11 Aralık 2013 Çarşamba

Korkunun Karşıtı Sevgi

Herkesin yaşam amacı; mutlu olmak, nefes aldığı süreç boyunca hayatını anlamlı kılmak, sevmek, sevilmek, başarılı olmak ve paylaşmak...
Peki bunları gerçekleştirmekten bizi alıkoyan ne? Belki bunun için biraz zaman ayırıp,üzerine kafa yormak gerekir...
Korkular!!!
Evet bildiğimiz ama bilmek istemediğimiz korkularımız,öğrenilmiş çaresizliklerimiz bizi yapmak istediklerimizden alıkoyan...
Ya sevdiğim birini kaybedersem!
Ya işsiz kalırsam! Ya okulumda başarılı olamazsam!
Ya sevdiğim insan beni terkederse!
Bu korkularımız sonsuzdur ve bir çok şey daha eklenebilir...
Bu korkularla yaşamımızı devam ettirmeye çalıştıkça, düşüncelerimiz, enerjimizi bu olumsuzluklara aktıkça zaten kaçınılmaz sonumuzu kendi ellerimizle hazırlamaktayız... Evet!!! Ve işte yine; ''Korktuğum başıma geldi!!!'' Bu cümleyi hayatımızda ne kadar sık tekrarladığımızı bir düşünün!!!
Korkularımızı canlı tuttuğumuz sürece korktuğumuz hep başımıza gelecektir.Çünkü; düşüncelerimiz davranışlarımıza yansıyacak ve yaşam aynı nakaratı bizim için tekrarlayacaktır...
Hayat iniş ve çıkışlarla, yepyeni deneyimlerle dolu.Bir olaydaki negatif düşünceler ya da pozitif düşünceler o olayın şeklini tamamen değiştirmektedir. Yaşanan şeyi nasıl deneyimlemek istiyorsak öyle deneyimleriz ve bunu biz şekillendiririz. Dış etkenler yalnızca biz izin verirsek müdahil olur.
Korkularımızı, öğrenilmiş çaresizliklerimizi bir kenara bırakıp yeni deneyimlere kendimizi açmalıyız... Hayattaki seçimlerimizi kendimiz yaparız ve seçtiklerimizi yaşarız. Ya korkularımızla yaşamaya devam edip, aynı tekrarları yaşayacağız ya da hayallerimizi, yaşamak istediklerimizi gerçekleştirmek adına bir şeyler yapacağız...
Hayat bir çağlayan gibi hızla akmakta. On dakika sonra halen yaşıyor olacağımızın da bir garantisi yok. Sırf korktuğumuz için yaşayabileceğimiz güzelliklerden vazgeçmek niye???
İhtiyacımız olan tek şey SEVGİ; çünkü her şeyin özü SEVGİ'dir... Ve SEVGİ; korkunun karşıtıdır....



Sevgi sundukça, alacağınız karşılık yine sevgi olacaktır...

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

10 Kasım 2013 Pazar

Carfax Manastır'nda Gün Işırken

Uzaklarda bir çan, gündoğumunu haber verdi. Vampirler seni ve Profesör van Helsing'i güneşin ilk ışınlarını karşılamak için bırakarak gölgelerin ardına çekildiler.
Van Helsing gülümsedi, ''Artık güvendeyiz,''  dedi. ''En azından gün boyunca '' Ona eşlik ederek manastırdan çıktın.
Her ikiniz de yeniden gece olacağını biliyordunuz.
Kendinizi kutlayın. Vampirlerle karşılaştınız ve çizik bile almadan kurtuldunuz. En azından şimdilik.
Duygusal vampirler yeryüzündeki en zor iç bunaltıcı varlıklardır. Ama artık bildiğiniz gibi güçlerinin kaynağı zayıflıklarıdır. Vampir kişilikler bu gecenin çocuklarını hem çekici hem de tehlikeli yapan olgunlaşmamış ihtiyaçlar nedeniyle çarpılmıştır. Bu ihtiyaçların ne olduğunu bilirseniz, vampiri de tanırsınız.
Anti-Sosyal Vampirler: Heyecan bağımlısıdır. Şeytani cazibeleri ve karanlığın gizli, cazip vaatleriyle sizi kendilerine çekerler. Gün ağarınca verdikleri sözleri hatırlamalarını beklerseniz kanınız kurur.

Dramatik Vampirler: İlgi için yaşarlar. Etkileyici performansları karşısında ağzınız açık kalır; ama perde inince vampir de parça parça olur. Gösteri aralarında onları yeniden yapıştırmanız gerekir.

Narsisit Vampirler: Tanrı'nın dünyaya gönderdiği armağanlar olduklarını düşünürler. Size de en az kendileri kadar özel olduğunuzu söylerler, ama bir kez istediklerini elde edince, adınızı bile zor hatırlarlar. Yeniden sizden bir şey isteyene kadar elbette...

Obsesif-Kompulsif Vampirler: Gerçek olmayacak kadar iyi görünürler. Deli gibi çalışarak, kuralllara uyarak ve otuz kilometre çapında bir dairenin içindeki, siz de dahil herşeyi kontrol ederek mükemmeliyete ereceklerine inanırlar.

Paranoyak Vampirler: Yalın ve gerçek yanıtlar arayarak geceyi tararlar. Kesin ve açık tavırları öyle güven vericidir ki! Sizi sorgulamaya başlayana kadar elbette...

Duygusal vampirlerin hasta olduklarını düşünmek sizi yanıltır. Kişilik bozukluklarına mikroplar ya da hayati organlardaki yaralanmalar değil, kişilerin kötü yönlendirilmiş ve kimi zamanda avlanmayı amaçlayan seçimleri neden olur. Rahatsızlıklarını hastalık olarak algılamak da tehlikelidir. Uygar insanlar hasta insanları rahat ettirmeye çalışırlar. Rahat ettirilmek de bu vampirlerin en son ihtiyacı olan şeydir. Gecenin çocuklarını anlamak için ne olduklarını iyi bilmeniz gerekir. Ve kendizi iyi tanımanız gerekir:
Bunu sakın unutmayın.
Kontrol vampir de değil, sizde. Vampirler sizi kendi arzularına boyun eğmekten başka seçenek olmadığına inandırmaya çalışırlar. Bu kesinlikle yanlış. Vampirlerle uğraşırken her zaman bir yol daha olduğunu sakın unutmayın, bu yol çekip gitmek olsa bile.
Gücün kaynağı ilişkilerdir. Vampirler doymak bilmez ihtiyaçları tarafından yalıtılmıştır. Sizin kanınızı emebilmelerinin tek yolu sizi de yalıtmalarıdır. Sizi güvendiğiniz kişilerden uzak tutmak hipnoz etme yöntemleridir. Eskiden inandığınız kuralların artık geçerli olmadığına inanmanızı isterler.
Sakın dinlemeyin! Perdeleri açın içeri güneş ışığı dolsun!
Vampirlere karşı gücünüz insanlığın geri kalanıyla, yani sizden daha büyük olan şeyle bağlantınızdır. Vampirlerle uğraşmak zorundaysanız, eski arkadaşlarınıza güvenin ve kendi değer yargılarınıza sıkı sıkı sarılın.Sırlar insanın canını yakar, paylaşmaktan en çok utandığınız  şeyler, paylaşmaya en çok ihtiyacınız olan şeylerdir.

Güvende olmak korkularınızla yüzleşmeniz anlamına gelir. Vampirler sizi kontrol etmek için korku ve karmaşa yaratırlar. Kendinizi korkudan tabanları yağlamış bulursanız, durun ve arkanıza dönün. Güvenliğe giden yol her zaman korkuya doğrudur,ters yöne doğru değil.Vampirlerle başa çıkmak için en korkutucu görünen yol, genellikle en doğrusudur.
Haçlar ve sarımsak sizi duygusal vampirlerden korumaz. En iyi savunma silahlarınız bilgi, olgunluk ve nesnel, sağlam bir değerlendirmedir. Artık bilginiz var,olgunluk ve değerlendirmeyi de kendiniz sağlamalısınız.

Duygusal Vampirler
Dr.Albert J. Bernstein

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

8 Kasım 2013 Cuma

Yargılama...

Yargılama ki, yargılanmayasın, çünkü hangi yargıyla yargılarsan, onunla yargılanacaksın. Hangi ölçüyle ölçersen, aynı ölçüde sana uygulanacaktır. Neden kardeşinin gözündeki çöpü görürsün de, kendi gözündeki merteği görmezden gelirsin...

M.S.2150
Thea Alexander

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

6 Kasım 2013 Çarşamba

M.S. 2150

Herkes mutluluk arayışı içinde olduğuna göre, bakış açınızın boyutlarını bilmeniz son derece önemli; çoğu kere kısa vadeli mutluluklar uzun vadede acılara neden olurlar. Eğer yaşamınızdan geniş anlamda hoşnut olmak istiyorsanız, yaşam anlayışınızın ve bu anlayışın belirlediği seçimlerin uzun vadedeki sonuçlarını (zevk-acı) bilebilmeniz için bakış açınızı genişletmek zorundasınız.
Mikro sınırlar içinde olanlar, bir insanın fiziksel görünümünün ötesinde var olanları doğru biçimde idrak edemezler. Bilinçaltı, ruh ya da birlik-kardeşlik gibi kavramlar mikro adam için sadece soyut düşüncelerdir. Bir başka anlatımla, böyle biri kendini kimseye uzun süre bağlı hissedemez, kardeşçe duygular besleyemez, sevecen olamaz. Gerçekte kendisiyle yabancılaşmıştır, kendini kendinden(bilinçaltından) ayrı hisseder; bu yüzden kendini başkalarına karşı da yabancı, başkalarından da ayrı hissetmek zorundadır.



M.S.2150
Thea Alexander




Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

5 Kasım 2013 Salı

Gecenin Çocukları




Carfax Manastırı'nda ışıklar yanıyor. Dedikodulara göre yıkıntılar egzantirik bir Avrupalı soylu beyefendi tarafından satın alınmış. Geceleri sisin arasında hareket eden tuhaf yaratıklar görülüyormuş. İnsanlar geceleri köpeklerin ulumaları ve pencerelerine çarpan yarasaların kanat çırpınışlarına benzer sesler nedeniyle rahat uyuyamıyorlarmış. Kentin en iyi evlerinde yaşayan genç kadınlar kendilerini tedirgin ve yorgunluktan tükenmiş hissettikleri karabasanlardan uyanıyorlarmış. Kimileri de hiç uyanmamış.
Fena halde yanlış giden bir şey var, ancak olup bitenlere uygun tek açıklama da gündüz  aydınlığında batıl inançlı boş lakırdılar gibi geliyor kulağa. Vampirler bir efsaneden ibaret değil mi? Modern dünyada bu ölümsüz  ruhların dolaşıp canlıları avlayabileceği nerede görülmüş ki?
Gece giysileri içindeki uzun boylu, esmer, yakışıklı adam gülüyor: 'Vampirler mi? Bunlar ihtiyar kadınların çocukları korkutmak için uydurdukları masallardan ibaret! 'Gözleri insanı derinlerine çeken bir ışıkla parlıyor: 'Kendimi tanıtmama izin verin,  ben Kont Drakula.'

Biz burada konuşurken bile vampirler sezdirmeden size yaklaşıyorlar. Gün ışığıyla yıkanan caddelerde, ofisinizin mavimsi floresan aydınlığında, hatta evinizin sıcaklığında. İhtiyaçları onları yırtıcı hayvanlara dönüştürene kadar normal insan maskelerini takacaklar.
Onların emdikleri kanınız değil, duygusal enerjiniz.
Sakın yanlış anlamayın, burada sözünü ettiğimiz, bir fiske darbesiyle uzaklaştırabileceğiniz, el fenerinizin ışığına gelen ufak böcekleri andıran gündelik rahatsızlıklar değil, onları 'ben önermeli cümlelerle' rahatça savuşturabilirsiniz. Bunlar karanlığa özgü yaratıklar. Sizi yalnızca rahatsız etmekle kalmaz, aynı zamanda hipnotize ederler, ta ki siz ağlarına takılana dek verdikleri yalan sözlerle aklınızı bulandırırlar. Duygusal vampirler önce içinize sızar, sonra içinizi boşaltırlar.
İlk bakışta sıradan insanlardan daha iyi görünürler. Romanyalı kont kadar etkileyici, sevimli ve yeteneklidirler. Onları seversiniz, onlara inanırsınız, onlardan başkalarından beklediğinizden daha fazlasını beklersiniz ve sonunda sizi ele geçirirler. Onları yaşamınıza davet eder, sizi boynunuzda bir ağrıyla, kanınız emilmiş, cüzdanınız bomboş ya da kalbiniz kırık bırakıp, gecenin içinde yitene kadar da yanlışınızı fark etmezsiniz. Hatta kendinize sorarsınız, suç onun muydu, benim mi?
İşte onlar: Duygusal Vampirler.
Hiç böyle bir tanıdığınız var mı, hiç karanlık güçlerini yaşamınızda hissettiniz mi?
İlk bakışta kusursuz görünen, tanıdıkça tam bir karmaşa oldukları ortaya çıkan insanlarla karşılaştınız mı?Ucuz bir neon lambası gibi bir sönüp bir parlayan ışıklarıyla kör oldunuz mu? Geceleri kulağınıza büyülü sözler fısıldayıp, gün doğmadan hepsini unutan bir sevgili olmadı mı yaşamınızda?
Hiç kanınız emilmedi mi?
Duygusal vampirler geceleri tabutlardan doğrulmaz. Sizin sokağınızda yaşarlar. Yüzünüze gülüp arkanızdan konuşan komşunuz, skor aleyhine dönene kadar yıldız oyuncu olan takım arkadaşınız; bu insanlar işler istedikleri gibi gitmediğinde öyle bir huysuzlaşır ki üç yaşındaki bir çocuğu bile şaşırtırlar.
Duygusal vampirler ailenizde de olabilir. Hiçbir işte tutunamayan kayınbiraderiniz... Kendisini yorgun düşüren ve bir türlü teşhis edilemeyen tuhaf bir hastalığa yakalanıp da, bakımınıza muhtaç olana kadar herkesin yardımına koşan silik, neredeyse görünmez teyze... Sürekli keyfinize bakın deyip, durmadan kendilerini memnun etmenizi bekleyen sevgili, fedakar ana-babanızın sözünü etmeye gerek var mı peki?
Hatta bu vampir yatağınızda da olabilir.Bir an sevimli, sevgi dolu, espriler yapan bir partnerken, bir sonraki an mesafeli soğuk bir yabancıya dönüşür...

Duygusal Vampirler
Dr.Albert J. Bernstein




Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

4 Kasım 2013 Pazartesi

Mikro Ben'in Kendini Savunma Yöntemleri

Sözle Açığa Vurma: Uygunsuz istekleri onlardan sürekli söz ederek bastırmaya çalışma.
Dengeleme Çabası: Bir konudaki düş kırıklığını başka bir konudan aşırı zevk alarak dengelemeye (telafi etmeye), ya da bir zayıflığın etkisini güçlü bir yanı abartarak azaltmaya çalışma.
Gerçeğin Yadsınması: Genelde ''hastalanarak'' veya iş ya da hobilere kendini vererek Mikro ben'i gerçeğin istenmeyen sonuçlarından, o gerçeği yadsıyarak (gerçeği görmezden gelerek) koruma.
Başka Şeye Boşalma: Duyguları (genellikle öfkeyi) o duyguyu uyandıran kişiyi ya da nesnelerden daha az tehlikeli kişi veya nesnelere boşaltma. Hırsını başka birinden veya şeyden  çıkarma.
Duygusallıktan Kaçınma: 'Ben'i acıdan korumak için duygusal bağlılıklardan kaçınma.
Düş Kurma: Ulaşılmamış isteklerin gerçekleşmiş olduğunu düşleyerek doyum sağlama.
Kimlik Edinme: Ünlü kişi ya da kuruluşlarla özdeşlik kurarak, bu sayede kendini daha değerli ve önemli hissetme.
Kendini Başka Biri Gibi Görme: Reddedilmemek için başkalarının değerlerini benimseme.
Kendini Soyutlama: 'Ben'e acı verebilecek koşullardan uzak durmak ya da bazı davranışların sonuçlarından kaçınmak için onları uygunsuz olarak niteleme.
Yansıtma: Kendi uygunsuz isteklerini başkalarına yükleme ya da karşılaşılan güçlükler konusunda başkalarını suçlama.
Akla Uydurma: Bir davranışın haklılığını ve onaylanması gerektiğini akla uygun biçimde kanıtlamaya çalışma.
Tepki Oluşturma: Tehlikeli(toplumsal açıdan kabul görmeyen) istekleri bunların karşıtlarından söz ederek bastırmaya çalışma.
Gerileme: Daha az olgun davranış isteyen ve daha düşük nitelikte amaçları olan, gerçekte aşılmış bilinç düzeylerine geri dönme.
Bilinç Dışına İtme: Acı veren ya da tehlikeli düşünceleri bilinçdışına itme.
Sevimli Olma Çabası: Kendine verdiği değeri desteklemek için başkalarının beğenisini kazanmaya çalışma.
Kendini Hırpalama Veya Cezalandırma: Ahlak dışı istek ve davranışları 'Ben'e acı çektirerek ödeme.

İnsanın kendini yadsıyan bu teknikleri kullanarak psikolojik acısını hafifletme çabaları, kısa vadeli(mikro) bakış açısından başarılı sonuç verir. Başka bir anlatımla, bu teknikler işe yarar. Onları kullanma nedenimiz de zaten işe yarar olmalarıdır. Ancak sağlanan bu başarı geçicidir, çünkü bu teknikler farkındalığımızı öyle azaltır ki, geniş (makro) bakış açısının değil sadece kendi düşüncelerimizin yarattığı gerçeğini kolayca unutabiliriz.
Belki de psikolojik savunma yöntemlerinin sonunda ulaştığı en önemli nokta, psikolojik gerilimin kaçınılmaz biçimde artarak bedeni hastalanmasına, yaşlanmasına hatta  ölmesine neden olabilecek kadar hırpalaması, yıpratmasıdır. Bu konudaki ilk araştırma 1930'lu yıllara tıp doktoru Hans Selye yönetiminde yapıldı. Dr.Selye'nin vadığı sonuca göre gerilim veye direnme (ve bu durumun yarattığı sürtünme) olmasaydı, hastalık, acı veya ölümde olmazdı.
Kendini yadsıyan bu teknikleri kullanmak insanı sonuçta çok daha büyük acılara (psikolojik gerilimlere) götürür, çünkü bu teknikler acıların nedenlerini (olumsuz düşünceleri) asla ortadan kaldırmaz, sadece sonuçları, yani olumsuz duyguları geçici olarak hafifletir.
20.yüzyılın ikinci yarısında pek sık görülen alkol ve uyuşturucu bağımlılarının durumu bu anlattıklarıma çarpıcı bir örnek olabilir. Psikolojik acıyı hafifletmek için bilinçlerinin büyük bölümünü farkındalık dışı bırakıp (yadsıyıp), kendilerini rahatsız edici duygulardan geçici olarak kurtarıyorlardı, böylece geriye keyif verici duygular kalıyordu. Ama sıkıntıların gerçek nedenleri ortadan kalkmamış olduğu için, alkolün ve uyuşturcunun etkisi geçtiğinde, psikolojik acı hep artarak geri dönüyordu. Kendi rahatsızlıklarının sorumluluğunu üstlenmekten kaçındıkları sürece bağımlılıklarından kurtulmaları mümkün olmuyordu, ama bu arada psikolojik acı hiçbir şey tarafından dindirilmeyecek ölçüde büyüyordu. Sonra, ancak o noktadan sonra, kendi olumsuz düşüncelerinin sorumluluğunu kabullenmeye, yardım dilemeye, daha geniş bir bakış açısı edinip yeni bir yaşam felsefesine, Makro bakış açısına yaklaşan yeni bir gerçeğe doğru ilerlemeye hazır oluyorlardı.


Gecenin ne kadar karanlık olduğu hiç önemli değil. Er geç gün ışımak, güneş doğmak zorunda.

M.S.2150
Thea Alexander



Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone  

3 Kasım 2013 Pazar

Makro Felsefe

Dünyadaki tüm büyük dinler  ''Ne ekersen onu biçersin'' derler. Makro felsefeye göre bu deyişin anlamı olumlu ve olumsuz düşünce kalıplarının yarattığı sonuçlarda aranmalıdır. Eğer gerçekleşmesinden korktuğunuz bir şey varsa, genelde gerçekleşir; çünkü, düşünce enerjinizi bu korkulu olaya harcar, dolayısıyla da onu kendi düşüncenizin enerjisiyle yaratmış olursunuz.
İki bin yılı aşkın bir süre önce, bilge kişi, mesellerinin 23:7'nci bölümünde ''Bir insanın yüreğinde ne varsa, kendisi 'o'dur'' demiş.
Makro felsefeye göre olumsuz düşünce, olumsuz duygu ve olumsuz deneyim üretir; oysa,olumlu düşünce olumlu duygu ve olumlu deneyime kaynak olur. Tek bir düşünce bile kaybolmaz. Düşüncelerimizin tümü eskilerin yüreğimiz dedikleri bilinçaltımıza kaydolur ve burada her olumsuz düşünce aynı yoğunlukta veya güçte olumlu bir düşünceyle dengelenene ya da yok edilene kadar olumsuz duygular üretmeyi sürdürür(+ ve -= 0).
Olumsuz düşünceler korku, öfke, düş kırıklığı, suçluluk duygusu, bunalım, üzüntü ve benzeri huzursuzluklar üretir. Olumsuz duygularımızı, onları yadsıyarak gidermeye çalışırız. Yani, olumsuz duygularımızı kendi olumsuz düşüncelerimizle yarattığımızı kabul etmek yerine, bu duygulardan onları bastırmak, başkalarına yansıtmak ya da mantıklı kılacak bahaneler bulmak gibi psikolojik savunma yöntemlerini devreye sokarak kurtulmaya çalışırız.
Bu savunma yöntemlerinin tamamı, sizi rahatsız eden duygularla ilgili farkındalığımızı azaltma ya da ortadan kaldıracak biçimde düzenlenmiştir. Böylece kendi farkındalığımızı kendimiz azaltıyor, bakış açımızı daraltarak mikro bakış açısı düzeyine indirgiyoruz. İçinde bulunduğumuz rahatsızlığın sorumluluğunu üstlenmek yerine bu sorumluluğu başka birine ya da başka bir şeye yüklemek de çok alışılmış tekniklerden biridir...

M.S.2150
Thea Alexander


''Dileyin, size verilecektir; arayın bulacaksınız; kapıyı çalın, size açılacaktır.''(Matta 7:7)

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

10 Ekim 2013 Perşembe

Mutluluk ya da mutsuzluk kaderin değil, hayattaki kendi seçimlerinin sonucudur...


Sevgi ve ışıkla kalın…
Persephone

Geçicilik ve Yaşam Devreleri

Her şeyin size geldiği gibi ve sizin gelişip iyiye gittiğiniz başarı devreleri vardır,ve sizin yeni şeylerin ortaya çıkabilmesi ya da değişim-dönüşümün gerçekleşmesi için onları bırakmanız gerekir.Eğer siz o noktada onlara yapışıp direnirseniz,yaşam akışına uymayı reddediyorsunuz demektir ve bu durumda ıstırap çekersiniz.
Yukarı doğru yükseliş devresinin iyi,aşağı doğru iniş devresinin kötü olduğu doğru değildir;bunu sadece zihin böyle yargılar.Gelişme-büyüme genelde olumlu kabul edilir,ama hiçbir şey sonsuza dek büyümez.Eğer her ne türde olursa olsun büyüme sürüp dursaydı,o en sonunda azman ve yıkıcı bir hale gelirdi.Yeni büyüme-gelişmenin meydana gelebilmesi için çözülüp dağılma ihtiyacı vardır.Biri olmadan diğeri de var olamaz.
Aşağı doğru iniş,yani başarısızlık devresi spiritüel idrak için kesinlikle gereklidir.Sizin spiritüel boyuta çekilebilmeniz için bir düzeyde derin bir biçimde başarısız olmanız ya da derin bir kayıp veya acıyı deneyimlemiş olmanız gerekir.Ya da belki bizzat başarınız boş ve anlamsız hale gelir ve böylece başarısızlığa dönüşür.Her başarıda bir başarısızlık ve her başarısızlıkta bir başarı gizlidir.Bu dünyada form düzeyinde herkes er ya da geç 'başarısızlığa uğrar,'ve elbette,her başarı eninde sonunda başarısız olur.Tüm formlar geçicidir.
Siz hala aktif olup yeni formlar ve durumlar yaratıp tezahür ettirmenin tadını çıkarabilirsiniz,ama onlarla özdeşleşmezsiniz.Sizin onlarda bir benlik duygusu bulmaya ihtiyacınız yoktur.Onlar sizin yaşamınız değil,sadece yaşam durumunuzdur.
Fiziksel enerjiniz de devrelere tabidir.O daima zirvede olamaz.Yüksek enerjili olduğu gibi,düşük enerjili zamanlar da olacaktır.Son derece aktif ve yaratıcı olduğunuz dönemlerde olacaktır ama her şeyin durağan göründüğü,hiçbir yere ulaşmaz,hiçbir şey başaramaz göründüğünüz zamanlar da olabilir.Bir devre birkaç saat de sürebilir,birkaç yılda.Bu büyük devreler içinde büyük ve küçük devreler vardır.Birçok hastalık,yenilenme için yaşamsal önem taşıyan düşük enerjili devrelere karşı koymaktan kaynaklanır.Bunu yapma dürtüsü ve benlik değerinizi ve kimlik duygunuzu başarı gibi dış etkenlerden alma eğilimi siz zihinle özdeşleştiğiniz sürece kaçınılmaz bir illüzyondur.Bu illüzyon sizin düşük devreleri kabul edip onların olmalarına izin vermenizi güçleştirir,hatta olanaksız kılar.Böylece,organizmanın zekası kendini korumak  için devreye girebilir ve sizi durmaya zorlamak için bir hastalık yaratabilir,ki gerekli yenilenme gerçekleşebilsin...


Şimdi'nin Gücü
Eckhart Tolle

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

8 Ekim 2013 Salı

Yaşam Dramınızın Sonu

İnsanların yaşamlarında vuku bulan ve 'kötü' diye nitelendirilen şeylerin çoğu bilinçsizlikten dolayı meydana gelmiştir. Onlar bizzat insanların, daha doğrusu ego'larının yarattığı şeylerdir. Ben bazen bu şeylere 'dram' derim. Siz tam bilinçli olduğunuzda, artık yaşamınıza dram girmez. Şimdi size ego'nun nasıl iş gördüğünü ve nasıl dram yarattığını kısaca hatırlatayım.
Ego, siz orada tanık olan bilinç, yani izleyici olarak mevcut değilken yaşamınızı yöneten gözlemleyen zihindir. Ego kendisini düşman bir evrende ayrı bir parça olarak algılar, onun başka hiçbir varlıkla gerçek bir içsel bağı yoktur, o potansiyel tehtid olarak gördüğü ya da kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya çalışacağı diğer egolar tarafından kuşatılmıştır. Temel ego kalıpları kendi yerleşik korkusu ve yoksunluk duygusuyla savaşacak şekilde tasarlanmıştır. Onlar direnme, kontrol, güç, aç gözlülük, savunma ve saldırıdır. Ego'nun bazı stratejileri son derece kurnazcadır, ancak onlar onun hiçbir sorununu gerçekten çözemez, çünkü ego'nun kendisi sorundur.
İster kişisel ilişkilerde, ister örgütlerde ve kurumlarda ego'lar bir araya geldiklerinde, er ya da geç kötü şeyler olur: çatışma, sorunlar, güç mücadeleleri, duygusal ya da fiziksel şiddet vs. şeklinde şu ya da bu tür bir dram vuku bulur. Buna savaş, soykırım ve sömürü gibi ortak kötülükler de dahildir, bunların hepsi kitlesel bilinçsizlikten kaynaklanır. Dahası 'ego'nun sürekli direnmesi bedendeki enerji akışında kısıtlamalar ve tıkanıklıklar yaratarak bir çok hastalığa neden olur. Siz Var'lığa yeniden bağlandığınızda ve artık zihniniz tarafından yönetilmediğinizde, bu şeyleri de yaratmaz olursunuz. Artık dram yaratmaz ve drama katılmazsınız.
Her ne zaman iki ya da daha fazla ego bir araya gelse, şu ya da bu tür bir dram ortaya çıkar. Ama, siz tamamen yalnız yaşasanız bile, yine de kendi dramınızı yaratırsınız. Siz kendi halinize üzüldüğünüzde bu dramdır. Geçmiş ya da geleceğin şimdiyi örtüp karartmasına izin verdiğinizde, psikolojik-zaman yaratıyor olursunuz, ki o dramı oluşturan malzemedir. Siz şimdiki anın olmasına izin vererek onurlandırmadığınızda, dram yaratıyor olursunuz.
Çoğu insan kendi belli yaşam dramına aşıktır. Öyküleri onların kimlikleridir. Onlar tüm benlik duygularını ona yatırmışlardır. Onların -çoğunlukla başarısız olan-bir yanıt, bir çözüm ya da bir şifa arayışları bile bunun bir parçası haline gelir. Onların en çok korktukları ya da direndikleri şey dramlarının son bulmasıdır. Onlar zihinleri oldukları sürece, en çok korktukları ya da direndikleri şey kendi uyanışlarıdır.
Siz olanı tam olarak kabullenerek yaşadığınızda, bu yaşamınızdaki tüm dramın sonu olur.Bu durumda ne kadar uğraşırsa uğraşsın kimse sizinle bir tartışmaya giremez. Siz tam bilinçli bir insanla tartışamazsınız. Bir tartışma zihninizle ve zihinsel bir pozisyonla özdeşleşmeyi ve diğer insanın pozisyonuna direnmeyi ve tepki göstermeyi ima eder. Sonuç zıt kutupların karşılıklı olarak güçlenmesidir. Bunlar bilinçsizliğin mekanikleridir, çalışma biçimidir. Siz hala fikrinizi açık ve kesin bir biçimde söyleyebilirsiniz, ama onun ardında hiçbir tepkisel kuvvet, hiçbir savunma ya da saldırı olmayacaktır. Böylece o bir drama dönüşmeyecektir. Siz tam bilinçli olduğunuzda, artık çatışma içine girmezsiniz. 'Kendisiyle bir olan hiç kimse çatışmayı bile hayal edemez.' der Mucizeler Kursu. Burada kastedilen sadece diğer insanlarla çatışma değil, daha temel bir biçimde kendi içimizdeki çatışmadır, artık zihninizin talepleri ve beklentileri ile, olan arasında bir çatışma olmadığında içinizde de çatışma olmaz...

Şimdi'nin Gücü
Eckhart Tolle


Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone    

4 Ekim 2013 Cuma

Olumsuzluğu Kullanıp Bırakmak

Ego olumsuzluk yoluyla realiteyi kurnazca yönlendirip sonuçta istediği şeyi elde edebileceğine inanır. O, olumsuzluk yoluyla arzu ettiği bir koşulu kendisine çekebileceğine ya da istemediği bir koşulu ortadan kaldırabileceğine inanır. Mucizeler Kursu doğru biçimde, siz her ne zaman mutsuzsanız, bilinçaltında, mutsuzluğun istediğinz şeyi 'elde etmenizi sağlayacağı' inancına sahip olduğunuzu işaret eder. Eğer 'siz' (yani zihin) mutsuzluğun işe yaradığına inanmasaydınız, onu neden yaratacaktınız ki?Gerçek şu ki, olumsuzluk kesinlikle işe yaramaz. O, arzu edilen koşulu çekmek yerine, o koşulu yerinde tutar. Onun tek 'yararlı' işlevi ego'yu güçlendirmesidir ve işte bu yüzden ego onu sever.
Bir kez herhangi bir olumsuzluk biçimiyle özdeşleştiğinizde, onu bırakmak istemezsiniz ve derin bilinçaltı düzeyde, siz olumlu değişimi istemezsiniz. O sizin üzgün, öfkeli ya da haksızlığa uğramış kişi kimliğinizi tehtid edecektir. Siz o zaman yaşamınızdaki olumluyu görmezden gelir, yadsır (inkar eder) ya da baltalarsınız. Bu yaygın bir fenomendir. O aynı zamanda delicedir.
Olumsuzluk tamamiyle doğal olmayan bir şeydir. O psişik bir kirleticidir ve doğanın kirletilip tahrip edilmesi ile ortak insan psişesinde birikmiş yoğun olumsuzluk arasında derin bir bağ vardır. Gezegen üzerinde, insanlardan başka hiçbir yaşam formu olumsuzluğu bilmez, aynı şekilde insanlardan başka hiçbir yaşam formu kendisini besleyip yaşatanYerküre'yi kirletip zehirlemez. Siz hiç mutsuz bir çiçek ya da stresli bir meşe ağacı gördünüz mü? Siz hiç üzgün bir yunusla, kendini beğenmeyen bir kurbağayla, gevşeyemeyen bir kediyle, ya da nefret ve içerleme taşıyan bir kuşla karşılaştınız mı? Ara sıra olumsuzluğa benzer bir şey hissedebilen ya da sinirli davranış belirtileri gösteren hayvanlar, sadece insanlarla yakın temas içinde yaşayan ve böylece insan zihnine ve onun deliliğine bağlanan hayvanlardır.
Herhangi bir bitkiyi ya da hayvanı izleyin ve onun size olanı kabullenmeyi, Şimdi'ye teslim olmayı öğretmesine izin verin. Onun size Var'lığı öğretmesine izin verin. Onun size bütünlüğü, bir olmayı, kendiniz olmayı, gerçek olmayı öğretmesine izin verin. Onun size yaşamayı ve ölmeyi bir soruna dönüştürmemeyi öğretmesine izin verin....   


Şimdi'nin Gücü
Eckhart Tolle
http://tr.wikipedia.org/wiki/Eckhart_Tolle


Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

24 Eylül 2013 Salı

Geçmişi ve geleceği yaşamakla o kadar meşguluz ki ŞİMDİyi yaşamayı unutuyoruz...

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone;)

9 Eylül 2013 Pazartesi

Gelecek ve geleceğe ait öngörülerinde herkes yanılır... Ancak tek emin olduğumuz yaşadığımız andır...

Sevgi ve ışıkla kalın…
Persephone

4 Ağustos 2013 Pazar

Göçmen Çiçek

GÖÇMEN ÇİÇEK

Aykırı bir uçurumum yolunun üzerinde
Elini uzatacağın dalları yamacında saklayan
Birden bire patlayan
Bir çığlığım sessizliğinde
Ele-güne karşı seni utandıran

Yaz günü palto giyerim
Ceplerim dolu şiir
Gören beni deli sanır
Adım kaçığa çıkar
Keşke kaçsam
Keşke kaçabilsem şu dünyadan.

Aykırı bir şiirim kitabının arasında
Kargacık burgacık bir yazıyla yazılmış
Sondan okumaya başla
Nokta koy her dizenin önüne
Anlamaya çalış...

Bedeninin bir noktasından dalıp
Yüreğini bulabilirim
Geceyse başlar yastığa düşerse 
Ve yorgunsa yüzün 

Yıldızları soluğumla bir bir ateşleyip
Kandiller gibi baş ucuna koyabilirim...
Ey bütün tufanların ardında
Bulduğum dinginlik!
Göçmen çiçeği dünyanın
Köklerini ardısıra sürükleyen çılgınlık!
Madem ki yaşam bu
Madem ki taşın taş olmaktan öte
Bir umarı yok
Bir türkü söyle kadınım
Yürüsün dünyaya mutluluk...

Yağıyor incecik bir yağmur dışarda
Yüzün çamurlar üstünde tüten buhur
Islak toprak kokusu
Doluyor odama
Sıkılıyorum
Kitapların üstüme yıkılacağından
Korkuyorum şimdi
Yel esiyor söküyor duvardaki bir resmi
Yerine senin yüzünü koyuyor.

Yüzün şimdi karşımda
Yüzün akşam karanlığında
Toprağın üstüne bırakılmış
Bir demet çiçek gibi parlıyor..

O zaman açıyorum
Bütün perdeleri
O zaman yakıyorum

Bütün ışıkları
Camları darmadağın ediyorum
Yüzünü avuçlarıma alıyorum
Alnını öpüyorum
Dünyayı öper gibi...

Sana uzanamadığım gün
Ellerim yok sanıyorum
Senin bakışlarını yakalayamadığım gün
Gözlerim yok...
O zaman bir yumruk
Bütün gücüyle vuruyor
Eski bir piyanonun tuşlarına
Binlerce martı kayalıklara çarparak ölüyor
Ay ışığı tutkal gibi
Yapışıyor pencereme
Açamıyorum perdeleri
Şiir yok artık
Türkü dindi..

Meyvelerini taşıyamayan
Ağaçlar gibiyim
Sularını taşıran ırmaklar gibi..
Bu kadar mutluluk çok bana
Onu günlere
Onu aylara bölmeliyim
Ve bir tek gülüşünü senin
Kutlamalıyım yıllarca...

Sana yüreğimde bir sürgün yeri
Göçüp konacak
Bir toprak yaratsam
Kadınım, sarışınlığının bittiği anı
Gizli bir esmerliğe eklesem..
Göçmen çiçek
Her yerin yabancısı
Yolların, yolların ötesinde
Bize bir tek
Yarınlar kaldı
Göğün tükenip, denizin
Başladığı yerde...

Ahmet Erhan
Uğurlar olsun...
04.08.2013
Sevgi ve ışıkla kalın....
Persephone

29 Temmuz 2013 Pazartesi

HASRETİNDEN PRANGALAR ESKİTTİM


Seni anlatabilmek seni. 
İyi çocuklara, kahramanlara. 
Seni anlatabilmek seni, 
Namussuza, halden bilmeze, 
Kahpe yalana. 
Ard- arda kaç zemheri, 
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu 
Dışarda gürül- gürül akan bir dünya... 
Bir ben uyumadım, 
Kaç leylim bahar, 
Hasretinden prangalar eskittim. 
Saçlarına kan gülleri takayım, 
Bir o yana 
Bir bu yana... 
Seni bağırabilsem seni, 
Dipsiz kuyulara. 
Akan yıldıza. 
Bir kibrit çöpüne varana. 
Okyanusun en ıssız dalgasSına 

Düşmüş bir kibrit çöpüne. 
Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin, 
Yitirmiş öpücükleri, 
Payı yok, apansız inen akşamdan, 
Bir kadeh, bir cigara, dalıp gidene, 
Seni anlatabilsem seni... 
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır 
Üşüyorum, kapama gözlerini...

AHMED ARİF

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

8 Temmuz 2013 Pazartesi

Uğurlar Ola


Bazen gözlerin görmez, kulakların duymaz, sesin çıkmaz olur...
Çığlıkların sessizliğinde boğulurken,
İnsanların gördüğü yalnızca gülen yüzündür...
O kadar çok kurmak istediğin cümle varken,
Hepsi bir bir boğazında düğüm olur...
Acıyı gözlerinle görüp, yüreğinde hissederken,
Çaresizliğine kahrederken,
İsyanın içinde bir çığ gibi büyürken,
Karanlık gidişe dur demek bencilliğindendir...
Oysa ki o gidiş, O'nun kurtuluşudur...
Gitmek kurtuluşsa lakin, bırak gitsin...
Neden bunca hüzün, bu yüreğindeki iç çekiş...
Seni seviyorum... 
Seni seviyorum...
Ve hep seveceğim...
Uğurlar ola...




Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Her Yeni Yaş İçindir

Beni bundan böyle
Beklese-beklese
Hüzün bekler,
Çağırsa-çağırsa
Hüzün.
Neden mi?
Neden olacak..
O kadar gezilip görüldü ki..
Hep ben bir şeyden,
Bir yer’den
Bir kimse’den uzaktaydım
Ve kendimden.
Ölüm beklemez beni..
Çünkü, ben gene de
Bir şeye,
Bir yer’e
Ya da bir kimseye giderken de
Kendimden uzakta olacağım.
İşte
Bunun adı hüzündür.
 
Özdemir Asaf
Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

7 Mayıs 2013 Salı

Göğe Bakma Durağı

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yanab otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım

Turgut Uyar

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

27 Nisan 2013 Cumartesi

sessizlik...

Sessizlik gecenin içinde,
Bir çığ gibi büyürken...
Soğuk, taş kaldırımlarda
Eze eze geçiyorum ayak izlerini...
Her attığım adım sana doğru giderken,
Sensizliğim bir haykırış, bir isyan...
Kayboluyorum gecenin matemini tutan karanlıkta...
Ardımda ne bana ne de sana ait bir iz var...

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

Aysel Git Başımdan

Aysel git başımdan ben sana göre değilim
Ölümüm birden olacak seziyorum.
Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Aysel git başımdan istemiyorum.
Benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün
Dağıtır gecelerim sarışınlığını
Uykularımı uyusan nasıl korkarsın, hiçbir dakikamı yaşayamazsın.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim.
Benim için kirletme aydınlığını, hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Islığımı denesen hemen düşürürsün, gözlerim hızlandırır tenhalığını
Yanlış şehirlere götürür trenlerim.
Ya ölmek ustalığını kazanırsın, ya korku biriktirmek yetisini.
Acılarım iyice bol gelir sana, sevincim bir türlü tutmaz sevincini.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim.
Ümitsizliğimi olsun anlasana hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim.
Sevindiğim anda sen üzülürsün.
Sonbahar uğultusu duymamışsın ki içinden bir gemi kalkıp gitmemiş, uzak yalnızlık limanlarına.
Aykırı bir yolcuyum dünya geniş,
Büyük bir kulak çınlıyor içimdeki.
Çetrefil yolculuğum kesinleşmiş.
Sakın başka bir şey getirme aklına.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim, ölümüm birden olacak seziyorum, hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim.
Aysel git başımdan seni seviyorum...

Attila İlhan

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

25 Nisan 2013 Perşembe

Bahar Gelmiş Memleketime

Uzun ince bir yolda ilerliyorum,
Çocukluğuma doğru...
İçim kıpır kıpır,kelebekler uçuşuyor...
Heyecanlıyım..
Dört bir yanım sarı ayçiçek tarlaları...
Her biriyle tek tek selamlaşıyorum...
Güneşin ışıltısı, denize yansımış...
Deniz; henüz üzerinde uyunmamış çarşaf gibi...
Maviliği için için yakıyor insanı...
Çocukluğumun en güzel anılarından biri bu deniz,
İlk kulaç atışımı hatırlatıyor, gülümsüyorum...
Kuşlar birbirleriyle şakalaşıyorlar...
Sanki arada da bana göz kırpıyorlar...
Hoşgeldin anılarına dercesine...
Sağımı solumu bembeyaz papatyalar süslemiş...
Duvağı yüzüne örtülü gelin gibi...
Alamıyorum bakışlarımı üzerlerinden...
Görmeye değer manzara;
Yağlı boya tablo misali...
Rüzgar bir anda hamle yapıyor,
O da ne!
Camdan içeri süzülen erguvan kokusu,
Ohhhh mis..
Çekiyorum ciğerlerime..
Verirken soluğumu,
Bırakmak istemiyorum...
Öyle güzel ki,
Ama ne çare!
Bilmez miyim her güzel şeyin, bir sonu olduğunu...
Şehre girerken gözlerime inanamıyorum,
Babamın elimden tutup, götürdüğü lunapark...
Halen dimdik ayakta,
Bir damla süzülüyor yanağımdan...
Babam ve ben...
Yüreğimde hüzün, inceden bir sızı...
Avucumdan kayan çocukluğum...
Deli gibi ordan oraya koşuşturduğum kırlar...
Tırmanmaktan yorulmadığım akasya ağaçlarım, erik ağaçlarım...
Çoluk çocuk, genç, yaşlı
Traktör tepesinde yol adığım kiraz bahçelerim...
Caddelerinde taklar kurulmuş 23 nisan şenliklerim...
Gözümünün önünden geçen bir çok fotoğraf karesinden kesitler...
Ne de güzel anılar bırakmışım geride, bu şehirden ayrılırken...
Şimdi şimdi anlıyor insan...
Oysa ki her yaz tatilinde İstanbul'dan bu güzel şehre dönerken,
İki gözüm iki çeşme ağlardım...
Her şey değişiyor zamanla,
Başka bir pencereden bakar oluyor insan ...
İşte hayat...
Çocukken ağlaya ağlaya geldiğim bu şehir,
Bugün yüzümde tebessüm bırakıyor...
İyiki gelmişim, bugün bu şehre detirtiyor...




Çocukluk anılarımın şehri Tekirdağ'a
Sevgi ve ışıkla kalın..
Persephone





19 Nisan 2013 Cuma

Seri Cinayetlerle İlgili Yapılmış İlginç İstatistikler

Eğer California'da yaşıyorsanız ve bir seri katille karşılaşma endişesini saplantılı bir biçimde taşıyorsanız, başka bir yere taşınsanız iyi edersiniz -örneğin Maine. Amerika Birleşik Devletleri'nde tüm eyaletler arasında yirminci yüzyılda rastlanan seri cinayet vakaları bakımından California başı çekmektedir; tam olarak ulusal toplamın yüzde 16'sı. Diğer en düşük oran Maine'dedir -sıfır. Sakınılması gereken diğer eyaletler şunlardır: New York, Texas, İllinois ve Florida.Amerika'daki en güvenli yerler, en azından seri cinayet bakımından, Hawaii ,Montana,Kuzey Dakota ve Vermont'tur; bu yerlerin her birinde yirminci yüzyıl boyunca birer tane seri cinayet vakasına rastlanmıştır.
İstatistiklerden hoşlanan seri cinayet meraklıları için işte bir kaç ilginç rakam ve gerçek:

  • Amerika Birleşik Devletleri,dünya toplamının yüzde 76'sı ile seri katile sahip olma alanının tartışmasız lideridir. Avrupa, yüzde 17 gibi küçük bir payla uzak ara ikincidir.
  • İngiltere, Avrupa toplamının yüzde 28'ini teşkil eder. Almanya yüzde 27 ile onu çok yakından takip ederken, Fransa yüzde 13 ile üçüncüdür.
  • Demografik açıdan bakıldığında, Amerikalı seri katillerin yüzde 84'ü beya ırka mensupken, yalnızca yüzde 16'sı siyahtır.
  • Cinsiyet bakımından, erkekler seri katillerin çok büyük bir kısmını oluştururlar -yüzde 90. Aslında suçun ne şekilde tanımlandığına bağlı olarak, bir çok uzman seri cinayetin yalnızca erkeklere özgü bir faaliyet olduğuna inanmaktadır.  
  • Kadınlar seri katillerin çoğunlukla, kayda değer olmayan kesimini oluştururken, kurbanların büyük bölümü -yüzde 65- onlardan çıkar.
  • Bir seri katilin başka bir ırka mensup kurbanları avlaması çok nadir bir durumdur. Seri katillerin çoğu beyaz olduğundan, kurbanların çoğunluğu da beyazdır -yüzde 89.
  • Seri cinayet, yaşı pek ileri olmayanların işledikleri bir suç olma eğilimindedir. Çoğu seri katil-yüzde 44- ölümcül kariyerlerine yirmili yaşlarında başlar; yüzde 26'sı ilk gençlik dönemlerinde ve yüzde 24'ü de otuzlu yaşlarında.
  • Eğer seri katillerden uzak duracağınız bir iş arıyorsanız, fahişe olmamalısınız; çünkü hayat kadınları sosyopat seks katillerinin başlıca hedefleridir. Kötü haber şu ki sizi bir seri katille karşılaştırmayacak hiç bir meslek yoktur. Seri cinayet vakalarının yaklaşık yüzde 15'inde kurbanlar tamamıyla rastgele seçilmiştir.
A'dan Z'ye Seri Katiller Ansiklopedisi
Harold Schechter
David Everitt


Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

15 Mart 2013 Cuma

!!!

Plan yaparken veya karar alırken, iyi ruh halindeki kişiler daha geniş ve olumlu düşünmeye yönelten algısal bir eğilim gösterirler. Bunun bir nedeni de, belleğin ruh haline göre çalışmasıdır; yani kendimizi iyi hissettiğimiz bir sırada, işin iyi ve kötü yanlarını düşünürken bellek bizim verileri tarttığımız terazinin olumlu kefesine ağırlığını koyar ve örneğin, biraz maceracı ya da riskli bir şeyler yapabilmemizi kolaylaştırır.
Aynı nedenle, berbat bir ruh hali, belleği olumsuz yöne saptırarak bizi korkak, aşırı temkinli kararlar almaya yönlendirir. Kontrolden çıkmış duygular idraki engeller. Ancak kontrolden çıkmış duyguları hizaya sokabiliriz; işte bu duygusal yeterlilik tüm diğer zeka biçimlerinin işleyişini kolaylaştıran temel bir yetenektir. Umudun, iyimserliğinin yararlarını ve kişilerin kendilerini aştıkları o yücelme anlarını göz önünde bulunduralım...

Daniel Goleman
Duygusal Zeka Neden IQ'dan Daha Önemlidir?

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

13 Mart 2013 Çarşamba

Empati Nasıl Gelişiyor

Henüz dokuz aylık olan Hope, başka bir bebeğin düştüğünü gördüğü anda gözleri doluyor ve sanki canı acıyan kendisiymiş gibi annesinin kucağına tırmanıp rahatlatılmak istiyordu. On beş aylık Micheal ise, kendi ayısını ağlamakta olan arkadaşı Paul'e veriyor; ancak Paul'ün ağlamaya devam ettiğini görünce onu sakinleştiren battaniyesini bulup veriyordu. Bu küçük çaplı sempati ve ilgi gösterilerinin ikisi de, bu tür empati olaylarını kaydetmek üzere eğitilmiş anneler tarafından gözlemlenmiştir. İnceleme sonuçları, empatinin kökünün bebeklik dönemine kadar uzanabildiğini gösteriyordu. Neredeyse doğdukları günden itibaren, bebekler bir diğerinin ağladığını duymaktn rahatsız olur;  bazıları, bunu empatinin en erken örneği sayar.
Gelişim psikologları, bebeklerin henüz başkalarından ayrı bir varlık olduklarını tam olarak kavramadan, başkasının sıkıntısından rahatsız olduklarını saptamıştır. Doğumdan birkaç hafta sonra tepki veren bebekler, başka bir çocuğun gözyaşlarını görünce ağlarlar. Bir yaş civarında ise, sıkıntının kendilerinde değil de başkasında olduğunun farkına varırlar, ancak yine de bu duruma nasıl tepki göstereceklerini bilemezler. Örneğin, New York Üniversite'sinden Martin L. Hoffman'ın bir araştırmasında, bir yaşındaki bir çocuk ağlayan arkadaşını yatıştırması için, odada bulunan çocuğun annesini görmezden gelip kendi annesinin yanına getirmiştir. Aynı kafa karışıklığı, bir yaşındakilerin bir diğerinin sıkıntısını, belki de onun hissettiğini daha iyi anlayabilmek için taklit ettiğinde de yaşanır; örneğin bir bebek parmaklarını acıtmışsa, bir yaşındaki diğeri de kendi parmaklarını ağzına götürüp acıyıp acımadığına bakmıştır. Annesinin ağladığını gören bir bebek ise hiç gözyaşı olmadığı halde gözlerini silmiştir.
Motor mimikleme diye adlandırılan bu hareket taklidi aslında 1920'de Amerikalı psikolog E.B Titchener'in ilk kez kullandığı şekilde, empati sözcüğünün teknik anlamının özgün karşılığıdır.Bu kullanım, kelimenin Yunanca'dan İngilizce'ye geçişindeki anlamdan bir miktar farklıdır. Yunanca'da 'içini hissetme'' demek olan empatheia terimi, ilk kez estetik kuramcıları tarafından, 'diğerinin öznel deneyimini algılayabilme yeteneği' için Tichener'in kuramına göre, empati, başkasının sıkıntısını bir tür fiziksel taklit yoluyla aynı hislerin kişinin kendisinde uyandırılmasından kaynaklanmaktadır. Titchener, bir diğerinin genel anlamda sıkıntısını hissetmek anlamına gelen, ancak onun hissettiklerini paylaşmayı içermeyen kavramından farklı bir terim arıyordu.
Hareket taklidi, bebekler iki buçuk yaşına geldiklerinde davranış repartuarlarından silinir. O noktada, başkasının acısının kendilerininkinden farklı olduğunu anlar ve diğerini daha iyi rahatlatabilecek  hale gelirler. Bir annenin günlüğünden tipik bir olay:
Komşunun bebeği ağıyor... Jenny ona yaklaşıp bisküvi vermeyi deniyor. Peşinden dolanıp kendi kendine sızlanmaya başlıyor. Sonra onun saçını okşamaya çalışıyor ama öteki kendini geri çekiyor. Bebek yatışıyor ancak Jenny hala kaygılı görünüyor. Ona oyuncaklar getirmeye devam ederek, başını, omuzlarını hafifçe pat-patlıyor.
Gelişmelerin bu evresinde, çocuklar başkalarının duygusal rahatsızlıklarına gösterdikleri genel hassasiyet bakımından farklılaşmaya başlarlar; bazıları, Jenny gibi keskin bir duyarlılığa sahipken, bazıları ise umursamaz. Ulusal Ruh Sağlığı Ensitüsü'nden Marian Radke-Yarrow ve Carolyn Zahn Waxler'in yaptığı bir dizi araştırma, empatik ilgi farklarının büyük ölçüde ailelerin çocuklarını nasıl terbiye ettiklerine bağlı olduğunu göstermiştir. Davranışlarının karşı tarafı nasıl bir sıkıntıya soktuğuna dikkat çeken bir terbiye tarzı, yani 'yaramazlık yaptın' yerine 'bak onu nasıl üzdün' denmesi, çocuklara daha fazla empati kazandırıyordu. Araştırmacılara göre, çocuklardaki empatiyi şekillendiren bir diğer etken, biri sıkıntıdayken diğerlerinin ona nasıl yaklaştığını görmesiydi; özellikle sıkıntıda olan kişilere yardımcı olmak konusunda, çocuklar gördüklerini taklit ederek empatik tepki repertuarlarını geliştiriyorlardı.

Daniel Goleman
Dugusal Zeka Neden IQ'dan daha önemlidir?



Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

11 Mart 2013 Pazartesi

Empatinin Kökleri

Gary birçok aleksitimik gibi, içgörü ve empatiden yoksundu. Ellen kendini kötü hissettiğini belirttiğinde, buna anlayış gösteremiyor; aşktan söz ettiğinde ise konuyu değiştiriyordu. Ellen'a 'yapıcı' eleştirilerde bulunduğunda, onun bunları bir yardım olarak değil, bir saldırı olarak algıladığını farketmiyordu.
Empatinin kökeni özbilinçtir; duygularımıza ne kadar açıksak, hisleri okumayı o kadar iyi beceririz. Gary gibi, kendisinin ne hissettiği hakkında hiçbir fikri olmayanlar, çevrelerindeki kişilerin ne hissettiğini anlamaktan acizdirler. Bu kişi tonlara karşı sağırdır. İnsanların söz ve hareketlerinin dokusunu oluşturan duygusal notalar ve akorların-ses tonunun, duruş değişikliğinin, çok şey ifade eden sessizliklerinin, her şeyi açığa vuran bir titremenin-farkına varamazlar.
Kendilerinin ne hissettikleri konusunda kafası karışık olan aleksitimikler, başkaları hislerini onlarla paylaştığında da aynı şekilde bir karmaşa yaşarlar. Başkalarının ne hissettiğini kaydedememek duygusal zeka bakımından büyük bir eksiklik, insan olmak anlamında da trajik bir başarısızlıktır. Çünkü ilginin, şefkatin kökü olan duygusal ahenk, empati yetisinden kaynaklanır.
Bu yeti-başka birinin ne hissettiğini bilme-satıcılık ve yöneticilikten gönül ilişkileri ve ebeveynliğe, insanların acılarını paylaşmaktan siyasal etkinliğe kadar uzanan pek çok farklı alanda karşımıza çıkar. Empati eksikliği de oldukça önemli bir göstergedir. Bu eksiklik suç işleyen psikopatlarda, ırz düşmanlarında, çocuklara sarkıntılık yapan tiplerde görülür.
İnsanlar nadiren duygulaırını kelimelere döker; çoğu kez başka ipuçları verirler. Başkasının ne hissettiğini sezebilmenin anahtarı, ses tonu, mimikler, jestler, yüz ifadesi ve benzeri türden sözsüz ifadeleri okuyabilmektir. İnsanların sözsüz mesajları okuyabilme yeteneği üzerine yapılmış belki de en kapsamlı araştırma, Harvardlı Psikolog Robert Rosenthal ve öğrencilerininkidir. Rosenthal PONS (Profile of Nonverbal Sensitivity) adı altında, nefretle analık sevgisi arasında değişen çeşitli duygularını ifade ettiği bir dizi video kasetten oluşan bir empati testi geliştirmiştir. Kasetteki sahneler kıskançlık öfkesinden af dilemeye, bir minnettarlık gösterisinden birini baştan çıkarmaya kadar açılan bir yelpazeye yayılmaktadır. Kasetler, her sahnelemede daha  fazla sözsüz iletişim kanalı sistematik olarak silinerek düzenlenmiştir; örneğin sözlerin anlaşılmaz hale getirilmesine ek olarak, bazı sahnelerde yüz ifadesi hariç diğer tüm ipuçları yok edilmiş, bazılarında ise ana sözsüz iletişim kanalları aracılığıyla sadece vücut haraketleri gösterilerek ve benzeri yöntemlerle, izleyiciler duyguyu şu veya bu şekilde sunulmuş olan belirli bir sözsüz ipucundan algılamak durumunda bırakılmıştır.
Amerika ve ayrıca onsekiz ülkede yedi binden fazla kişiye uygulanan testlerde, sözsüz işaretlerden duyguları okuyabilme üstünlüğüne sahip olanların; duygusal bakımdan daha dengeli, daha popüler, daha dışa dönük ve de beklenileceği gibi-daha duyarlı oldukları görülmüştür. Genel olarak kadınlar bu tür empati konusunda erkeklerden daha başarılıdır. Kırk beş dakikalık test sırasında, iyileşen bir performans gösterenlerin -bu, empati becerilerini sonradan edinebilecek yeteneğe sahip olduklarının işaretidir -karşı cinsle ilişkilerinin de daha iyi olduğu görülmüştür. Empatinin romantizme katkıda bulunduğunu öğrenmek, şaşırtıcı olmasa gerekir.
Duygusal zekanın diğer öğeleriyle ilgili bulgulara da uygun olarak, empatik duyarlılığın bu ölçümüyle, SAT, IQ ve diğer akademik başarı testi ölçümleri arasında sadece rastlantısal bir ilişki bulunmuştur. Empatinin akademik zekadan bağımsız olduğu, PONS'un çocuklara uyarlanmış şekliyle yapılan testlerde de görülmüştür. 1011 çocuğa uygulanan testler, sözsüz duygu iletişimini okuyabilme becerisine sahip olanların, okullarında en popüler, duygusal açıdan en dengeli çocuklar olduğunu göstermiştir. Bu çocukların derslerde ki başarısı da, sözsüz duygusal mesajları okumakta daha beceriksiz olanlardan daha yüksek bir IQ ortalamasına sahip olmadıkları halde, daha yüksekti; buradan empati yeteneğini geliştirmenin, çocukların sınıfta etkili olmasını kolaylaştırdığı sonucunu çıkarabiliriz.
Akılcı zihin sözcüklerle ifade bulur, duyguların tarzı ise sözsüzdür. Bir kişinin sözleri; ses tonu, el-kol hareketleri veya diğer sözsüz kanallardan ifade edilenlerle çelişiyorsa, duygusal gerçek ne söylediğinde değil, nasıl söylediğinde saklıdır. İletişim araştırmalarında kullanılan bir parmak hesabına göre, duygusal mesajların yüzde doksanı ya da daha fazlası sözsüzdür. Bu tür mesajların-birinin sesindeki kaygı, bir el-kol hareketindeki çabukluğun taşıdığı rahatsızlık hissi gibi -hemen hepsinin mesajın niteliğine özel bir dikkat göstermeksizin sadece zımnen algılamak ve tepki vermek yoluyla bilinçaltında kavrandığı görülmüştür. Bunu iyi ya da kötü yapmamıza yol açan becerilerin birçoğu da böyle zımnen öğrenilmektedir...

Daniel Goleman
Duygusal Zeka Neden IQ'dan Daha Önemlidir?

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

10 Mart 2013 Pazar

Aşk Üzerine Söylenmemiş Her Şey

Yüzyıllardır aşk üzerine yazılmış, çizilmiş. Filmlere, kitaplara, şiirlere, araştırmalara konu olmuş. Nedir ki insanoğlunun aşka olan bu merakı?
Açıkçası ben de merak ettim. Dedim kendi kendime herkes bir şeyler yazmış aşk üzerine, benim ne eksiğim var, haddim olmasa da ben de karalıyım bir şeyler, belki bir okuyan bulurum..
Tabii atıp tutmakla olmaz, biraz araştırma yapmak lazım, konun derinlerine inmek gerekir.. Bilim ilim önemli... Yapılan çalışmalara göz atmak şart! Dolu atıp, dolu tutmak lazım... Bana yakışanı da bu... Bakalım aşk üzerine araştırmacılar neler bulmuş, neler demiş...
Tarihe baktığımızda sevgi kuramının kurucusu Psikanalist Erich Fromm'dur. Fromm sevgiyi; insanlığın sorunlarına bir yanıt olarak, kişideki aktif ve yaratıcı gücün kaynağı bir enerji olarak ve bu söz konusu yaratıcılıkla sevmeyi de bir sanat olarak tanımlar.
Sevginin türlerine ilişkin ilk psikiyatri dalında çalışma Sigmund Freud tarafından yapılmıştır. Freud, sevginin her türlüsünün kaynağının cinsellik olduğunu öne sürer. Bu görüşüyle çok büyük eleştirilere maruz kalsa da, biyolojik olarak sevginin, hormonlar ya da kimyasallar bakımından cinsellikten başka bir kanyağı yoktur. Freud'a göre sevginin bütün diğer türleri (aile sevgisi, tanrı sevgisi) uygarlıkla gelişen yüceltmelerin sonucudur ve cinsellikten türemiştir. Bu konuda özellikle yerli kültlerindeki totem-tabu anlayışı üzerinde durarak inceleme yapar.
Her ne kadar Sigmund Freud ve Carl Rogers gibi ünlü isimler aşkın/sevginin insan deneyimi için çok önemli olduğunu vurgulamış olsa da, 1970’lere kadar açık bir tanım yapmaya teşebbüs edilmedi. Bunun nedenlerinden biri, aşkın toplumsal olarak özel ve hassas bir duygu olarak algılanmasıydı. Başka bir deyişle insanlar, işin içine bilimi sokunca büyünün bozulacağından korkmaktaydı. Bir diğer neden ise diğer tüm duygular gibi aşkın da subjektif bir deneyim oluşu nedeniyle tanımında bir konsensusa varılmasındaki zorluktu. Bir konuyu, kavramı herkes farklı anlıyor ise; bu konuda araştırma yapmak büyük ölçüde anlamsız olur. Zira, herkes farklı bir şeyi ölçmüş olabilir ve nihayetinde bir bilgi birikimine ulaşılamaz. (Livermore, 1993)
1970’lerde Amerika’da artmaya başlayan boşanma oranları ‘aşkın kutsallığı’ndan kaynaklı engeli ortadan kaldırmaya başladı. İnsanlar aşk bittiği için evliliklerini sonlandırıyorlardı. Aşk konusu artık dokunulmaması gereken bir konu olmaktan çıkıyordu. Bu nedenle araştırmacılar da bu alana odaklanmaya başladılar. Günümüzde aşk üzerine yazılmış yüzlerce makale bulunmaktadır. (Livermore, 1993)
Yapılan araştırmalar sonucunda pek çok psikolog aşka ilişkin farklı teoriler geliştirdi. Bu teorilerin bir kısmı aşkın türleri üzerineydi. Bunlardan en popüler olanlarından biri Hendrick ve Hendrick’in (1989) teorisidir. Buna göre 6 çeşit aşk vardır (Djikic & Oatley, 2004’de yer aldığı şekliyle):
 1. Eros: Tutkulu aşk diyebileceğimiz, ilişkide tatminle ve ilişkinin sürmesiyle doğrudan bağlantılı olduğu düşünülen bir aşk tipidir. Eros tipi aşıklar ilişkide risk almaya, kendilerini olduğu gibi ilişkilerine adamaya meyillidirler. Bu nedenle güçlü bir egoya sahip olmaları gerekir.
2. Ludus: Aşkı iki kişi arasında oynanan bir oyun olarak görür. Ve bu oyunun kuralları arasında monogami kesinlikle yoktur. Bu tür âşıklar için ilişkiler pek derin bir anlam taşımaz. Bu nedenle bu tip, ilişki tatminiyle ters orantı içindedir.
3. Storge: Ayakları yere basan bir aşk tipidir. Midedeki kelebeklerden çok arkadaşlığa önem verir. Bu nedenle gelişmesi, Eros’un tersine, zamana ihtiyaç duyar.
4. Pragma: Aşka büyük ölçüde mantıksal olarak yaklaşır. Önemli olan, karşıdaki insanın nitelikleridir. Bu aşık tipleri için en önemli olan şey kafalarında tasarladıkları insanı bulabilmektir. Tutku gibi Eros’u hatırlatan özelliklere odaklanmazlar. Pragma tipi aşk, uzun süreli ilişkilerde tatmin ile ilişkilidir.
5. Mania: Bağımlı aşık tipine işaret eder. Özgüveni genelde düşük olduğundan karşıdaki insana büyük ölçüde bağımlılık geliştirir (bağlılık değil, bağımlılık!). Bu aşıklar ilişkide duygusal açılıma çok açıktırlar. Mania tipi, ilişki tatminiyle ters orantılıdır.
6. Agape: Karşılık beklemeyen, taleplerde bulunmayan aşık tipidir. Sadakat, özgecilik, idealizm gibi kavramlarla özdeşleştirilir. Partnerini kendisinin önüne koyar. “O mutlu olmadıkça ben mutlu olamam” ya da “O acı çekeceğine ben çekeyim daha iyi” gibi düşünce yapıları bu aşık tipine örnek gösterilebilir.
Bu teori üzerine yapılan araştırmalar, partnerlerin özellikle Eros, Storge, Mania ve Agape tiplerinde uyumlu olduklarını göstermiş (Livermore, 1993).
Aşk kimyamızı değiştiriyor mu?
Aşık olan kişiler; kalbin daha hızlı çarpması, yüzün kızarması ve ellerin terlemesi gibi tepkiler verir. Bu durumdan, vücutta salgılanan dopamin, noradrenalin ve feniletilamin sorumludur. Yoğun mutluluk, yoksunluk ve bağımlılıkta önemli rol oynayan dopamin aynı zamanda madde ve bazı ilaç bağımlılıklarında da etkili bir hormondur. Noradrenalin adrenaline benzer. Adeta ayakları yerden keser ve kalp çarpıntısına neden olup heyecan yaratır. Aynı zamanda dikkat, kısa süreli hafıza, hiperaktivite, uykusuzluk ve hedefe yönelik davranıştan sorumludur. Yüksek dopamin seviyeleri noradrenalin ile ilişkilidir.
Dopamin ve Noradrenalin Karışımından Aşk İksiri
Aşk üzerine araştırmalar yapan Rutgers Üniversitesi Antropoloji Uzmanı Helen Fisher, bu iki hormonun birlikte salgılanmasının sevinç, yoğun enerji, uykusuzluk, yoksunluk, iştah azalması ve artmış dikkate neden olduğunu belirtiyor. Aşık olunduğunda vücut bu hormonlardan oluşan “aşk iksirini” salgılamaya başlıyor. Helen Fisher ve ekibinin gerçekleştirdiği fonksiyonel beyin görüntüleme çalışmalarında, aşık olunan kişinin fotoğrafına bakıldığı anda yapılan çekimlerde, dopamin reseptöründen zengin beyin bölgelerinde kanlanma artışının olduğu saptanmıştır.
Aşıkların Beyni Obsesif Kompulsifler Gibi
University College London araştırmacıları tarafından yapılan bir çalışmada, aşık olan insanların beyninde mutluluk hormonu olarak bilinen serotoninin azaldığı ortaya çıkmış. Bulunan düşük serotonin hormonu seviyeleri, obsesif kompulsif (tekrar eden takıntılı davranış) bozukluk sergileyen hastalarda ortaya konan serotonin eksikliği ile benzerlik gösterdiğinden kişi, aşık olduğu insanı aklından çıkaramıyor.
Bağlanmadan Sorumlu Hormonlar Bile Var
Oksitosin ve vazopressin hormonları özellikle bağlanma ile ilişkili hormonlardır ve aşktaki bağlanmadan sorumludurlar. University of California, San Francisco´da yapılmış bir araştırmaya göre oksitosin hormonu, diğer insanlarla sağlıklı ilişki kurmak ve sürdürebilmek için gerekir. Orgazm sırasında salgılanır ve duygusal bir bağın kurulmasını sağlar. Aynı zamanda doğum sırasında ve emzirme döneminde de salgılanır. Doğum eylemindeki kasılmalar oksitosin hormonu olmazsa başlamaz. Diğer bir deyişle bu hormon doğumda bebeği önce anneden ayıran ancak doğum sonrası tekrar anneye bağlayan hormondur. Doğumlardan sonra rastlanan olası bebek reddini ortadan kaldırır. Emzirme sırasında da süt kanallarının daha iyi kasılmasını ve bebeğin daha kolay emmesini sağlar.
Vazopressin hormonu erkeklerde sosyal davranıştan özellikle de başka erkeklere gösterilen saldırganlıktan sorumludur ayrıca, uzun süreli ve tek eşli ilişki ile ilişkilidir. Bu iki hormon konsantrasyonu yoğun romantik bağlanmada, eşleşme sırasında ve seks yapıldığında yükselir.
Aşkın Ömrü Ne Kadar?
Aşkın ömrü üzerine tartışmalar uzun süredir devam ediyor. Ancak bilinen gerçek şu ki, tutkulu aşk zaman içinde azalıyor. Yapılan bilimsel araştırmalarda aşkın ömrünün 2-3 yıl olduğu saptanmış. İlişki süresince aşk için gerekli olan dopamin, noradrenalin ve feniletamin gittikçe azalıyor. Aşık olunan kişinin hataları birdenbire görülmeye başlıyor. Aslında aşık olunan insan değişmiyor ancak aşık olan kişi mantık çerçevesinde değerlendirmeye başlıyor. Bu durumda iki seçenek çıkıyor kişinin karşısına; aşkınız bitiyor ya da sağlam bir ilişki haline dönüşüyor. Eğer ilişki devam ederse endorfinler devreye giriyor ve huzur, güven gibi duygular ilişkiye ekleniyor. Seksle beraber oksitosinin salınması ile doyum ve bağlanma gerçekleşiyor.
Kime Aşık Olacağımızı Nasıl Seçiyoruz?
Yapılan bilimsel araştırmalara göre aslında kişiler eşlerini de kendisine benzeyen kişilerden seçiyor. İskoçya’da University of St. Andrews’da yapılan bir çalışmanın sonucuna göre, eş seçimi ile ilgili yapılan testlerde kişilerin, kendilerine gösterilen portre fotoğraflarından, genellikle kendilerine benzeyenleri seçme eğiliminde olduğu saptanmış. Görünüşte olduğu gibi kişilik seçiminde de birey, kendine geçmişi hatırlatan kişileri tercih ediliyor.
Aşk Niye Acı Veriyor?
İlişki istendiği gibi gitmediğinde hayat kabusa dönebiliyor. Pek çok kişi hayatının bir döneminde sevdiği kişi tarafından reddedilme durumuyla karşılaşabiliyor. Özellikle geçmişinde büyük kayıplar yaşamış kişiler ayrılığa karşı daha duyarlı ve savunmasız olabiliyor. Bu gibi durumlarda genel olarak kişide; umutsuzluk, öfke gibi duygular oluşuyor. Yalnızlık korkusu, karamsarlık, hayatı yaşamaya değer bulmama, hayatın anlamsızlığı düşünülüyor. Evden dışarı çıkmama, günlük hayatın aksaması gibi durumlarla karşılaşılabiliyor. Derin bir acı yaşanıyor. Ölüm düşünceleri, intihara eğilime kadar giden depresyon görülebiliyor.
Aşk Sadece Duygu Mu?
Erken dönemde aşkın dopaminle ilişkili olduğu düşünüldüğünde, aşkın yalın bir duygudan öte bir şey olduğu anlaşılıyor. Aşk, aşık olunan kişinin peşinden sürüklenmeye, sadece onu düşünmeye ve ona odaklanmaya iten güçlü bir “dürtü”. Bugüne kadar aşk adına yapılmış resim, tiyatro oyunu, edebi eserlere bakıldığında aşkın basit bir duygudan öte tüm yaşamı peşinden sürükleyen güçlü bir arzu olduğu görülüyor. Evrimsel yönden düşünüldüğünde ise soy ve yaşam devamlılığını sağlayan itici bir kuvvet olduğu düşünülüyor. Tabii bu kadar güçlü bir itici kuvvetin karşısında durmak akıntıya tek dalla karşı gelmeye benziyor.
Yukarıda yazılanlar aşka ışık tutmak adına yapılmış araştırmalar, kanıta dayalı tıpın bize sunmuş olduğu veriler... Bunlar benim erişebildiğim çalışmalar, sizin de bildiğiniz, bulduğunuz çalışmalar, yayınlar varsa ve benimle paylaşırsanız mutlu olurum.
Bana göre ise aşk; aynı anda aynı noktaya bakıp, aynı şeyleri görüp, aynı şeyleri düşünebiliyorsan  işte o aşktır. Aynı gecede, aynı anda, gördüğün aynı rüyadır. Eğer kendimiz olamıyor, kendimiz gibi davranamıyorsak, gururu, onuru bir kenara bırakmışsak bu aşkın havada yarattığı büyüdür...    
Aşk çılgınlıktır, sen sen olmaktan çıkma halidir... Aşk mutasyondur... Aşk yakar, kavurur...Aşk yarası kılıç yarası gibidir, kalpte izi kalır...
Aşk bir çınar ağacının altında el ele oturup, birbirinin gözünün içine bakmak değildir. Bu tip aşklara ben yeni nesil aşklar diyorum...
Aşk başta iki kişiliktir ve sonunda tek olarak var olmak için iki kişiye ihtiyaç duyulur. Tek taraflı aşk, aşk değildir. Tek taraflı aşk, kendini bulamama durumudur. Mutsuz aşkların tarihine de baktığımızda, tek taraflı aşk değil, kavuşamama, erişememe hali söz konusudur...  
University College London araştırmacılarının yapmış olduğu çalışma Aragon'un ünlü sözü "Mutlu Aşk Yoktur''u mu doğrulamakta? bilemiyorum ama tarihte bütün yazılı aşk hikayelerinin üzerinde de kara bulutlar var... Kerem ile Aslı, Leylâ ve Mecnûn, Tahir ile Zühre, Romeo ve Jülyet daha bir çok hikaye... Bunlar benim ilk aklıma gelenler, sizin de aklınıza gelenler varsa, siz de yazın yorumlara.
Aragon '''Mutlu Aşk Yoktur'' derken kafasından ne geçiyordu bilemiyorum ama, ben bu kadar karamsar bakmıyorum bakamıyorum, belki de gerçek olan mutlu aşkın yazılı tarihi olmamasıdır...


Sevgi ve ışıkla kalın
Persephone



Olmadığını Olmaya Çalışmak

Olmadığını olmaya çalışmak çok fazla çaba gerektirir ve insanı tüketir. Oysa ki; kendin olmak en basit ve kolay yoldur. Hiç bir çaba gerektirmez...


Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

7 Mart 2013 Perşembe

Huzur bulasın diye,
Bugün özgür bıraktım seni ruhum,
Benden çok uzaklara giderken,
Arkandan el salladım mutluluğa uzanışına,
Yolun açık olsun,uğurlar ola...

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone


Önce Duygular, Sonra Düşünceler

Akılcı zihnin kaydetmesi ve karşılık vermesi duygusal zihinden bir ya da iki dakika daha uzun sürdüğünden, duygusal bir durumda 'ilk dürtü' kafadan değil, kalpten gelir. Hızlı tepkiden daha yavaş ikinci bir tür duygusal tepki de, hissedilmeden önce düşüncelerimizde için için kaynayıp olgunlaşırr. Duyguları uyandırmaya yönelen bu ikinci yol daha fazla düşüncelerden kaynaklanır ve biz de düşüncelerin genellikle farkında oluruz. Bu tür bir duygusal tepkide daha uzun süreli bir değerlendirme vardır; düşüncelerimiz -biliş-hangi duyguların uyandırılacağını belirlemekte başrolü oynar. Bir kez bir değerlendirme yaptığımızda -'bu taksi şöförü beni kandırıyor' ya da 'bu bebek çok sevimli' -arkasından bunlara uygun bir duygusal tepki gelir.Bu daha yavaş sıralamada,daha tam olarak ifade edilen düşünce duygudan önce gelir. Mahcubiyet ya da yaklaşmakta olan bir sınavın heyecanı gibi daha karmaşık duygular, bu daha yavaş yolu takip eder ve açılımları saniyeler ya da dakikalar alır, bunlar düşüncelerden çıkan duygulardır.
Buna karşılık, hızlı tepki sıralamasında duygular düşünceden ya önce ya da onunla ayn anda gerçekleşir. Hızla ateşlenen bu duygusal tepki, ilkel ölüm kalım mücadelesi gibi acil durumlarda bize hakim olur. Bu tür hızlı kararların gücü, bir acil duruma karşılık vermemiz için bizi anında harekete geçirmesinde yatar. En yoğun duygularımız irade dışı tepkilerdir; ne zaman patlayacaklarına karar veremeyiz. Stendhall'ın yazdığı gibi, 'Aşk iradeden bağımsız olarak gelip geçen bir humma nöbeti gibidir.'  Sadece aşk değil, öfke ve korkularımız da çevremizi sararak, bizim seçimimiz olmaktan çok, bize olan bir şey gibi görünürler. Bu nedenle elimize bir mazeret verirler. Gerçek şu ki, sahip olduğumuz duyguları seçemiyoruz, diyor Ekman. Bu da insanlara, duygularının esiri olduğunu söyleyerek hareketlerini mazur gösterme fırsatı verir.
Anında algılama ve değerlendirici düşünce aracılığıyla duyguya giden hızlı ve yavaş yollar olduğu gibi, ayrıca çağrılarak gelen duygular da vardır. Bunun bir örneği, bir aktörün meslek icabı yaptığı kasten oynanan hislerdir; istenilen etkiyi yaratmak için bilerek kullanılan üzücü anların yol açtığı gözyaşları gibi. Aktörler, doğal olarak duyguya giden ikinci yol olan düşünme yoluyla hissetmeyi bilerek kullanmakta, hepimizden daha beceriklidir. Belli bir düşüncenin uyandıracağı belirli duyguları kolayca değiştirmesek de, çoğu zaman ne düşüneceğimizi seçebilir ve seçeriz de. Erotik fantezinin cinsel duygulara yol açması gibi,mutlu anılar bizi neşelendirir, melankolik düşünceler derinlere dalmamıza neden olur.
Ancak akılcı zihin, genellikle hangi duygulara sahip olmamız gerktiğine karar veremez. Bunun yerine duygularımız bize çoğu zaman oldu-bitti şeklinde gelir. Akılcı zihin, normalde bu tepkilerin seyrini kontrol edebilir. Birkaç istisna bir yana,ne zaman kızgın, üzgün vb. olacağımıza karar veremeyiz...


Daniel Goleman
Duygusal Zeka Neden IQ'dan Daha Önemlidir?


Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

24 Şubat 2013 Pazar

ŞaNs YaNı BaŞıNızDa



Yakın dönemde Avrupa'da çok tuhaf bir deney yapılmış. İşte deney ve sonuçları:
Bazıları kendilerini şanslı gören, bazıları ise görmeyen gönüllüler bir sınava tabi tutuldu. Her birine gazete veriliyor ve içinde yayınlanmış fotoğrafların tam sayısını birkaç dakika içinde hesaplamaları isteniyordu. Birkaç sayfa sonra, gazetenin tam ortasında büyükçe bir ilanla karşılaşmışlardı ve ilanda iri puntolarla şöyle yazıyordu: Bu gazetede 46 fotoğraf var.
Şanslı olduklarını düşünen insanların hepsi bu mesajı okuyunca saymaya son vermişler. Gazeteyi kapayıp araştırmacıya, 'kırk altı fotoğraf' var demişler.
Peki, sizce, şanssız olduklarını düşünenler ne yapmış?
Evet tam da tahmin ettiğiniz gibi gazetenin sonuna kadar saymaya devam etmişler. Ama onlara neden ilanı dikkate almadıkları sorulduğunda hepsi birden, ilan mı ne ilanı demiş? Hiçbiri ilanı görmemiş!!! 
Herkesin yaşamında karşısına sayısız fırsatlar çıkmakta...Bunun fırsat olduğunu kimimiz görüyoruz, kimimiz görmüyoruz. Hayatta herkesin şansının eşit olduğunu düşünüyorum. Tek fark görmeyi bilmek... Genelde görmeyi bilen kişiyi şanslı, görmeyi bilmeyen kişiyi de şanssız olarak tanımlıyoruz...
Hayatımıza yön veren seçimlerimizdir. Boşuna dememiş sanırım büyüklerimiz 'insan kendi şansını, kendi yaratır' diye...
 ‘Ne şanssız bir adamım ben' derseniz öyle olursunuz. ''Araştırmacı Richard Wiseman sekiz yıl boyunca şans faktörü üzerinde yaptığı yüzlerce deney, yüzlerce görüşme ve binlerce test sonucunda böyle söylüyor. Şans, insanların başlarına gelen iyi ya da kötü olayları açıklama biçimi. Ama Hertfordshire Üniversitesi araştırmacısı Wiseman, bu tanımlamayla yetinmeyip insan hayatındaki “şans faktörünü” ortaya çıkarmaya karar vermiş ve bu uğurda tam 8 yılını harcamış.
Ünlü araştırmacı “Şans, ilahi bir hediye ya da sihirli bir yetenek değildir. Aslında şans, bir zihin durumu, düşünme ve davranma biçimidir. İnsanlar şanslı ya da şanssız doğmazlar, düşünceleri, hisleri ve davranışlarıyla iyi ve kötü şanslarını kendileri yaratırlar'' görüşünde.
İnsanın kendi şansını kendisinin yarattığını savunan Richard Wiseman, içsesini dinlemenin, gelecekte iyi şans beklemenin ve talihsizliklerin üzerinde durmamanın şans için çok önemli olduğunun altını çiziyor. Ancak araştırmasının, şansın psişik güçlerle ya da zeka ile bir ilişkisinin olmadığını ortaya koyduğunu söylemeden de edemiyor...


Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone