30 Mayıs 2014 Cuma

BERBAT RUH HALİ, BERBAT DÜŞÜNCELER

Oğlum için kaygılanıyorum. Okulun futbol takımında oynamaya başladı ve günün birinde mutlaka bir yanını sakatlayacak. Onu oynarken seyretmek öyle sinir bozucu ki, maçlarına gitmekten vazgeçtim. Eminim ki oğlum onu seyretmediğim için hayal kırıklığına uğradı, ancak tahammül edemiyorum işte ne yapayım.
 Bu kadın kaygı terapisi görüyor; tasalandığı şeylerin istediği gibi bir hayat sürmesini engellediğinin farkında. Oğlunu futbol oynarken seyredip seyretmememek gibi basit bir karar vermesi gerektiğinde bile, zihni evhamla dolup taşıyor. Özgürce seçemiyor; tasaları mantığını bastırıyor.
Gördüğümüz gibi, tasalanmak, kaygının tüm zihinsel icraata yaptığı yıkıcı etkinin özüdür. Tasa, elbette ki, yararlı bir tepkinin yoldan çıkmış biçimi; beklenen tehlikeye karşı fazlasıyla hararetli bir zihinsel hazırlıktır. Ancak zihindeki bu prova, dikkati kendine çekip başka bir yere odaklanma çabalarına müdahale edecek şekilde kısır bir döngünün tuzağına düştüğünde, felakete yol açan bir bilişsel durağanlığa yol açar.
Kaygı aklı zayıflatır. Hava kontrolörlüğü gibi karmaşık, zeka gerektiren, ağır baskı altında yapılan işlerde duyulan yüksek kronik kaygı, o kişinin eğitimde ya da pratikte başarısız olacağının kesin bir belirleyicisidir. Hava kontrolörlüğü için eğitim alan 1790 öğrenci üzerine yapılmış kaygılı kişiler zeka testlerinde çok yüksek puan alsalar da,başarısız olmaları olasıdır. Kaygı her tür akademik başarıyı da engeller: 36.000 kişi üzerinde yapılan 126 farklı çalışmada, bir insan tasalanmaya ne kadar yatkınsa,akademik başarının da, neyle ölçülürse ölçülsün-sınav notları, not ortalaması veya başarı testleri-o kadar düşük olduğu ortya çıkmıştır.
Tasalanmaya yatkın kişilerden, ne olduğu belirsiz nesneleri iki kategoriye ayırmak gibi bilişsel bir işi yapmaları ve bunu yaparken de zihinlerinden geçenleri söylemeleri istendiğinde, ''Bunu yapamayacağım. Ben bu tür testlerde iyi değilim'' ve benzeri olumsuz düşüncelerin karar vermelerini doğrudan engellediği görülmüştür. Tasalı olmayan kişilerden oluşan bir kıyas grubundan on beş dakika boyunca bilinçli olarak tasalanmaları istendiğinde is, onların da aynı işi yapma yeteneğinde hızlı bir düşüş gözlenmiştir. Tasalı kişilerin, bu işe başlamadan önce on beş dakikalık bir gevşeme seansıyla tasalanma düzeyleri düşürüldüğünde, işi yaparken hiç sorunları olmamıştır.
Sınav kaygısı ilk kez 1960'larda Richard Albert tarafından bilimsel olarak ele alınmıştır. Bana itiraf ettiğine göre buna ilgi duymasına yol açan şey, öğrenciyken sinirlerinin sınavlarda başarısız olmasına yol açtığı halde, meslektaşı Ralph Haber'in sınav öncesinin sınav öncesinde hissettiği baskının daha iyi sonuç almasına yardımcı olduğunu keşfetmesidir. Diğer çalışmaların yanı sıra, onların iki tip kaygılı öğrenci olduğuna işaret etmektedir: Kaygı nedeniyle akademik performansını düşürenler ve bu strese rağmen veya belki de bu yüzden başarılı olanlar. Sınav kaygısındaki ironi, başarılı olma endişesinin, ideal koşullarda Haber gibi öğrencileri sıkı çalışmaya hazırlanarak motive edip başarılı olmasını sağlaması, bazılarınınsa başarılarını kösteklemesidir. Alpert gibi, fazla kaygılı kişilerde, sınav öncesinde tasalanma, etkili çalışabilmek için gerekli sağlıklı düşünme yeteneğini ve belleği olumsuz etkilerken, sınav esnasında daha başarılı olmak için gereken zihin açıklığını engellemesidir.
Sınav sırasında tasalanıp durmak, sınavın ne kadar başarısız geçeceğinin doğrudan göstergesidir. Zihinsel kaynaklar tek bir bilişsel iş-tasalanma-için harcandığında diğer bilgileri işlemek için yeterince kaynak kalmaz; sınavda çuvallama tasasına kapılmışsak, kafamızı soruların yanıtlarını bulmaya veremeyiz. Tasalarımız kendi kendilerini doğrulayan kehanetlere dönüşüp öngördükleri felakete doğru bizi sürükler.
Öte yandan duygularına ustaca gem vurabilen kişiler, örneğin gelecek bir söylev veya sınavdan kaynaklanan beklentisel kaygıyı kendilerini o duruma iyi hazırlamak için kullanabilir ve böylelikle başarılı olabilirler. Psikolojinin klasik literatüründe kaygı ile performans-zihinsel performans dahil-arasındaki ilişki, ters çevrilmiş bir U olarak tarif edilmektedir. Ters U'nun tepe noktasında kaygı ve başarmak arasında, bir miktar endişenin üstün başarıya götürdüğü, optimal ilişki vardır. Ancak çok az kaygı-U'nun ilk yanı-kayıtsızlığa ya da iyi sonuç almak için gerekli çabaya yetecek olandan çok daha a motivasyona yol açar; çok fazla kaygı ise-U'nun diğer yanı-tüm başarı çabalarını köstekler.
Hafif coşkulu bir hal-teknik deyişle hipomani-yazarlık gibi akıcılık ve hayal gücüne dayalı bir düşünce çeşitliliği gerektiren diğer yaratıcı uğraşlar için en uygun durum olarak gözükmektedir; bu ters çevrilmiş U'nun tepe noktasına yakın bir yerlerdedir. Bu coşku hali kontrolden çıkıp, manik depresiflerin ruhsal gel gitlerinde olduğu gibi, tamamen maniye dönüştüğünde; ajitasyon hali iyi yazmak için tutarlılık içinde iyi düşünme yeteneğini kısıtlar ve fikirler her ne kadar özgürce uçuşsa da, hiçbiri ortaya bir ürün çıkarmaya yetecek kadar uzun bir süre işlenemez.
İyi ruh halleri, dayandıkları sürece, esnek ve karmaşık düşünebilme yeteneğimizi güçlendirir, dolayısıyla da zihinsel ya da kişiler arası sorunlara çözüm bulmayı kolaylaştırır. Bu açıdan, bir sorunun çözümüne kafa yoran kişiye yardımcı olabilmenin yollarından biri daha geniş ve kolayca ilgi kurabilecek şekilde düşünmelerine, aksi takdirde gözden kaçacak ilişkileri fark etmelerine yardımcı olduğu söylenebilir .Bu zihinsel beceri, salt yaratıcılık için değil, karmaşık ilişkileri algılamak ve verilmiş bir kararın neticelerini önceden görebilmek bakımından da önemlidir.
İyi bir kahkahanın zihne yararı, yaratıcılık gerektiren sorunları çözerken en açık şekliyle göze çarpmaktadır. Bir araştırmada televizyon programında yapılan gafları, teklemeleri gösteren bir videoyu seyreden kişilerin, psikologların yaratıcı düşünmeyi sınamak için kullandıkları bilmeceyi çözmekte daha başarılı oldukları görülmüştür. Bu testte kişilere, bir mumu yere damlamadan yanacak şekilde bir mantar panoya tutturmaları istenmiştir.Bu problemle karşılaşan bir çok kişi ''işlevsel saplantı''ya düşerek, nesneleri en alışagelmiş şekliyle kullanmayı düşünmüştür. Ancak komik filmi seyredenler, matematikle ilgili bir film seyretmiş ya da egzersiz yapmış olanlarla karşılaştırıldığında çözüme daha kolay ulaşmışlardır. Kutuyu panoya raptedip, mumu kutunun üstüne yerleştirmekten ibarettir bu çözüm.
Ruh halindeki hafif değişiklikler bile düşünme sürecini sarsar. Plan yaparken veya karar alırken, iyi ruh halindeki kişiler daha geniş ve olumlu düşünmeye yönelten algısal bir eğilim gösterirler. Bunun bir nedeni de,belleğin ruh haline göre çalışmasıdır; yani iyi ruh halindeyken, daha olumlu olayları hatırlarız; kendimizi iyi hissettiğimiz bir sırada, işin iyi ve kötü yanlarını düşünürken bellek bizim verileri tarttığımız terazinin olumlu kefesine ağırlığını koyar ve örneğin, biraz maceracı ya da riskli bir şeyler yapabilmemizi kolaylaştırır.
Aynı nedenle, berbat bir ruh hali,belleği olumsuz yöne saptırarak bizi korkak, aşırı temkinli kararlar almaya yönlendirir. Kontrolden çıkmış duygular idraki engeller. Ancak kontrolden çıkmış duyguları tekrar hizaya sokabiliriz; işte bu duygusal yeterlilik tüm diğer zeka biçimlerinin işleyişini kolaylaştıran temel bir yetenektir. Umudun,iyimserliğin yararlarını ve kişilerin kendilerini aştıkları o yücelme anlarını göz önünde bulunduralım.

Duygusal Zeka
EQ
Daniel Goleman        



SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone          

29 Mayıs 2014 Perşembe

HIZLI AMA SAVRUK BİR TEPKİ

Duygusal zihin akılcı zihinden çok daha hızlıdır ve bir an bile durup düşünmeden ne yaptığını gözden geçirmeden eyleme atılır. Bu, hız düşünen zihnin bir işarti olan ölçülü ve analitik düşünmeye imkan tanımaz .Evrim süreci içinde bu hız, büyük olasılıkla, neye dikkat edilmesi gerektiğinin ve - örneğin başka bir hayvanla karşı karşıya gelindiğinde oluşan ihtiyat halinde -'ben bunu yer miyim, yoksa o mu beni yer?' gibi sorularının yanıtını anında verme zorunluluğundan ortay çıkmıştır. Bu yanıtlar için durup düşünmeye fazla zaman harcamayan organizmaların, yavaş tepkili genlerini aktarabilecekleri bir şey üretme olasılığı çok azdır.
Duygusal zihinden kaynaklanan hareketler, fazlalıklarından arındırlmış ve basitleştirilmiş bir bakış açısının ürünü olan, özellikle kuvvetli bir keskinlik hissi taşırlar; bu ise akılcı zihnin hiç kavramayacağı bir şeydir. Ortalık yatıştığında, hatta bir tepkinin ortasında, kendimizi ''Bunu neden yaptım?'' diye düşünürken buluruz. Bu, duygusal zihnin hızıyla olmasa da, akılcı zihnin o an ki duruma uyandığının bir işaretidir.
Bu duyguyu başlatan şeyle, duygunun patlak vermesi arasında geçen süre neredeyse bir andan ibaret olduğundan, algıyı tartarak değerlendiren mekanizmanın saniyenin binde biriyle hesaplanan beyin zamanıyla ölçüldüğünde bile, büyük sürat gösterebilmesi gerekir. Eyleme geçme ihtiyacının değerlendirilmesinin otomatik ve hiçbir zaman bilinç düzeyine ulaşamayacak kadar hızlı olması gerekir. Bu hızlı ve 'el altından' duygusal tepki çeşidi, biz gerçekte ne olup bittiğini anlayamadan,üstümüzden geçip gider.
Bu hızlı algılama tarzı sürat uğruna isabetliliği feda eder,çünkü genel görüntüye ya da onun en çarpıcı yanlarına karşılık verir. Her şeyi bir bütün olarak ve bir arada görerek, dikkatli bir analize zaman ayırmadan tepki gösterir. Bu izlenimi, ayrıntıların özenli bir biçimde değerlendirilmesine baskın çıkan canlı öğeler belirleyebilir. Duygusal zihnin duygusal bir gerçekliği (bana kızgın; yalan söylüyor;  bu beni üzüyor) bir anda okuyarak kime dikkat edeceğimizi, kime güveneceğimizi, kimin sıkıntıda olduğunu bildiren anlık sezgiyle karar vermemizi sağlaması büyük bir avantajdır. Duygusal zihin bizim tehlikeye karşı radarımızdır; eğer biz (ya da evrim sürecinde atalarımız) bu tür yargılarda bulunmak için akılcı zihni beklemiş olsaydık, sadece hata yapmış olmaz, ölmüş de olurduk. Bu tür izlenimlere ve sezgisel yargılara göz açıp kapayana kadar vardığımızdan, yanılgılı ya da yanlış olabilmeleri de dezavantajdır.
Paul Ekman'a göre duyguların, başladıklarının bile tam farkına varmadan bize hakim olmalarını sağlayan bu sürat, evrimsel uyum yeteneklerinin bu kadar yüksek olabilmesinin şartıdır. Acil durumlar karşısında ne yapacağımızı ya da nasıl bir karşılık vereceğimizi düşünmeye zaman harcamadan tepki göstermek üzere bizi harekete geçirirler. Yüz ifadesindeki hafif değişikliklerden duyguları saptamak için geliştirmiş olduğu sistemi kullanan Ekman, yarım saniyeden az bir süre içinde insanın yüzünden gelip geçen bütün mikro duyguları izleyebilmektedir. Ekman ve çalışma arkadaşlarının elde ettikleri bulgulara göre;tepkiyi doğuran olaydan saniyenin birkaç binde biri kadar bir süre sonra, duyusal ifadeler yüz kaslarındaki değişikliklerde kendini göstermeye başlar ve belli bir duyguya özgü fizyolojik değişimlerin başlaması da-kan akışının yön değiştirip nabzın hızlanması gibi-bir saniyenin kesirleri içinde olur. Bu sürat,özellikle ani bir tehtidin doğurduğu korku gibi yoğun duygularda ortaya çıkar.
Ekman'ın savına göre, teknik açıdan, duygunun tam yoğunluk hali günler, saatler, dakikalarla değil saniyelerlle ölçülecek kadar kısa sürer. Değişen şartlara rağmen bir duygunun uzun bir süre beyni ve bedeni istila etmesi, evrimsel uyarlanma açısından zararlıdır. Tek bir olayın yol açtığı duygular, olay geçtikten sonra da, çevremizde olup biten şeylere bakmaksızın bize hakim olmaya devam etseydi, o zaman hislerimiz bize doğru yolu gösteremezdi.Duygularn daha uzun sürmesi için, aynen sevilen birinin kaybının bizi yasa boğması gibi, uyarıcının sürekliliğini koruyarak sonuçta o duyguyu sürekli uyandırması gerekir. Hisler saatlerce içimizde kaldığında, daha suskun bir biçimde, ruh halleri olarak devam ederler. Ruh halleri duygusal bir ton verir, ancak algılama ve hareket tarzımızı duygunun en yoğun olduğu zamanki hareketi kadar güçlü bir şekilde belirleyemezler.

Duygusal Zeka
EQ
Daniel Goleman


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone      

25 Mayıs 2014 Pazar

KARDELEN ÇİÇEĞİNİN HİKAYESİ

Bu tip hikayeleri pek seviyorum, her canlıya ait yaşam hikayeleri... Her yaşayan canlının bir hikayesi... Hikayeler daha da bir canlı kılıyor sanki onları...
Cansız varlıklara yazılmış hikayeler de can katıyor onlara... Neyi ne gözle gördüğünü anımsatırcasına...
Boş boş bakmak değil, görmek gerek... Görmek için de neye nasıl bakacağını bilmek gerek... Bu da baharın habercisi kardelen çiçeği'nin iki farklı yazılmış hikayesi...

İLK HİKAYE:
Kardelen çiçeği, etrafındakilerin dostlarının anlatımıyla güneşe aşık olur. Aslında hayatında güneşi hiç görmemiştir. Çünkü bilir ki güneşi gördüğü an canından olacaktır. Ama bu aşk içinde öyle büyür öyle büyür ki artık dayanılmaz bir hal alır ve Allah’a dua eder, bana bir defacıkta olsun güneşi görmeyi nasip et diye.... Ve bir gün dayanamaz Allah’ın huzuruna çıkar ve şöyle der; “Allahım güneşi görmem için bana izin ver.” Allah’ta ona şöyle seslenir; “Ey kardelen bilmez misin ki sen narin bir çiçeksin ve güneşle karşılaştığın an canından olabilirsin. İyi düşün sana iki gün mühlet veriyorum, ya güneş ya canın .” Kardelen yüce Rabbin huzurundan ayrılır ve düşünür. Ama içindeki güneş sevdası adeta onu içten içe kemirir. 2.günün sonunda Rabbin huzuruna çıkar ve şöyle der; “Bu aşk beni öyle büyüledi ki güneşi görmek için can atıyorum. Allah’ta ona; “Cesaretini taktir ederim ey kardelen ama bir yandan da üzülürüm, çünkü canından olacaksın.” der. Ve kardelen güneşi görmenin aşkıyla tutuşurken karın üstüne çıkmaya karar verir. Tam o beyaz karın içinden kafasını çıkardığı an güneşi görür, ama ona daha önce söylendiği gibi canından olur. Bu olay herkesin kalbinde yer eder. Herkes çocuklarına ve torunlarına bu olayı anlatır, nasihatte bulunurlar. “Eğer günün birinde aşık olursan, birini çok seversen KARDELEN gibi cesaretli ol. Eğer KARDELEN kadar cesaretin yoksa sakın aşık olma!!!

          
İKİNCİ HİKAYE:
Yıllar evvel birbirini çok seven iki çiçek varmış. Bunlardan erkek olan, sevgilisini o kadar çok seviyormuş ki; baharda açtıklarında diğer çiçeklerden onu kıskanıyormuş. Buna dayanamayan erkek çiçek baharda binlerce çiçeğin içinde açmak ve kalabalığın içinde kaybolmak yerine kışın dondurucu soğuğunda açarak canından çok sevdiği sevgilisini daha fazla görmeyi hayal etmiş .Yine bahar gelmiş, bütün çiçekler toprağı yedi renge boyamışlar. Erkek çiçek kışın kurduğu hayallerini anlatmış. Dişi çiçek sevgilisinin fikirlerini çok beğenmiş, bir daha ki sefere hiç kimsenin açmaya cesaret edemediği, kışın dondurucu soğuğunda açmak için sözleşmişler. Bahar bitmiş, yaz geçmiş, kış gelmiş. Sevgilisine kavuşma hayali ile yerinde duramayan erkek çiçek, karın bir yorgan gibi kapladığı toprağı delerek yeryüzüne çıkmış. Bembeyaz karlar içinde o renkleriyle göz kamaştıran sevgilisini aramış… Ama bulamamış . Ümidini yitiren erkek çiçek bir süre sonra üzüntüsünden boynunu eğmiş ve soğun şiddetine daha fazla dayanamamış ve hayatını kaybetmiş. İşte o günden sonra aşkı için kışın dondurucu soğuna bile aldırmadan karların içinde açan çiçeğe KARDELEN ve ona sadık kalmayıp aldatan sevgiliye HERCAİ adı verilmiş…
Siz siz olun verdiğiniz sözü asla unutmayın!!!...

Alıntı...


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

24 Mayıs 2014 Cumartesi

KIRILGAN



Kırılgan bir çocuğum ben
Yüreğim cam kırığı
Bütün duygulardan önce
Öğrendim ayrılığı
Saldırgan diyorlar bana
Oysa kırılganım ben
Gözyaşlarım mücevher
Saklıyorum herkesten
Ürküyorlar gözümdeki atesten
Ürküyorlar dilimdeki zehirden
Ürküyorlar o dur durak bilmeyen gözükara cesaretimden
Diyorlar: Bir yanı sarp bir uçurum,
Bir yanı çılgın dağ doruğu.
Oysa böyle yapmasam ben
Nasıl korurum içimdeki çocuğu?
Bir yanım çılgın nar ağacı
Bir yanım buz sarayı.


Murathan MUNGAN



SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Yalnız Seni Arıyorum--->Nahit Hanım'a Mektuplar






Bir de sevgilim vardır, pek muteber;
İsmini söyleyemem,
Edebiyat tarihçisi bulsun.

Orhan Veli'nin o dönemler de ismini söyleyemediği sevgilisi, herkesin hayran olduğu edebiyat yazın öğretmeni Nahit Hanım'a yazdığı mektuplar ''Yalnız Seni Arıyorum'' ismi ile Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı...
Kitabın piyasa çıktığını sevgili blog yazarı arkadaşım deeptone sayesinde öğrendim. Bir Orhan Veli sevdalısı olarak kitabı okumadan edemezdim... Teşekkürler deeptone.
Orhan Veli'yi anlamak, yaşadığı 36 yıllık kısa bir ömre sığdırdığı koskoca bir aşkı hissetmek için her şiir severin mutlaka okuması gereken bir kitap... Bu kitabı okuduktan sonra yazdığı şiirler çok daha fazla anlam buldu bende... Orhan Veli'ye olan sevdamın da nedenini tam olarak kavramış bulunmaktayım.
Araya giren mesafelere, verilen yaşam mücadelesine rağmen hiç eksilmeden gizli saklı yaşanan aşkın, hüzünlü hikayesi...
Orhan Veli'nin büyük aşkı, tutkusu...
Sırtına giyecek pardesü, ayağına giyecek ayakkabı yokken cebinde kalan son kuruşunu sevgilisine mektup yollamak için harcayan adam Orhan Veli...
Yazılan mektuplarda Orhan Veli'nin sevdasını, aşkını, tutkusunu görmek insanı hayrete düşürmekte... Böylesi bir aşk var mı? Olması mümkün mü? Sorularını akla getirmekte...
Orhan Veli'nin büyük yaşam mücadelesi verirken Nahit hanımın aşkına sıkı sıkıya nasıl tutunduğunu, onca engele, mesafeye, yokluğa, Nahit hanımın tüm kaprislerine rağmen aşkına sıkı sıkıya sahip çıkışına şahit oluyoruz...
Günümüz aşklarına pek benzemiyor kısacası Orhan Veli'nin aşkı....
Günümüz yeni yetme şairlerinin anlattığı aşklara da pek benzediği söylenemez.
Nasırlaşmış yüreklere, sevgi ve aşkın anlamını yitirmişlere ışık tutacak kaynak bir kitap...
''Yalnız Seni Arıyorum'' anlatılmaz... okunur...




SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone 

 İstanbul Türküsü

İstanbul’da Boğaziçi’nde
Bir fakir Orhan Veli’yim,
Veli’nin oğluyum,
Târifsiz kederler içinde.

Urumelihisarı’na oturmuşum;
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum;

‘İstanbul’un mermer taşları;
Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları;
Gözlerimden boşanır hicran yaşları;
Edalım
Senin yüzünden bu hâlim.’

‘İstanbul’un orta yeri sinema;
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama;
El konuşur, sevişirmiş, bana ne?
Sevdalım
Boynuna vebâlim!’

İstanbul’da Boğaziçi’ndeyim;
Bir garip Orhan Veli;
Veli’nin oğlu;
Târifsiz kederler içindeyim.

Orhan Veli KANIK


11 Mayıs 2014 Pazar

Bilir misin?



Güneşli, pırıl pırıl çocukluğumu bilir misin?
Gökkuşağının her rengini içtiğimi..
Gençliğimin o çılgın neşesini,
Aldığım her nefesteki bahar tazeliğini
Bilir misin?
Aştığım karlı dağları,
Üzerine üzerine yürüdüğüm fırtınaları,
Azgın dalgalarla boğuşmaları mı,
Her haykırışımda yüreğime düşen yağmur damlalarını,
Sevinçlerimi,
Umutlarımı,
Mutluluklarımı,
Hüzünlerimi,
Gözyaşlarımı,
Çaresizliklerimi,
Sevgilerimi,
Özlemlerimi,
Aşklarımı,
Hissettiklerimi
Bilir misin?
Kahkahalarımla boyadığım renkli dünyamı,
Düşlerimi,
Hayallerimi,
Ulaştıklarımı,
Ulaşamadıklarımı
Bilir misin?
Her ölümümde yeniden dirildiğimi,
Hayata sıkı sıkı halatla bağlandığımı,
Her düşüşümde,
Daha güçlü ayaklandığımı
Bilir misin?
Nedenlerimi,
Niçinlerimi,
Nasıllarımı
Bilir misin?
Çekilen acıları,
Eziyet gören ruhumu,
Ölüp ölüp can bulan bedenimi,
Üstüne karabulutlar çökmüş yüreğimi,
Bilir misin?
Hiç cesaretini kaybettin mi?
Korkularına yenik düştün mü?
Öğrenilmiş çaresizliklerin başına dert oldu mu?
Benim oldu.
Bilir misin?
Neşemden açan çiçekleri,
Mavinin uçsuz bucaksız derinliğinde kanat çırpışımı,
Umutlara kol kanat gerişimi,
Kırık kanatlarıma rağmen,
Hayata sıkı sıkı sarılışımı
Bilir misin?
Nereden bileceksin?
Sen hiç ben olmadın ki...
Gel ben ol desem,
Gelip ben...Bir ben,bir ben daha olurmusun ki?
Var mı cesaretin?
Varsa cesaretin sen ben ol,
Ben de sen olayım...




Birilerini yargılamadan önce kendinizi yargıladığınız kişinin yerine koymayı unutmayın...
Durun, bir düşünün elinizi vicdanınıza koyun, insaflı olun ve ondan sonra yargılayın...
Ve o yargılanan  kişi siz olsanız ne hissederdiniz? Bir düşünün...

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

YALNIZLIK


Ben ne zaman yalnız kaldım, bilmiyorum
Ne tuhaf, vaktim olmazdı
yalnızlığı bunca bilirken
kendimi hiç yalnız sanmazdım
çevremde hep birileri vardı,
ben hep birilerinin yanındaydım
günler belirsiz bir gelecek için neredeyse kendiliğinden hazırlanırdı
aramızda habersiz gidip gelen gündelik armağanlarla
kendi kendini taşıyan bir ırmağın akıntısında hayat
bizi kendi sahillerimize ulaştırırdı
bazı evlerden taşınırdık, bazı insanlar girip çıkardı hayatımıza
bazı mektuplar alırdık, bazı sözler, çiçek selamları
sonraları bazı tanıdıklarımızın ölümleriyle de karşılaştık
elde olmayan nedenle
sudaki halkalar gibi genişleyen
küçük alınganlıklardan büyük dargınlıklara
vazgeçişler, unutuşlar, kayıplar
birbirimizi çok sevdik hep
yıllarla azala azala

şimdi ne zaman yalnız kaldığımı düşünsem,
yalnız olmadığımı kanıtlamak istiyorum kendime
eskiden iki albüme sığdırdığım hayatım,
şimdi sığmıyor eskilenlerle çoğalmış fotograflara
telefonun başına geçiyorum
alt alta dizilmiş onca ad arasında seken ömür parçası
gün ölüyor meşgul numaralarla
şimdi ne zaman yalnız olduğumu düşünsem,
şimdi ne kadar yalnız...
yalnız olduğumu anlamam için beni hiç yalnız bırakmadınız.

Ben ne zaman yalnız kaldım, bilmiyorum
her zaman yalnızdım, bunu biliyorum
büyücü ellerimin kara sanatı yazı
en çok ben onardım dostlukları, en çok benim elim dikiş tuttu
bağışlamasız sanarken kendimi
en çok ben unuttum kalbimin benden sakladıklarını
tığla içeri çektim takılmış kazakların ipini
denenmemiş başlangıçları göze aldım,
hafifletilmiş hasarları, görmezden gelinen enkazı
mutfağı beklemek hep bana kaldı
bir şiirden bir romandan bir filmden çıkıp
her seferinde aydınlık bir inat gibi yeniden karıştım hayata
hiç el değmemiş gibi yeniden konuk geldim
odalarınıza, ruhlarınıza
buraya

eski aşklarım neredesiniz? Hepinizi çok özledim.
Şimdi birdenbire bir köşeden çıkıp bana,
yalnızca, Merhaba, deseniz,
o zamanlar hiç mutlu etmediğiniz kadar mutlu edersiniz,
bir zamanlar bütün ağladıklarımı geri verebilirim size
sağ olun demenk isterim, sağ olun, sağ olun
sanki beni yeniden sevdiniz
ama biliyorum, pis bir yağmur başlıyor, şemsiyem yok yanımda,
yağmurda yürümekten nefret ederken, yürümekte ısrarlıyım gene de
isterseniz, kederdeki bütünlük, diyelim buna
ne kadar ıslansam, o kadar çıkacağım sanki
bir zamanlar çok daha bütün olduğumu sandığım
o yıkanmış zamanlara...

yeni değil keşfine gençlik verilmiş gerçekler
her zaman yalnızdım
kitaplar kadar yalnız
yalnızca yalnızlığımdan gürültücü bir kalabalık yaptım
herkes için farklı aldanışlar kurtarılmış hayatlar yok pahasına

her zaman yalnızdım
yanardağlar kadar yalnız
ey kafiye sevenler,
şimdi beni gökyüzünde bir yıldız sananlar, yanıldınız!

nankörlük etmeyeyim gene de,
yalnızlığımı daha az hissettiğim anlarım oldu yalnız

evimde hep aynı anda çalar telefonla kapı
gene öyle oluyor; hiç yalnız bırakmazlar beni
yalnızlık bilgisiyle çatılmış arkadaşlıkların korunaklı gölgesinde
yalnızlık için çalar telefonlar kapılar
İstersen bana uğra, ya da, Akşama buluşalım, ölmeden yapacak çok
iş var

Murathan Mungan

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

10 Mayıs 2014 Cumartesi

Ayaküstü Yaşanmış Aşk Hikayeleri


                               

1. bildiğim kendimi bildim bileli aşık olduğum,
bildiğim ancak aşıkken var olduğum...
işte bu yüzden, benim için aşık olmak;
çoktandır hasretine katlandığım yokluğum.
'eğer aşktan söz edildiğini duymamış olsalar hiçbir zaman sevemeyecek olan insanlar vardır, '
demiş La Rochefoucauld
benimse hep böylelerini severek başladı vurgunum...

2. her durakta ölümsüz
bir aşk edineceğim
bir bakıştan,bir duruştan,
çağrışımın sonsuz hızından
unutulmaz bir sevgili daha bırakacağım ardımda.
belki de yaşanabilecek en güzel serüveni
terk edeceğim
daha otobüsün ilk basamağında.
kim bilebilir ki? sonrayı, sonrasını kim bilebilir?
gizli gizli veda edeceğim ona;
görmeyecek ve bu duyguyla burkulmuş yüreğim
otobüs camına bağrında bir ok ile
bir aşk levhası çizecek,ah min-el!
bu da ötekiler gibi,
kendisini ölesiye sevdiğimi
bilmeden yaşayıp gidecek..

3. şimdi hemen kalksam buradan
hemen çıksam uzun sokaklardan
birine kiminle karşılaşabilirim
kime vurulurum ölesiye,
eve dönmeden geceme
kuzguni bir cehennem gibi
eklenen bir ölümcül sevda
hangi köşe başında keser yolumu
bir tenhaya ulak olan o suret avı
bırakır mı yakamı haracı ödenmeden
bırakır mı yakamı bir suretten,
bir şiirden, bir hüzünden
ak kağıda düşürülmüş imzasını görmeden
bırakmazlar yakamı, bilirim, ben ölmeden

4. hangi aşk mümkündür
aşığı öldürmeden her aşk,
her şiir ardından uzun uzun bakılan
adı bilinmedik sevgilerden,
küskün omuzlu terk edilmişliklerden,
perspektifinde hep bir sokak taşıyan
o sessiz o faili meçhul cinayetlerden
resim altı sözcüklerden
aşk mümkün olsa idi ah, aşığı öldürmeden
bırakır mı yakamı
kağıdın ölüm beyazı sureti
elle bilenmiş sözcükler,
yüreğime sokulan
serüvenin hançer tadı
nabzımın atışına ayak uyduran
vezninde gece adımları şiirlerimin
bırakır mı yakamı ,
yaşadıklarımı dökmeden
İmgelerin giysilerine
hayatın maskelenmiş gerçekliğine
upuzun bir mesafeyle
yeniden sokulmak için
yeniden ve yeniden.

Murathan Mungan

Aşk Üzerine Söylenmemiş Herşey (tıkla bakalım;) )


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

8 Mayıs 2014 Perşembe

MONA ROSA

Şiir dünyası hep içine çekmiştir beni... Gizleri ve gizemleri, içinde barındırdığı hikayelerle... Okurken de bu şiirlerde en çok merek ettiğim şey yazılış hikayeleridir... Şiirleri okurken, şairin iç dünyasını izlemeyi, hissettiklerini hissetmeyi, elimden geldiği kadarıyla şairle empati kurmayı seviyorum... Şiirlerin ilginç hikayelerini bilmek keyif veriyor...
  Bunlardan biri de Sezai Karakoç'un Mona Rosa şiiridir... İlginç bir yazılış hikayesi var bu şiirin ve bu şiire dair bir çok sır  var, bu nedenle de yıllarca merak konusu olmuş... Sanırım sadece gerçeği Sezai Karakoç bilmekte...  

Sezai Karakoç ve Muazzez Akkaya

Mona Roza Tek Gül anlamına gelir. Bir rivayete göre... Sezai Karakoç üniversitedeyken bir okul arkadaşına sevdalanır.. Fakat kendisini yakışıklı bulmadığı için ona bir türlü açılamaz.. Bir gün cesaretini toplayıp aşkını Muazzez Hanım´a arzeder..Fakat reddedilince çok üzülür.. Okullar tatil olur.. Muazzez hanım Geyve´de yazlıkta kalmaya başlar.. Sezai Karakoç' ta tam karşısındaki yazlığın bahçesinde bahçıvan olarak çalışmaya başlar... Her gün karşılıksız sevgi duyduğu sevgilisini seyreder..Ona şiirler yazar. Mona Roza şiirinin her kıtasının baş harflerine dikkat edersek Muazzez Akkayam ismi ortaya çıkar. Gel zaman git zaman.. Okul biter ve mezuniyet töreni yapılır..Mezuniyet törenindeyse Sezai Karakoç Mona Roza şiirini okur. Muazzez Akkaya ise tam karşısındadır. Şiiri bittikten sonra bir alkış tufanı kopar. Herkes bir daha okuması için ısrar eder. Ve tam 3 kez Sezai Karakoç bu şiiri ard arda okur. Sahneden tam ineceği sırada Muazzez Hanım koşarak yanına gelir ve ona hala teklifinin geçerli olup olmadığını sorar. Sezai Karakoç senin aşkın artık benimkine yetişemez der ve hayır cevabını verir Muazzez Hanım bayılır. Ertesi gün ise Muazzez Hanım´ın intihar ettiği duyulur. 

Şiirin Sırları:

Birinci Sır: Mona şiiri
Mona Rosa siyah güller, ak güller /
Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak" diye başlar.
Geyve'nin sırrı ortaya çıktı: Sezai Karakoç'un büyük aşkı Muazzez Akkaya Geyveliymiş.

İkinci Sır: Mona Rosa şiiri büyük efsanelere ve tevatürlere de konu oldu. Onlardan biri de Muazzez Akkaya'nın intihar ettiği şeklindeydi. Bu rivayet doğru değil. Çünkü Muazzez Hanım'ın şu anda New York'ta büyük kızı Dr. Ayşegül Giray ile birlikte yaşadığını biliyoruz.

Üçüncü Sır: Sezai Karakoç'un Mona Rosa şiirini tamamen platonik duygular içinde yazdığı, Muazzez Akkaya ile hiç tanışmadığı sanılıyordu. Karakoç'un Muazzez Hanım'a açılıp açılmadığını hálá bilmiyoruz ama iki ismin birbiriyle tanıştıkları kesinleşti.

Dördüncü Sır: Muazzez Akkaya'nın durgun ve melankolik bir kadın olduğu sanılırdı. Hayalleri yıkma pahasına kızının tanıklığıyla söyleyelim: Karşımızda neşeli, esprili, hayat dolu bir kadın var.

Beşinci Sır: Muazzez Akkaya'nın Mülkiye yıllarında uluslararası yarışmalara katılan bir ping pong şampiyonu olduğu bilgisi, Sezai Karakoç'un ünlü "Ping Pong Masası" şiirini anlamlandırmamıza yardımcı oldu.

Altıncı Sır: Mona Rosa şiirinde
"Artık inan bana muhacir kızı /
Dinle ve kabul et itirafımı" şeklinde iki dize var.
Muazzez Akkaya'nın, Geyve'ye sonradan yerleşmiş bir muhacir ailesinin kızı olduğunu bilmem belirtmeye gerek var mı? İşte o meşhur Mülkiyeli kızın adı: Muazzez Akkaya...

Kandilli Kız Lisesi'ni "Pekiyi" derecesiyle bitirdi. 1950'de Mülkiye'ye girdi. Aynı okulda öğrenim gören sınıf arkadaşı şair Sezai Karakoç'u "fırtınalı bir aşk okulun en popüler kızlarındandı. Baş döndürücü güzellikle ve Grace Kelly tipinde bir kız. Aynı okulda öğrenim gören sınıf arkadaşı şair Sezai Karakoç'u "fırtınalı bir"aşkın içine sürükledi. Böylece "Uğruna Türk edebiyatının en gizemli ve en dokunaklı aşk şiiri Mona Rosa yazıldığı kadın" olarak kayıtlara geçti. Esin kaynağı olduğu Mona Rosa şiirinden hiç haberdar olmadı. Ancak okul günlerinde paltosunun cebinde şairi meçhul şiirler buldu ve bu şiirlerin şairinin sınıf arkadaşı Sezai Karakoç olduğunu bilmedi. Okulu bitirdikten birkaç yıl sonra Maliye Bakanlığı'nda üst düzey görevler yapan ve geçen yıl hayatını kaybeden Orhan Giray ile evlendi. Üç çocuğu oldu. Şu anda büyük kızı Ayşegül Giray ile yaşıyor...
Mona Rosa (kıtaLarın baş harfLeri >>>Muazzez Akkayam)

Sezai Karakoç basına verdiği bir röportajda ise Mona Rosa'yı şöyle anlatıyor: 

lk defa Karakoç'u ziyarete gelen bu arkadaşım "deli cesareti'' denir ya, bu zamana kadar kimsenin soramadığı o soruyu birden soruverdi.
"Üstat, Mona Rosa'yı sizden dinleyelim. Nedir işin aslı?''
Ben arkadaşıma kızgın gözlerle bakıp orada bulunan birçok kişi gibi gaf yaptığını düşünürken Sezai Karakoç hafif bir gülümseme ve derinlere bakan bir bakışla o şiirin hikâyesini anlatmaya başladı:
19 YAŞINDAYDIM...
"19 yaşındaydım. Heyecanlı bir genç. Şiirde yeni bir dönem başlamıştı. Ölçüsü olmayan vezinsiz, kafiyesiz şiirler yazılmaya başlanmıştı. Hece ölçüsü de bitmişti. Serbest şiir yazılıyordu. O dönemin bu serbest şairleri, eski dönemleri kötülüyordu.
Tabi isterdim ki öz edebiyatımız olan divan edebiyatı ile yazılabilsin şiirler. Ama tek başıma ben aruzu getiremem ya. Aruzu geçtim hecede gidiyordu artık. O dönem dedim ki hece ile bir şiir yazayım. Bu serbestçi şairler divanla dalga geçiyordu. Gül bülbül, gül bülbül başka bir şey yok diyorlardı.

SERBESTLİLER DALGA GEÇİNCE "MONNA ROSA" KOYDUM

O dönemde şiirlere yabancı isim verme geleneği vardı. Birde bu serbestiler gül ile dalga geçince bende ''Mona Rosa'' koydum şiirin adını. Tek gül anlamında bir şey. Tamamıyla kendimi denemek için yazdım şiiri. Akrostiş şiir yazma modası vardı birde. Genç şairler çok hevesliydi akrostiş şiirler yazmaya. Ben de gencim tabi, hem hece ölçüsüyle olsun hem de akrostiş olsun diye bir şiirde ben kaleme aldım.
Okuldan bir arkadaşımın ismiyle yazdım. (Bir an duraksadım orada. Aşk şiirlerinin en güzel örneklerinden biri olan Mona Rosa'yı şiir yapısında bir şeyler denemek için bir arkadaşının adıyla yazdığını söylemişti Karakoç. Yoksa bir aşkı gizlemek için mi böyle söylüyordu ?)

KIR GEZİSİNDE OKU DİYE TUTTURDULAR!

Bir gün mülkiyede o zaman ikinci sınıftayım Ankara'nın meşhur bir kırı var Söğütözü diye oraya gittik. Bir bahar günüydü 20 Nisan. Yazdığım şiirden birkaç yakın arkadaşım haberdardı. O kır gezisinde oku diye tutturdular. Tabi diğerleri de oku dinleyelim deyince ısrarlı oldular okudum. Tabi beğendiler. Sonra döndük akşam. Öbür gün bizimle birlikte kır gezisine katılan 3.sınıflardan bir arkadaş vardı yanıma geldi. Kendisi mülkiye de Yeşilay başkanı idi. Ben de içkiye karşı diye severdim bu kişiyi.

HİSAR DERGİSİ YAYINLADI

Bu geldi ''Sezai o şiiri rica edebilir miyim'' dedi. Verdim ben de. Aradan on ya da on beş gün geçmedi dönemin Hisar Dergisi yöneticileri geldiler. Beni çağırttılar okuldan, oturduk konuştuk. O arkadaş şiirimi bunlara ulaştırmış. Şiirimi çok beğendiklerini söylediler, bir de ya acaba şurasını şöyle mi değiştirsek böyle mi yapsak diye bana soruyorlardı. Şiir güzel de bunlar büyük edebiyatçılar ya illa bir yanlış bulmaya çalışıyorlar. (Gülüyor) Şiirin yayınlanması konusunda hiçbir şey konuşmadık ki ben şiirimin yayınlanmasını asla istemiyordum. Ama 1952 Haziran'ında Hisar Dergisinde şiiri yayınladılar. Bana yayınlanmasından bahsetmediler. Çok beğenildi şiir. Sonra Hisar'a birkaç şiir daha verdim sonra da vermedim. Çünkü fikirlerime uymayan bir dergiydi sadece edebiyat yapıyorlardı. Şiir yayınlandı elden ele dağıldı.

30 SENE KİMSE ŞİİRİN AKROSTİŞ OLDUĞUNU ANLAMADI...

Şiiri herkes çok beğendi. Ama kimse 30 sene boyunca akrostiş olduğunu fark etmedi. Ben şiirimi kıta olarak yazdığım için kimse anlamamıştı akrostişi.
Bir gün Hisar Dergisi kapanınca, Hisar Dergisini anmak isteyenler bir araya gelmişti Ankara'da. O buluşmada Hisar dergisinin sahibine bir arkadaşı benim şiirim üzerine konuşulurken ''o şiir akrostiş'' demiş. Tabi Hisar'ın sahibi şaşırmış ''ya olur mu öyle şey diye''. Ta 30 yıl sonra tartışmaya başlamışlar.(Gülüyor) Hadi bakalım demişler şiire. Sonra incelemişler akrostişi fark etmişler tabi.
Sonra o dergi sahibi bunu radyo da anlattı ''Şiir akrostiştir'' diye. Tabi bu durum benim kulağıma da çalındı. Ama sanmayın o adam şiiri inceleyip de şiirimin akrostiş olduğunu anladı. Bu olaydan iki hafta önce bir yakın arkadaşıma şiirin akrostiş olduğunu açıklamıştım. O da yakınına paylaşmış. Öyle öyle derken çıktı durum ortaya. Yoksa bir 30 sene daha beklerlerdi şiiri anlamak için.

MUAZZEZ AKKAYA'YA İZİN VERMEDİ

(Mona Rosa'nın hikayesini büyük bir ilgi ile dinliyorduk. Ama bir şeyler eksikti sanki. Arkadaşta bunu fark etmiş olacak ki bir atılganlık daha yapıp ''Ama Üstadım..'' diye söze başladı. Ama Üstad Sezai Karakoç "Ben konuşuyorum. Daha bitmedi.'' deyip arkadaşımızın soru sormasını engelledi. Soru belliydi aslında yazılanlar çizilenler ve bu şiirin ana karakteri Muazzez Akkaya. Karakoç da anlamıştı sanki bu soruyu ama soru sorulmasına izin vermeden devam etti.)

BİR DAHA BU ŞİİRLE KONUŞMAYACAĞIM

Şiirin akrostiş olduğu çözüldü. Sonra da herkes bir rivayet uydurdu. Şiiri mülkiye de okumuşum da birisi intihar etmiş. Ne şiiri mülkiye de okudum. Ne de birisi intihar etti. Şairinin reddettiği şiir diyorlar. Hepsi uydurma. Birisi benim yüzümden intihar etse ben yaşayabilir miyim? İşte böyle bir daha bu şiirle ilgili hiçbir şey söylemeyeceğim ilk ve son..."
Ne Muazzez Akkaya'nın ismini andı Sezai Karakoç ne de bir aşktan bahsetti. Belki o zihinlerdeki hikâyelerin hepsini yıkıp geçti. Ne nedir bilinmez ama Sezai Karakoç'un dilinden ''Mona Rosa'' böyle...
İŞTE O MEŞHUR ŞİİR:
MONA ROSA  
Mona Rosa. Siyah güller, ak güller. 
Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister. 
Ah senin yüzünden kana batacak. 
Mona Rosa. Siyah güller, ak güller.

Ulur aya karşı kirli çakallar, 
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa.
Mona Rosa bugün bende bir hal var. 
Yağmur iri iri düşer toprağa,
Ulur aya karşı kirli çakallar.

Açma pencereni perdeleri çek, 
Mona Rosa seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek. 
Anla Mona Rosa ben bir deliyim. 
Açma pencereni perdeleri çek.

Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi, 
Bende çıkar güneş aydınlığına.
Bir nişan yüzüğü bir kapı sesi. 
Seni hatırlatır her zaman bana.
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi.

Zambaklar en ıssız yerlerde açar 
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar, 
Işıksız ruhumu sallar da durur.
Zambaklar en ıssız yerlerde açar.

Ellerin, ellerin ve parmakların 
Bir nar çiçeğini eziyor gibi.
Ellerinden belli olur bir kadın, 
Denizin dibinde geziyor gibi.
Ellerin, ellerin ve parmakların.

Zaman ne de çabuk geçiyor Mona. 
Saat onikidir söndü lambalar
Uyu da turnalar girsin rüyana, 
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar.
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona.

Akşamları gelir incir kuşları, 
Konarlar bahçemin incirlerine.
Kiminin rengi ak kiminin sarı. 
Ah beni vursalar bir kuş yerine.
Akşamları gelir incir kuşları.

Ki ben Mona Rosa bulurum seni 
İncir kuşlarının bakışlarında.
Hayatla doldurur bu boş yelkeni. 
O masum bakışların su kenarında.
Ki ben Mona Rosa bulurum seni.

Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa. 
Henüz dinlemedin benden türküler.
Benim aşkım uymaz öyle her saza. 
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler.
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.

Artık inan bana muhacir kızı, 
Dinle ve kabul et itirafımı. 
Bir soğuk, bir mavi, bir garip sızı 
Alev alev sardı her tarafımı.
Artık inan bana muhacir kızı.

Yağmurdan sonra büyürmüş başak, 
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.
Bir gün gözlerimin ta içine bak 
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış.
Yağmurdan sonra büyürmüş başak.

Altın bilezikler o kokulu ten 
Cevap versin bu kuş tüyüne.
Bir tüy ki can verir gülümsesen, 
Bir tüy ki kapalı geceye güne.
Altın bilezikler o kokulu ten.

Mona Rosa. Siyah güller, ak güller. 
Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister, 
Ah senin yüzünden kana batacak. 
Mona Rosa. Siyah güller, ak güller.  


Sezai KARAKOÇ

Alıntı

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

6 Mayıs 2014 Salı

KIZ KULESİ VE GALATA KULESİ'NİN AŞKI

İstanbul, masallardaki kaf dağı…
İstanbul, aşkların, aşıkların kenti…
İstanbul, sarhoşların meyhanesi…
Ve İstanbul’u onun varlığıyla İstanbul yapan, gizemini taşıyan, alımlı, sevdalı, denizin ortasında, bir başına, yalnız, kendi kendine yeten, İstanbul’un uyurgezer kızı… Ulaşılmaz Kız Kulesi…
Ve rüyalar aleminden gerçeğe kanatlarıyla akmış, Haliç’ten Boğaz’a doğru usul usul süzülen, var olduğundan bu yana dimdik ayakta İstanbul’u seyreden Galata Kulesi…
Galata Kulesi’nin Kız Kulesi’ne aşkını bilir misiniz?
İstanbul’un topraklarından fışkıran, gökyüzünden akan, denizinden çıkan hep sevdayken vurulmuş Galata Kulesi Kız Kulesi’ne… Zerafetine, ihtişamına hayran kalmış…
Bakmayın Kız Kulesi'nin aldırmaz tavırlarına, her ne kadar ilgilenmiyormuş gibi gözükse de o da vurulmuş Galata Kulesi'ne. Lakin Kız Kulesi’nin ünü fazla olduğundan, endamlı olduğundan,alımlı olduğundan herkesin gönlü varmış onda… Ve Kız Kulesi de bundandır gözü yükseklerdeymiş…
Galata Kulesi bunu bildiği halde asırlardır gözlerinin içine bakmış sevdiğinin ve sevmiş hep sevmiş… Bu büyük sevda uğruna kaç kez ıslanmış İstanbul’un delicesine yağan yağmurunda…
Sonunda Kız Kulesi de sevdiğini söylemiş Galata Kulesi’ne… İstanbul’un uykuda olduğu zamanlar fısıldaşır dururlarmış. Öyle gizli konuşurlarmış ki dalgaların sesi örtermiş seslerini… Çünkü martıların konuştuklarını duymalarını istemezlermiş. Galata Kulesi sevdiceğine şiirler yazar, yürek çalkalayan şarkılar söylermiş. Kız Kulesi de yunuslarla gönderirmiş selamını…
Ama gel gör ki koskoca bir Boğaz varmış hep aralarında…Ve bu Boğaz Galata Kulesi ile Kız Kulesi’nin birleşmelerine hiç izin vermezmiş…
Onlar da asırlar boyunca yaptıkları gibi bakışmalarla, geceleri konuşmalarla , yunuslar aracılığıyla selam göndermelerle yetinirlermiş…
Hikayesini bilir misiniz dedim ya Galata Kulesi ile Kız Kulesi’nin…
İşte ben bir Kız Kulesi…
İstanbul’un uyuyan prensesi…
Ve sen Galata Kulesi…
Bu dünyada bir deli aşık yani…
Ve şimdiye gelelim..
Vapurdayız. Ahmet omuzumu dürterek,
- Altan, Kız Kulesi'ni görüyormusun?
- Evet… Çok güzel. Aslında İstanbul çok güzel bir şehir.
- İstanbul'dan etkilendiğine göre, anlatacağım öyküden de çok etkileneceksin. Dinle bak şimdi, dedi ve öyküyü anlatmaya başladı.
-İstanbul'da gökyüzü daha masmaviyken, Halicinde yakamoz eksik olmuyorken, boğazın soluğu insanı sarhoş ediyorken daha; yani aşk varken henüz, topraktan fışkıran, gökyüzünden akan, denizden çıkan hep sevdaymış.
-Ya şimdi, şimdi böylemi peki?
-Dur acele etme de dinle… Her şey çok güzelmiş, ama bir gün mavisi terk etmiş gökyüzünü, Haliç'te
yakmozlar öldürmüş kendini, motor dumanı boğazı boğmuş, aşk da Gülhane'de meşeden bir sandığa
kitlemiş kendini, küskün.
-Yani şimdilerde adına aşk denilen şey, aşk değil, öyle mi?
-Evet, öyle ne yazık ki. Ama yine de birbirlerine bağlı bir çift kalmış İstanbul'da.
-Kimlermiş onlar?
-Galata Kulesi ile Kız Kulesi. Seviyorlarmış birbirlerini hâlâ. Her şey yarım kalsa da, aşk meşe sandığa kitlese de kendini. İstanbul'un derin uykuda olduğu gecelerde fısıldaşır dururlarmış birbirlerine.
Fısıltılar öyle sessiz, öyle derindenmiş ki, dalgaların sesi örtermiş seslerini. Çünkü martıların,
konuştuklarını duymalarını istemezlermiş. Galata Kulesi boyuna şiirler dizer, yürek çalkalayan şarkılar söylermiş Kız Kulesi'ne. Kız Kulesi yunuslarla gönderirmiş selamını. Galata Kulesi sormuş:
- Ey Kız Kulesi, neden bu kadar güzelsin?
Kız Kulesi yanıt vermiş:
- Senin beni sevmen için.
Galata Kulesi sormuş:
- Ey Kız Kulesi, peki sen beni seviyormusun?
Kız Kulesi'nden ses yok. Bir kez daha sormuş kederli bir sesle:
- Ey Kız Kulesi beni seviyormusun?
Kız Kulesi üzgün:
- Evet… Evet, çok ama…
- Ama?..
- Aşk meşe sandıkta, bıraktı gitti bizi. Deniz kirlendi. Gökyüzü karardı. O olmadan nasıl?.. demiş.
Galata Kulesi çok kederlenmiş bu işe. Artık şiirlerinden, şarkılarından keder akıyormuş. Kız Kulesi
ağlıyor, yüreğini dalgalara dövdürüyormuş. Yunusları bile görmez olmuş gözü.
- Bir başkası mı varmış yoksa?
- Hayır, bu keder ikisinde de varmış. Çünkü aşkın meşe sandığa kendisini hapsetmesiyle, birbirlerine
karşı duydukları sonsuz sevginin anlamını yitireceğinden korkuyorlarmış. İkisi de üzgün, ama umutlu, anlaşmışlar birlikte. Sevgimiz temiz kalmalı, denizin pisliği, gökyüzünün dumanı kirletmemeli sevdamızı, diye. İşte o gün bu gündür bekler durur Galata Kulesi ile Kız Kulesi. Heyecanla bekler ikisi de aşkın meşe sandıktan çıkarak doğayı yeniden kucaklamasını.

Alıntı


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Bir Dilek Tut

Bu gece bir dilek tut...Öyle içten tut ki gerçekleşsin...;)Her söz bir duadır ve karşılığını bulur...Her 5 Mayısı 6 Mayısa bağlayan gece tüm dilek ve dualar gökyüzünde ulaşacakları yere doğru yola çıkar...Bu gece Hıdrellez gecesidir...
Hıdırellez ya da Hıdrellez (Azerice: Xıdır Ilyas ya da Xıdır Nəbi), Türk dünyasında kutlanan mevsimlik bayramlardan biridir. Ruz-ı Hızır (Hızır günü) olarak adlandırılan Hıdırellez günü, Hızır ve İlyas’ın yeryüzünde buluştukları gün olduğu sayılarak kutlanmaktadır. Hıdırellez günü, Gregoryen takvimi (Miladi takvimi)ne göre 6 Mayıs, eskiden kullanılan Rumi takvim olarak da bilinen Jülyen takvimine göre 23 Nisan günü olmaktadır. 6 Mayıs’tan başlayıp 4 Kasım’a kadar olan süre Hızır Günleri adıyla yaz mevsimini, 8 Kasım’dan 5 Mayıs’a kadar olan süre ise Kasım Günleri adıyla kış mevsimini oluşturmaktadır. Bu yüzden 5 Mayıs günü gecesi kış mevsiminin bitip sıcak yaz günlerinin başladığı anlamına gelmektedir.
Dileklerin gerçekleşmesi için çeşitli ritüeller uygulansa da bu gece de, ben içten edilecek bir duanın ve dileğin gerçekleşeceğine inanıyorum...;)Ritüellere gerek yok bana kalırsa,iste ama içten inanarak iste olsun..;)
Bu gece ben dilek dileyeceğim,siz de dilemeyi unutmayın..;)Ya tutarsa...;)Di mi ama,)

Ederlezi-Besa Kokedhima dinle;)

Ederlezi Sözleri

Same amala oro kelena
Oro kelena dive kerena
Sa o roma
Sa o roma, babo, babo
Sa o roma, o daje
Sa o roma, babo, babo
Ej, ederlezi
Sa o roma, daje
(amaro dive
Amaro dive, ederlezi
Ej... ah... )
Same amala oro kelena
Oro kelena dive kerena
Sa o roma
Sa o roma, babo, babo
Sa o roma, o daje
Sa o roma, babo, babo
Ej, ederlezi
Sa o roma, daje

Sa o roma babo, e bakren cinen.
A me coro, dural besava.
A a daje, amaro dive.
Amaro dive erdelezi.
Ediwado babo, amenge bakro.
Sa o roma, babo. e bakren cinen.
Eeee...j, sa o roma, babo babo, sa o roma daje.
Sa o roma, babo babo, erdelezi. erdelezi, sa o roma daje.
Eeee... sa o roma, babo babo, sa o roma daje. sa o roma, babo babo, eeee...
Erdelezi, erdelezi.
Sa o roma daje

Ederlezi Türkçe Sözleri

Kızların ağıtlar düzerken bosna yaylalarında,
Acıya bulanmıştı şenlikleri,
Ederlezi yine gelmişti her sene geldiği gibi,
Ne bilsin burada yetim kızlar var
Bu sene ederlezi babasız kalmıştı
Yetim kızların yürekleriydi gelen.

Sarı saçları mavi gözleriyle,
Gökyüzü bile özenirdi güzelliklerine,
Deniz utanırdı mavisinden,
Cenazelere uğurlanmıştı ederlezi,
Şurada yatan kefensiz, babalarımızdı
Boşnak kızları goran'ın,
Yetimdi sarıları, yetimdi mavileri.

Ah ederlezi, niye geldin bu sene
Bilmez misin, buradaki kızlar yetim
Şurada yatan babalarımızdı, kefensiz
Yaslar bağladı sarı saçlarımız
Babasızdı mavi gözlerimiz
Ve goran, haykır yine bosna dağlarına
Ederlezi kızlarım, ederlezi

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

3 Mayıs 2014 Cumartesi

Uzun İnce Bir Yoldayım

Şarkıları türküleri dinliyoruz, şiirleri, kitapları okuyoruz ama altında gizli kalmış hikayeleri bilmiyoruz... Hepsinin bir hikayesi var çoğu zaman... Kimi hüzünlü, kimi sevgi ve mutluluk dolu... Ayrı ayrı hayat hikayeleri gizlenmiş satır aralarına... İşte o özel hikayelerden biri;

Anadolu'nun bir köyünde sakin bir akşam karı koca uyumak için yatağa girerler.. Kadının gözüne bir türlü uyku girmez, çünkü o gece özeldir.. O gece kocasını terk edecektir.. Hem de sevgilisi ile köyden kaçarak... Kocasının uyumasından bayağı bir zaman sonra pencerede beklediği taşın sesini duyar kadın.. Ayakkabılarını giyip, önceden hazırladığı eşyalarını alıp bahçede bekleyen sevgilisinin yanına gider ve koşarak oradan kaçarlar.. Koşarlarken kadının ayağını bişey rahatsız eder, ayakkabısının içinde bir şey vardır ama kadın mecburdur koşmaya ayağını rahatsız eden şey için durma lüksü yoktur.. Anadoludur burası.. Töredir, cinayettir geride bıraktıkları.. Belli bir mesafe uzaklaştıktan sonra nefeslenmek için dururlar.
Kadın duraksamayı fırsat bilip nefes nefese der ki : "Evden çıktığımdan beri, ayakkabımın içinde bir şey var beni rahatsız ediyor, çıkartıp bakar.. O da ne? Ayakkabısının içinde bir tomar para!!!  Kocası her şeyin farkında. Biliyor ki gidecek, "Beni terk edecek ama bunca yıl çorbasını içtim, çamaşırlarımı yıkadı, ütüledi. Bana emeği geçti.." O Yoksul köylü; bütün parasını; başka bir adam için kendisini terk eden karısının, giderek kendinden uzaklaşan adımlarını attığı ayakkabısının içine koymuştur.
Bu özel adamı çok iyi tanıyorsunuz;
Aşık Veysel

Alıntı...

Yorum yapmıyorum, yorumu size bırakıyorum...

Sevgi ve ışıkla kalın..
Persephone

Dinlemek için tık tık;)
UZUN İNCE BİR YOLDAYIM