

17 Ekim 2016 Pazartesi

Bugün mutluluğun zarafetini geçirdim üzerime;
Gözlerde ışıltı,
Dudakda minik bir tebessüm,
Yürekte ürkek bir kuşun kıpırtısı...

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

16 Ekim 2016 Pazar

Notlar

Bir koşuşturmaca, bir telaş zaman yetişemiyor bana, zamana yetişmesi gereken benken. Ardımda bıraktığım sıra sıra, dizi dizi işler. Notlarıma bakıyorum; bir tik ona bir tik de buna. Altında, yine yeniden tik atılmasını bekleyen işler. Huyumdur, not alırım her şeyi, unutulsun istemem hiçbir şey. Bazen ne gereksiz notlar almışım diye de şaşmaktan da alamıyorum kendimi.
Arada durup, düşünmeyi de ihmal etmem. Soluklanmak gerek bunca hayat telaşında. Öyle düşüncelere dalarım ki; çıkasım zor gelir o dünyadan.
Zaman dediğin şey göreceli. Hayat dediğin, sürekli akış halinde. Hiçbir şey eskisi gibi kalmıyor. Akış sürdükçe iyilikler kötülüklere, kötülükler iyiliklere dönüşüyor, sürekli dengeler devir daim içinde. Ne iyilik hali, ne de kötülük hali sonsuza dek sürüyor. Bir çok şey istediğin gibi olmuyor, çünkü; kontrol sende değil çoğu zaman, kontrolün kimde olduğu da.
Neden bunca çaba? Her şeyin sonunda varacağımız yer belliyken.


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

15 Ekim 2016 Cumartesi

Severmişim Meğer - Nazım Hikmet Ran

Nazım'ın 'Severmişim meğer' şiiri son 50 yılın en güzel şiiri seçildi.
Londra’da bulunan sanat merkezi Southbank Center, son 50 yılın en güzel 50 aşk şiiri arasına Nazım Hikmet’in ‘Severmişim Meğer’ şiirini de aldı.
Şiirler, Southbank Center’ın şiir dalında uzman ekibi tarafından bir yıllık bir çalışmayla 30 ülkeden şairleri arasından belirlendi. Seçmeler yapılırken modern döneme ağırlık verildi.
Ekip üyelerinden James Runcie, ”Gerçekten uluslararası ve üslup bakımından da çeşitlilik barındıran bir liste oldu. Zor olan, sadece 50 şiir seçmekti” dedi.
Nazım Seçilen şiirler farklı şair ve aktörler tarafından 20 Temmuz’da Southbank’ta düzenlenecek etkinlikte seslendirilecek. Bazı şiirler kendi dillerinde okunacak. Bunlardan biri de Nazım Hikmet’in ‘Severmişim Meğer’ şiiri.



Severmişim Meğer

yıl 62 Mart 28

Prag-Berlin treninde pencerenin yanındayım

akşam oluyor

dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer

akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi sevmedim toprağı severmişim meğer

toprağı sevdim diyebilir mi onu bir kez olsun sürmeyen

ben sürmedim

Platonik biricik sevdam da buymuş meğer

meğer ırmağı severmişim

ister böyle kımıldanmadan aksın kıvrıla kıvrıla tepelerin eteğinde

doruklarına şatolar kondurulmuş Avrupa tepelerinin

ister uzasın göz alabildiğine dümdüz

bilirim aynı ırmakta yıkanılmaz bir kere bile

bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek sen göremeyeceksin

bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun karganınkinden alabildiğine kısa

bilirim benden önce duyulmuş bu keder

benden sonra da duyulacak

benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere

benden sonra da söylenecek

gökyüzünü severmişim meğer

kapalı olsun açık olsun

Borodino savaş alanında Andırey’in sırtüstü seyrettiği gök kubbe

hapiste Türkçeye çevirdim iki cildini Savaşla Barış’ın

kulağıma sesler geliyor

gök kubbeden değil meydan yerinde

gardiyanlar birini dövüyor yine

ağaçları severmişim meğer

çırılçıplak kayınlar Moskova dolaylarında Peredelkino’da kışın

çıkarlar karşıma alçakgönüllü kibar

kayınlar Rus sayılıyor kavakları Türk saydığımız gibi

İzmir’in kavakları

dökülür yaprakları

bize de Çakıcı derler

yar fidan boylum

yakarız konakları

Ilgaz ormanlarında yıl 920 bir keten mendil astım bir çam dalına

ucu işlemeli

yolları severmişim meğer

asfaltını da

Vera direksiyonda Moskova’dan Kırım’a gidiyoruz Koktebel’e

asıl adı Göktepe ili

bir kapalı kutuda ikimiz

dünya akıyor iki yandan dışarda dilsiz uzak

hiç kimseyle hiçbir zaman böyle yakın olmadım

eşkiyalar çıktı karşıma Bolu’dan inerken Gerede’ye kırmızı yolda ve yaşım on sekiz

yaylıda canımdan gayri alacakları eşyam da yok

ve on sekizimde en değersiz eşyamız canımızdır

bunu bir kere daha yazdımdı

çamurlu karanlık sokakta bata çıka Karagöz’e gidiyorum Ramazan gecesi

önde körüklü kaat fener

belki böyle bir şey olmadı

….

çiçekler geldi aklıma her nedense

gelincikler kaktüsler fulyalar

İstanbul’da Kadıköy’de Fulya tarlasında öptüm Marika’yı

ağzı acıbadem kokuyoryaşım on yedi

kolan vurdu yüreğim salıncak buluklara girdi çıktı

çiçekleri severmişim meğer

üç kırmızı karanfil yolladı bana hapishaneye yoldaşlar 1948

yıldızları hatırladım



severmişim meğer

gözümün önüne kar yağışı geliyor

ağır ağır dilsiz kuşbaşısı da buram buram tipisi de

meğer kar yağışını severmişim

güneşi severmişim meğer

şimdi şu vişne reçeline bulanmış batarken bile

güneş İstanbul’da da kimi kere renkli kartpostallardaki gibi batar

ama onun resmini sen öyle yapmayacaksın

meğer denizi severmişim

hem de nasıl

ama Ayvazofki’nin denizleri bir yana

bulutları severmişim meğer

ister altlarında olayım ister üstlerinde

ister devlere benzesinler ister ak tüylü hayvanlara

ayışığı geliyor aklıma en aygın baygın en yalancısı en küçük burjuvası

severmişim

yağmuru severmişim meğer

ağ gibi de inse üstüme ve damlayıp dağılsa da camlarımda yüreğim

beni olduğum yerde bırakır ağlara dolanık ya da bir damlanın

içinde ve çıkar yolculuğa hartada çizilmemiş bir memlekete gider

yağmuru severmişim meğer

ama neden birdenbire keşfettim bu sevdaları Prag-Berlin treninde

yanında pencerenin

altıncı cıgaramı yaktığımdan mı

bir eski ölümdür benim için

Moskova’da kalan birilerini düşündüğümden mi geberesiye

saçları saman sarısı kirpikleri mavi

zifiri karanlıkta gidiyor tren

zifiri karanlığı severmişim meğer

kıvılcımlar uçuşuyor lokomotiften

kıvılcımları severmişim meğer

meğer ne çok şeyi severmişim de altmışında farkına vardım bunun

Prag-Berlin treninde yanında pencerenin yeryüzünü dönülmez bir

yolculuğa çıkmışım gibi seyrederek


NÂZIM HİKMET
19 Nisan 1962

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

11 Ekim 2016 Salı

Değişim Çabaları Neden Başarısız Olur?


Aslında psikolojideki genel kanı, beynin her daim iş başında olan, birbirinden bağımsız iki sisteme sahip olduğu yönündedir. Birincisi, duygusal yan olarak adlandırdığımız sistemdir. Bu sizin içgüdüsel olan, acıyı ve zevki hisseden yanınızdır. İkincisi, düşünce ya da bilinç sistemi olarak da bilinen akılcı yandır. Bu plan yapan, analiz eden ve geleceğe bakan tarafınızdır.
Son birkaç on yılda, psikologlar bu iki sistem hakkında çok şey öğrendi; ancak kuşkusuz insanoğlu aradaki gerilimin her zaman farkındaydı. Platon, kafalarımızın içinde, 'kırbaca ve yulara pek boyun eğmeyen' azgın bir atı dizginlemek zorunda olan akılcı bir arabacı olduğunu söylemişti. Freud, bencil id ile vicdanlı süper ego(ve ikisi arasında arabuluculuk yapan ego) hakkında yazılar kaleme almıştı. Daha yakın bir tarihte, iktisatçılar bu iki sistemi, Planlayıcı ve Yapıcı olarak adlandırdı.
Ancak bize göre, bu ikilinin arasındaki gerilim en iyi şekilde Virginia Üniversitesi psikoloğu Jonathan Haidt'in Mutluluk Hipotezi adlı harika kitabında kullanılan benzetmeyle işlenmiştir. Haidt duygusal yanımızın Fil, akılcı yanımızın da onun Binicisi olduğunu söyler. Fil'in üstüne oturan Binici dizginleri tutar ve lider gibi görünür. Halbuki Binici'nin kontrolü şüphelidir; çünkü Fil'e göre Binici oldukça küçüktür. Binici ve altı tonluk Fil hangi yöne gidecekleri konusunda fikir ayrılığına düştüğünde, Binici kaybedecektir. Tamamen yenilgiye uğrayacaktır.
Çoğumuz Filimizin Binicimize boyun eğdirdiği durumlara hayli aşinayızdır. Hayatınızın herhangi bir aşamasında uyuyakaldıysanız, aşırı yemek yediyseniz, gecenin bir yarısı eski sevgilinizi aradıysanız, işleri ertelediyseniz, sigarayı bırakmaya çalışıp başarısız olduysanız, sporu astıysanız, öfkelenip pişman olduğunuz bir şey söylediyseniz, piyano ya da İspanyolca derslerini bıraktıysanız, korktuğunuz için bir toplantıda konuşma yapmayı reddettiyseniz vs. böyle bir deneyimi yaşamışsınız demektir. İyi ki hiç kimse skor tutmuyor.
Fil'in, yani duygusal ve içgüdüsel yanımızın zaafı bellidir: Tembel ve delişmendir; genellikle uzun vadeli ödülden çok anlık ödülün peşindedir. Değişim çabaları başarısızlığa uğradığında, çoğu zaman hata Fil'dedir; çünkü istediğimiz değişim türleri genellikle uzun vadeli ödüller için kısa vadeli fedakarlıklar gerektirir. Değişimlerin çoğunlukla başarısız olmasının nedeni, Binici'nin Fil'i varış noktasına ulaşmaya yetecek kadar uzun süre yolda tutamamasıdır.
Fil'in anlık doyum açlığı ile Binici'nin gücü; yani uzun vadeli düşünme, plan yapma, anın ötesini düşünme becerisi taban tabana zıttır.
Diğer yandan, belki şaşıracaksınız ama Fil'in muazzam güçleri ve Binici'nin felç edici zayıflıkları vardır. Fil her zaman kötü adam değildir. Fil'in uzmanlık alanı duygudur; aşk, merhamet, sempati ve sadakattir. Çocuklarınızı tehlikelere karşı korumak zorunda olduğunuzu söyleyen şu şiddetli içgüdü; işte o Fil'dir. Kendinizi savunmanız gerektiğinde omurganızda hissettiğiniz şu dikleşme; işte o Fil'dir.     
Daha da önemlisi, bir değişime niyetlendiğinizde, işleri Fil yapar. İster asil, ister aptalca olsun, bir hedefe doğru ilerlemek, Fil'in enerjisini ve gayretini gerektirir. Bu güç Binici'nin büyük zaafının aynadaki görüntüsüdür. Binici boşa kürek çeker; her şeyi abartılı biçimde analiz etme ve düşünme eğilimi gösterir. Büyük ihtimalle, Binci sorunları yaşayan insanlar tanırsınız. Akşam yemeğinde ne yiyeceğim diye 20 dakika boyunca kıvranabilen arkadaşınız; yeni fikirler üzerine saatlerce kafa patlatabilen ama hiçbir zaman karar veremeyen meslektaşınız.
Bir şeyleri değiştirmek istiyorsanız; ikisine de başvurmak zorundasınız. Binici planlama ve yönlendirme, Fil de enerji sağlar. Hem isteksiz bir Fil hem de boşa kürek çeken bir Binici hiçbir şeyin değişmemesini sağlar. Ancak Filler ve Biniciler beraber hareket ettiğinde, değişim kolayca gerçekleşir.

Kitap: Switch
Yazar: Chip Heath- Dan Heath

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

8 Ekim 2016 Cumartesi

Hepsi Bendim

Vazgeçtim hırslarımdan, egomdan
Senden, ondan, bundan...
Bir tek sevmekten vazgeçmedim,
İnsanı, doğayı, hayvanları...
En çok da hayatımın tek anlamı olan oğlumu...
Affettim bir çok şeye rağmen her şeyi, herkesi...
Bir tek kendimi affedemedim,
En kötüsü de bu...
Korktum hep kendimi affetmekten...
Kendimi affedersem, her şeyi unutmaktan korktum...
Unutmak istemedim hiçbir şeyi,
Çünkü; ben bu yaşadıklarımdım...
Hepsi bendim...
Her şeyiyle bendim işte...

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

6 Ekim 2016 Perşembe

Siz Aşktan N'anlarsınız Bayım

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Alt katında uyumayı bir ranzanın
Üst katında çocukluğum…
Kâğıttan gemiler yaptım kalbimden
Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı.
Aşk diyorsunuz,
limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!

Allah’la samimi oldum geçen üç yıl boyunca
Havı dökülmüş yerlerine yüzümün
Büyük bir aşk yamadım
Hayır
Yüzüme nur inmedi, yüzüm nura indi bayım
Gözyaşlarım bitse tesbih tanelerim vardı
Tesbih tanelerim bitse gözyaşlarım…
Saydım, insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı.
Aşk diyorsunuz ya
Ben istemenin Allahını bilirim bayım!
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Balkona yorgun çamaşırlar asmayı
Ki uçlarından çile damlardı.
Güneşte nane kurutmayı
Ben acılarımın başını
evcimen telaşlarla okşadım bayım.
Bir pardösüm bile oldu içinde kaybolduğum.
İnsan kaybolmayı ister mi?
Ben işte istedim bayım.
Uzaklara gittim
Uzaklar sana gelmez, sen uzaklara gidersin
Uzaklar seni ister, bak uzaklar da aşktan anlar bayım!
Süt içtim acım hafiflesin diye
Çikolata yedim bir köşeye çekilip
Zehrimi alsın diye
Sizin hiç bilmediğiniz, bilmeyeceğiniz
İlahiler öğrendim.
Siz zehir nedir bilmezsiniz
Zehir aşkı bilir oysa bayım!
Ben işte miraç gecelerinde
Bir peygamberin kanatlarında teselli aradım,
Birlikte yere inebileceğim bir dost aradım,
Uyuyan ve acılı yüzünde kardeşimin
Bir şiir aradım.
Geçen üç yıl boyunca
Yüzü dövmeli kadınların yüzünde yüzümü aradım.
Ülkem olmayan ülkemi
Kayboluşumu aradım.
Bulmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.
Bir ters bir yüz kazaklar ördüm
Haroşa bir hayat bırakmak için.
Bırakmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.
Kimi gün öylesine yalnızdım
Derdimi annemin fotoğrafına anlattım.
Annem
Ki beyaz bir kadındır.
Ölüsünü şiirle yıkadım.
Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım
Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım.
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Acının ortasında acısız olmayı,
Kalbim ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi bayım.
Kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım.
Aşk diyorsunuz ya,
İşte orda durun bayım
Islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım
Kendimin ucunda
Öyle ıslak,
Öyle kötü kokan,
Yırtık ve perişan.
Siz aşkı ne bilirsiniz bayım
Aşkı aşk bilir yalnız!
Didem Madak

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

5 Ekim 2016 Çarşamba

Virginia Woolf'tan Kadınlara Öğütler

Şiirle ve felsefeyle iç içe olan kurmaca yapıtlar kazançlı çıkarlar. Ayrıca, geçmişteki ünlü kişilerden hangisi olursa olsun ele aldığınızda, örneğin Sappho'yu, Lady Murasaki'yi, Emily Bronte'yi, onun hem bir mirası devralan hem de bir şey başlatan bir kişi olduğunu görürsünüz, kadınlar doğal yazma alışkanlıklarını edindiği için bu kişiler ortaya çıkmışlardır; dolayısıyla yaptığınız iş şiire başlangıç bile sayılsa, böyle bir faaliyete girşmenizin değeri büyüktür.
Notlarıma tekrar göz gezdirip onları yazarken kafamda olan düşüncelerimi eleştirirken, nedenlerimin tamamen bencilce olmadığını da gördüm. Bu yorumların ve ifadelerin içinde, iyi kitapların istendiği ve iyi yazarların da, insana özgü her türlü ahlak bozukluğunu gösterseler de, yine de iyi insanlar olduklarına olan güvenim -yoksa içgüdüm mü -yatıyor. Bu yüzden, sizden çok kitap yazmanızı isterken kendiniz için ve bütün dünya için olacak bir şey yapmaya zorlamış oluyorum sizi. Bu dürtümü ya da inancımı nasıl haklı çıkaracağımı bilmiyorum, çünkü üniversite eğitimi almadıysanız felsefi sözler size oyun oynayabilir. 'Gerçek' ne demektir? Çok yanıltıcı, çok güvenilmez bir şey gibi görünebilir- kâh tozlu bir yolda bulunur, kâh sokaktaki bir gazete kağıdında, kâh güneşteki bir nergiste. Bir odadaki bir grubu ışıtır ve sıradan bir sözü damgalar. Yıldızların altında evine yürüyen birini bunaltır, sessiz dünyayı konuşmalar dünyasından daha gerçek kılar - ve sonra yine, Piccadily'nin gürültüsünde, bir otobüste çıkar karşımıza. Bazen de, nasıl bir yapıda olduklarını anlayamayacağımız kadar uzakta olan biçimlerin içinde bulunur. Ama neye dokunsa onu düzeltir ve sürekli kılar. Günün kabuğu çalıların içine atıldıktan sonra geride kalan odur; geçmiş zamandan ve aşklarımızdan ve nefretlerimizden geriye kalan odur. Bu hakikatin karşısında, yazarın diğer insanlardan daha çok yaşama fırsatı olduğunu düşünüyorum. Onu bulmak ve toplamak ve hepimize iletmek onun görevidir. En azından ben, Lear'i, Emma'yı, ya da Kayıp Zamanın İzinde'yi okumuş olmaktan bunları çıkarsıyorum. Çünkü bu kitapları okumak sanki duyuların üzerine bir cila çekiyor; insanın bakışı sonradan çok daha yoğunlaşıyor; sanki dünya örtüsünden sıyrılıyor, hayatı yoğunlaşıyor. Şunlar, gerçekdışıyla düşmanlık içinde yaşayan, imrenilecek insanlardır; şunlar da bilmeden ya da umursamadan yaptıkları şeyin yumruğunu başlarına yemiş zavallılar. Sizden para kazanmanızı ve kendinize ait bir odanızın olmasını isterken aynı zamanda hakikatle birlikte. Yaşamanızı istiyorum, söyleseniz de söylemeseniz de, görünüşe göre bu hayat insana zindelik verir.
Burada keserdim ama gelenekler, her konuşmanın kapanış sözleriyle bitirilmesini gerektiriyor. Kadınlara hitaben söylenecek bu sözler, kabul edersiniz ki, özellikle yüceltici ve yükseltici olmalı. Sizlerden sorumluluklarınızı hatırlamanızı, yükselmenizi, daha akıllı olmanızı rica ediyorum; ne kadar çok şeyin size bağlı olduğunu, gelecek üzerinde ne kadar etkiniz olabileceğini hatırlatmalıyım. Ancak bu öğütleri, sanırım salimen karşı cinse bırakabiliriz, onlar bunları benden çok saha güzel sözlerle ifade edebilirler ve etmişlerdir de. Zihnimin içini dikkatlice araştırdığımda arkadaş olmak, eşit olmak, insanları daha yüce amaçlara yöneltmek gibi soylu duygulara rastlamıyorum. Kısaca ve basit sözcüklerle, insanın kendisi olması herşeyden daha önemlidir derken buluyorum kendimi. Başkalarını etkilemeyi hayal etmeyin, derdim, sizleri coşturacak biçimde söylemesini bilseydim. Her şeyi kendi içinde düşünün.
Gazetelere ve romanlara ve biyografilere daldığımda, kadınlara konuşan bir kadının işinin hiç de kolay olmayacağı geliyor aklıma yeniden. Kadınlar birbirine karşı serttir. Kadınlar birbirinden hoşlanmaz. Kadınlar - ama bu sözcükler ölesiye bulandırmıyor mu midenizi? Emin olun, benimkini bulandırıyor. O zaman gelin anlaşalım, bir kadının kadınlara okuduğu bir bildiri özellikle sevimsiz bir şeyle son bulmalı.
Ama nasıl olacak bu? Aklıma neler gelebilir? Gerçek şu ki, çoğunlukla hoşlanırım kadınlardan. Kalendirliklerinden hoşlanırım. Eksiksiz oluşlarından. Anonim oluşlarından. Hoşlandığım - ama bu şekilde devam etmemeliyim. Şuradaki dolap - içinde sadece temiz peçeteler var diyorsunuz; ama ya peçetelerin arasında Sir Archibald Bodkin gizlendiyse? Gelin, daha ciddi bir ifade takınayım. Az önceki sözlerimle sizlere insanlığın uyarılarını ve kınamalarını yeterince ilettim mi? Mr. Oscar Browning'in sizleri ne kadar hakir gördüğünü anlattım. Bir zamanlar Napoleon'un nasıl düşündüğünü, Mussolini'nin şimdi nasıl düşündüğünü belirttim. İçinizden kurmacaya heveslenen varsa size yardımı olsun diye cinsinizin kısıtlamalarını cesurca ifade eden eleştirmenin tavaiyelerini not ettim. Profesör X'e değindim ve kadınların zekâ, ahlak ve beden açısından erkeklerden aşağıda olduğu ifadesinin altını çizdim. Aramadan önüme çıkan her şeyi sundum size, ve işte son bir uyarı - Mr. John Langdon Davies'ten. Mr. John Langdon Davies, 'çocuklar artık istenmez olunca kadınlar da artık gereksiz olur' diyerek kadınları uyarıyor. Umarım bunu bir kenara yazarsınız.
Hayatı nasıl ele alacağınız hakkında sizi daha başka nasıl yüreklendirebilirim? Genç hanımlar, diyebilirim, ve dikkat edin kapanış konuşması başlıyor, benim nazarımda sizler utanç verecek derecede cahilsiniz. Önemli sayılacak hiçbir keşifte bulunmadınız. Hiçbir imparatorluğu sarsmadınız, ya da bir ordunun başında savaşa gitmediniz. Shakespeare'in oyunlarını siz yazmadınız, bir barbar kavimi asla uygarlıkla tanıştırmadınız. Mazeretiniz ne? Dünyadaki, hepsi de alışverişle, işletmelerle ve sevişmekle meşgul olan siyah, beyaz ve esmer tenli insanlar kaynayan sokakları ve meydanları ve ormanları işaret ederek başka işimiz vardı diyebilirsiniz, içiniz rahat olarak. Biz olmasaydık bu denizlerden gemiler geçmez, şu verimli topraklar çöp olurdu. Biz, istatistiklere göre şu anda yaşayan bir milyar altı yüz yirmi üç milyon insanı doğurduk, besledik, yıkadık ve eğittik, belki altı- yedi yaşına kadar, ve bu da, bir kısmının yardımla olduğunu göz ardı etmeyelim, epeyce zaman alır.
Sözlerinizde gerçek payı var - inkâr etmeyeceğim. Ama aynı zamanda, 1886 yılından beri İngiltere'de kadınlar için iki yüksek okul bulunduğunu size hatırlatabilir miyim; 1880 yılından sonra evli bir kadının yasa gereği kendine ait bir mülke sahip olma hakkını kazandığını; 1919 yılında -ki aradan tam dokuz yıl geçmiştir- seçme hakkını kazandığını? Şunu da hatırlatabilir miyim ki, neredeyse on yıldır pek çok meslek sizlere kapılarını açmıştır. Bu geniş ayrıcalıkları ve onlardan ne kadar zamandır yararlanıldığını düşünürseniz, ve şu anda iki bin kadar kadının şu ya da bu şekilde yılda beş yüz pound'dan daha fazla kazandığını unutmazsanız, o zaman fırsat, eğitim, teşvik, boş zaman ve para yokluğunun artık geçerli olmadığı konusunda bana hak verirsiniz. Ayrıca iktisatçılar bize Mrs. Seton'un çok fazla çocuk yaptığını söylüyorlar. Elbette çocuk doğurmaya devam edeceksiniz, ama ikişer üçer, öyle deniyor, on-on iki tane değil.
Böylece, elinizde biraz zamanla, kafalarınızın içinde de kitaplardan öğrendiklerinizle -öteki türlüsünden yeterince aldınız, sanırım okula da kısmen eğitim görmemek üzere gönderildiniz- çok uzun, çok zahmetli ve son derece muğlak kariyerinizin bir başka evresine adım atmalısınız. Ne yapmanız gerektiği ve nasıl bir sonuç alacağınız konusunda fikri vermek üzere bin kalem hazır bekliyor. Benim önerim biraz fantastik, itiraf ediyorum; bu nedenle onu kurmaca şeklinde sunmayı yeğliyorum.
Bu konuşmam sırasında Shakespear'in bir kız kardeşi olduğunu söylemiştim; ama Sir Sidney Lee'nin, şairin hayatı üzerine hazırladığı çalışmada aramayın o kızı. Genç yaşta öldü - ne yazık ki tek bir sözcük bile yazmadı. Şimdi otobüs duraklarının olduğu bir yerde gömülü, Elephant ile Castle'ın karşısında. Ben, tek bir sözcük bile yazamayan ve o kavşakta gömülü olan şairin hala yaşadığına inanıyorum. Sizin içinizde ve benim içimde yaşıyor, ve bulaşık yıkadıkları, çocuklarını yatırdıkları için bu gece burada bulunamayan pek çok kadının içinde. Ama o yaşıyor; çünkü büyük şairler ölmezler; onlar süregiden varlıklardır; bizlerin arasında ete kemiğe bürünüp dolaşmak için fırsatları yoktur sadece. Bu fırsatı ona vermek sizin elinizde artık, diye düşünüyorum. Çünkü inanıyorum ki, bir yüz yıl kadar daha yaşarsak -hakiki hayat olan ortak hayattan söz ediyorum, bireysel yaşadığımız ayrı ayrı, küçük hayatlardan değil- ve herbirimizin eline yılda beş yüz pound geçerse ve kendimize ait odalarımız olursa; özgür yaşarsak ve düşündüğümüzü aynen yazacak cesarete sahip olursak; ortak kullanılan oturma odasından biraz çıkabilirsek ve insanları hep birbiriyle olan ilişkileri içinde değil, gerçekle olan ilişkileri içinde görürsek; ve gökyüzünü de ve ağaçları da ya da içinde ne varsa onu görürsek; Milton'un kötü ruhundan bakışlarımızı çevirirsek, çünkü hiçbir insan kapatmamalıdır manzaramızı; tutunabileceğimiz bir kol olmadığı gerçeğiyle, çünkü bu bir gerçek, yüzleşebilirsek, yalnız başına yol aldığımızı,  ilişkimizin sadece erkekler ve kadınların dünyadıyla değil, gerçeklerin dünyasıyla olduğunu bilirsek, o zaman fırsat doğacak ve Shakespeare'in kız kardeşi olan ölü şair kaç kez çıkarıp bıraktığı bedene bürünecektir. Kendisinden önce abisinin yaptığı gibi, hayatını, öncülleri olan meçhul kadınların hayatlarından çekip alarak doğacaktır. Böyle bir hazırlık yapılmadan, biz bir çaba harcamadan, o yeniden doğduğunda yaşamasını ve şiirini yazmasını mümkün kılacak kararlılığımızı göstermeden gelmesini bekleyemeyiz, çünkü bu imkânsız. Ama şuna inanıyorum ki, bizler onun için çalışırsak gelecektir, ve yoksulluk ve karanlık içinde bile olunsa, böyle bir çalışma yapmaya değer.

Kendine Ait Bir Oda
Virginia Woolf

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

3 Ekim 2016 Pazartesi

Duyguya Taş



Duyguluysan işin zor,
Yaşamda yeniksindir.
Duyguluya sor,
Ona aşkları da acı verir.

Hep bir karanlığa uyanır, yalnız:
Düşleri gerçekleri, gerçekleri düşleridir.
Aldatsanız, aldansanız,
O hep bir karanlığa uyur gibidir.

Hiç ölüsü yoktur,
Herkes, her şey anısındadır.
Geleceği geçmiş'in gözünden okur;
Hep bir yangının bacasındadır.

Gülerken bir düğündür, acı-son'lu,
Aldatılara uğurlayan gelinlerini.
Bir çocuk bahçesidir, renk-renk balonlu,
Savaşlara uğurlayan bebeklerini.

Sinmiş her şarkıya, her uyanı'ya, uykuya,
Ölümün yaşayan kardeşidir.
Hep sezer, sezdikçe duyguluya
Yengiler de hüzün gelir.

Özdemir Asaf


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

2 Ekim 2016 Pazar

Söylenir ve Yarım Kalır

Söylenir ve yarım kalır
bütün aşklar yeryüzünde
bir kaktüs bol sudan nasıl
nasıl çürürse, öyle
En sevdiğim temmuzdu aylardan
hazirana benzediği için biraz
biraz da kendiliğinden
belki de müşteriye iyi davranan
efendi bir bakkal kimliğinde
Nasıl mutlu oldum iki yaz
nasıl mutlu oldum kardeşler
Salkımsöğüt bir, ben iki
bir üçüncü var mıydı bilmiyorum
Üçüncü vardı elbet
bir yaban ördeğinin sevincini taşıran
bir sonbahar gibi köpüren
Temmuza benzese de
öyle oldum ki anlatamam
Sıcak yaz
solgun bir coğrafya gibi belleğimde
şapkalar, çiçekler, eski elbiseler
geçmişi olan eski elbiseler
denizden çıkan bir ışık
unutulmuş bakımsız arka bahçeler
öyle oldum ki anlatamam
Her mevsimde sonbaharı taşlayan
bir çocuk nasıl olursa, öyle
Belki de bitip tükenmeyen
bir fetih döneminde
atlar nasıl kişnerse
yani durgun bir suyun
erguvandan aldığı renkle
gidip geldim caddelerde
Fatih nerdeydi, Samatya nerde
nerden gidilirdi Üsküdar’a
düşünüp durdum günlerce
Anlatamam ormanların ettiğini
nasıl dayandım o mutluluğa
tükenmez bir ışık olan mutluluğa
deniz ve ışık olan
karmakarışık bir mutluluğa
nasıl..
Şimdi bir şarap gibiyim
coğrafyasız
eskimeye bırakılmış fıçısında.

Turgut Uyar

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

1 Ekim 2016 Cumartesi

Dünyanın Merkezi



Kocaman bir dünyada yaşıyoruz. Uçsuz bucaksız görünüyor gözümüze. Gezmek için ömür yetmez gibi geliyor insana. Halen keşfedilememiş, ayak basılmamış yerler var dünya üzerinde. Kimbilir bir gün her yer  keşfedilmiş olacak.
Oysa ki dünya sandığımız kadar büyük değil, uzay boşluğundan bakıldığında denizde bir kum tanesi, tıpkı biz insanlar gibi.
Dünya kocaman, biz kocamanız yanılsaması...
Dünya içinde kendi dünyalarımız var aslında. Ve biz o dünyanın merkezi sanıyoruz kendimizi. Dünya evrenin merkezi değilse, biz de dünyanın merkezi değiliz. Her birey değerli, herkes kendince kıymetli, hepimiz farklı potansiyeller barındırıyoruz içimizde ancak kendimizi çok da abartmamalıyız. Bu dünyada kimse vazgeçilmez değildir. Vazgeçilmez olduğunu düşünen insan büyük bir yanılgı içindedir. Vazgeçilen olmak acıtsa da unutma ki senin de vazgeçtiklerin var.

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone