5 Ekim 2016 Çarşamba

Virginia Woolf'tan Kadınlara Öğütler

Şiirle ve felsefeyle iç içe olan kurmaca yapıtlar kazançlı çıkarlar. Ayrıca, geçmişteki ünlü kişilerden hangisi olursa olsun ele aldığınızda, örneğin Sappho'yu, Lady Murasaki'yi, Emily Bronte'yi, onun hem bir mirası devralan hem de bir şey başlatan bir kişi olduğunu görürsünüz, kadınlar doğal yazma alışkanlıklarını edindiği için bu kişiler ortaya çıkmışlardır; dolayısıyla yaptığınız iş şiire başlangıç bile sayılsa, böyle bir faaliyete girşmenizin değeri büyüktür.
Notlarıma tekrar göz gezdirip onları yazarken kafamda olan düşüncelerimi eleştirirken, nedenlerimin tamamen bencilce olmadığını da gördüm. Bu yorumların ve ifadelerin içinde, iyi kitapların istendiği ve iyi yazarların da, insana özgü her türlü ahlak bozukluğunu gösterseler de, yine de iyi insanlar olduklarına olan güvenim -yoksa içgüdüm mü -yatıyor. Bu yüzden, sizden çok kitap yazmanızı isterken kendiniz için ve bütün dünya için olacak bir şey yapmaya zorlamış oluyorum sizi. Bu dürtümü ya da inancımı nasıl haklı çıkaracağımı bilmiyorum, çünkü üniversite eğitimi almadıysanız felsefi sözler size oyun oynayabilir. 'Gerçek' ne demektir? Çok yanıltıcı, çok güvenilmez bir şey gibi görünebilir- kâh tozlu bir yolda bulunur, kâh sokaktaki bir gazete kağıdında, kâh güneşteki bir nergiste. Bir odadaki bir grubu ışıtır ve sıradan bir sözü damgalar. Yıldızların altında evine yürüyen birini bunaltır, sessiz dünyayı konuşmalar dünyasından daha gerçek kılar - ve sonra yine, Piccadily'nin gürültüsünde, bir otobüste çıkar karşımıza. Bazen de, nasıl bir yapıda olduklarını anlayamayacağımız kadar uzakta olan biçimlerin içinde bulunur. Ama neye dokunsa onu düzeltir ve sürekli kılar. Günün kabuğu çalıların içine atıldıktan sonra geride kalan odur; geçmiş zamandan ve aşklarımızdan ve nefretlerimizden geriye kalan odur. Bu hakikatin karşısında, yazarın diğer insanlardan daha çok yaşama fırsatı olduğunu düşünüyorum. Onu bulmak ve toplamak ve hepimize iletmek onun görevidir. En azından ben, Lear'i, Emma'yı, ya da Kayıp Zamanın İzinde'yi okumuş olmaktan bunları çıkarsıyorum. Çünkü bu kitapları okumak sanki duyuların üzerine bir cila çekiyor; insanın bakışı sonradan çok daha yoğunlaşıyor; sanki dünya örtüsünden sıyrılıyor, hayatı yoğunlaşıyor. Şunlar, gerçekdışıyla düşmanlık içinde yaşayan, imrenilecek insanlardır; şunlar da bilmeden ya da umursamadan yaptıkları şeyin yumruğunu başlarına yemiş zavallılar. Sizden para kazanmanızı ve kendinize ait bir odanızın olmasını isterken aynı zamanda hakikatle birlikte. Yaşamanızı istiyorum, söyleseniz de söylemeseniz de, görünüşe göre bu hayat insana zindelik verir.
Burada keserdim ama gelenekler, her konuşmanın kapanış sözleriyle bitirilmesini gerektiriyor. Kadınlara hitaben söylenecek bu sözler, kabul edersiniz ki, özellikle yüceltici ve yükseltici olmalı. Sizlerden sorumluluklarınızı hatırlamanızı, yükselmenizi, daha akıllı olmanızı rica ediyorum; ne kadar çok şeyin size bağlı olduğunu, gelecek üzerinde ne kadar etkiniz olabileceğini hatırlatmalıyım. Ancak bu öğütleri, sanırım salimen karşı cinse bırakabiliriz, onlar bunları benden çok saha güzel sözlerle ifade edebilirler ve etmişlerdir de. Zihnimin içini dikkatlice araştırdığımda arkadaş olmak, eşit olmak, insanları daha yüce amaçlara yöneltmek gibi soylu duygulara rastlamıyorum. Kısaca ve basit sözcüklerle, insanın kendisi olması herşeyden daha önemlidir derken buluyorum kendimi. Başkalarını etkilemeyi hayal etmeyin, derdim, sizleri coşturacak biçimde söylemesini bilseydim. Her şeyi kendi içinde düşünün.
Gazetelere ve romanlara ve biyografilere daldığımda, kadınlara konuşan bir kadının işinin hiç de kolay olmayacağı geliyor aklıma yeniden. Kadınlar birbirine karşı serttir. Kadınlar birbirinden hoşlanmaz. Kadınlar - ama bu sözcükler ölesiye bulandırmıyor mu midenizi? Emin olun, benimkini bulandırıyor. O zaman gelin anlaşalım, bir kadının kadınlara okuduğu bir bildiri özellikle sevimsiz bir şeyle son bulmalı.
Ama nasıl olacak bu? Aklıma neler gelebilir? Gerçek şu ki, çoğunlukla hoşlanırım kadınlardan. Kalendirliklerinden hoşlanırım. Eksiksiz oluşlarından. Anonim oluşlarından. Hoşlandığım - ama bu şekilde devam etmemeliyim. Şuradaki dolap - içinde sadece temiz peçeteler var diyorsunuz; ama ya peçetelerin arasında Sir Archibald Bodkin gizlendiyse? Gelin, daha ciddi bir ifade takınayım. Az önceki sözlerimle sizlere insanlığın uyarılarını ve kınamalarını yeterince ilettim mi? Mr. Oscar Browning'in sizleri ne kadar hakir gördüğünü anlattım. Bir zamanlar Napoleon'un nasıl düşündüğünü, Mussolini'nin şimdi nasıl düşündüğünü belirttim. İçinizden kurmacaya heveslenen varsa size yardımı olsun diye cinsinizin kısıtlamalarını cesurca ifade eden eleştirmenin tavaiyelerini not ettim. Profesör X'e değindim ve kadınların zekâ, ahlak ve beden açısından erkeklerden aşağıda olduğu ifadesinin altını çizdim. Aramadan önüme çıkan her şeyi sundum size, ve işte son bir uyarı - Mr. John Langdon Davies'ten. Mr. John Langdon Davies, 'çocuklar artık istenmez olunca kadınlar da artık gereksiz olur' diyerek kadınları uyarıyor. Umarım bunu bir kenara yazarsınız.
Hayatı nasıl ele alacağınız hakkında sizi daha başka nasıl yüreklendirebilirim? Genç hanımlar, diyebilirim, ve dikkat edin kapanış konuşması başlıyor, benim nazarımda sizler utanç verecek derecede cahilsiniz. Önemli sayılacak hiçbir keşifte bulunmadınız. Hiçbir imparatorluğu sarsmadınız, ya da bir ordunun başında savaşa gitmediniz. Shakespeare'in oyunlarını siz yazmadınız, bir barbar kavimi asla uygarlıkla tanıştırmadınız. Mazeretiniz ne? Dünyadaki, hepsi de alışverişle, işletmelerle ve sevişmekle meşgul olan siyah, beyaz ve esmer tenli insanlar kaynayan sokakları ve meydanları ve ormanları işaret ederek başka işimiz vardı diyebilirsiniz, içiniz rahat olarak. Biz olmasaydık bu denizlerden gemiler geçmez, şu verimli topraklar çöp olurdu. Biz, istatistiklere göre şu anda yaşayan bir milyar altı yüz yirmi üç milyon insanı doğurduk, besledik, yıkadık ve eğittik, belki altı- yedi yaşına kadar, ve bu da, bir kısmının yardımla olduğunu göz ardı etmeyelim, epeyce zaman alır.
Sözlerinizde gerçek payı var - inkâr etmeyeceğim. Ama aynı zamanda, 1886 yılından beri İngiltere'de kadınlar için iki yüksek okul bulunduğunu size hatırlatabilir miyim; 1880 yılından sonra evli bir kadının yasa gereği kendine ait bir mülke sahip olma hakkını kazandığını; 1919 yılında -ki aradan tam dokuz yıl geçmiştir- seçme hakkını kazandığını? Şunu da hatırlatabilir miyim ki, neredeyse on yıldır pek çok meslek sizlere kapılarını açmıştır. Bu geniş ayrıcalıkları ve onlardan ne kadar zamandır yararlanıldığını düşünürseniz, ve şu anda iki bin kadar kadının şu ya da bu şekilde yılda beş yüz pound'dan daha fazla kazandığını unutmazsanız, o zaman fırsat, eğitim, teşvik, boş zaman ve para yokluğunun artık geçerli olmadığı konusunda bana hak verirsiniz. Ayrıca iktisatçılar bize Mrs. Seton'un çok fazla çocuk yaptığını söylüyorlar. Elbette çocuk doğurmaya devam edeceksiniz, ama ikişer üçer, öyle deniyor, on-on iki tane değil.
Böylece, elinizde biraz zamanla, kafalarınızın içinde de kitaplardan öğrendiklerinizle -öteki türlüsünden yeterince aldınız, sanırım okula da kısmen eğitim görmemek üzere gönderildiniz- çok uzun, çok zahmetli ve son derece muğlak kariyerinizin bir başka evresine adım atmalısınız. Ne yapmanız gerektiği ve nasıl bir sonuç alacağınız konusunda fikri vermek üzere bin kalem hazır bekliyor. Benim önerim biraz fantastik, itiraf ediyorum; bu nedenle onu kurmaca şeklinde sunmayı yeğliyorum.
Bu konuşmam sırasında Shakespear'in bir kız kardeşi olduğunu söylemiştim; ama Sir Sidney Lee'nin, şairin hayatı üzerine hazırladığı çalışmada aramayın o kızı. Genç yaşta öldü - ne yazık ki tek bir sözcük bile yazmadı. Şimdi otobüs duraklarının olduğu bir yerde gömülü, Elephant ile Castle'ın karşısında. Ben, tek bir sözcük bile yazamayan ve o kavşakta gömülü olan şairin hala yaşadığına inanıyorum. Sizin içinizde ve benim içimde yaşıyor, ve bulaşık yıkadıkları, çocuklarını yatırdıkları için bu gece burada bulunamayan pek çok kadının içinde. Ama o yaşıyor; çünkü büyük şairler ölmezler; onlar süregiden varlıklardır; bizlerin arasında ete kemiğe bürünüp dolaşmak için fırsatları yoktur sadece. Bu fırsatı ona vermek sizin elinizde artık, diye düşünüyorum. Çünkü inanıyorum ki, bir yüz yıl kadar daha yaşarsak -hakiki hayat olan ortak hayattan söz ediyorum, bireysel yaşadığımız ayrı ayrı, küçük hayatlardan değil- ve herbirimizin eline yılda beş yüz pound geçerse ve kendimize ait odalarımız olursa; özgür yaşarsak ve düşündüğümüzü aynen yazacak cesarete sahip olursak; ortak kullanılan oturma odasından biraz çıkabilirsek ve insanları hep birbiriyle olan ilişkileri içinde değil, gerçekle olan ilişkileri içinde görürsek; ve gökyüzünü de ve ağaçları da ya da içinde ne varsa onu görürsek; Milton'un kötü ruhundan bakışlarımızı çevirirsek, çünkü hiçbir insan kapatmamalıdır manzaramızı; tutunabileceğimiz bir kol olmadığı gerçeğiyle, çünkü bu bir gerçek, yüzleşebilirsek, yalnız başına yol aldığımızı,  ilişkimizin sadece erkekler ve kadınların dünyadıyla değil, gerçeklerin dünyasıyla olduğunu bilirsek, o zaman fırsat doğacak ve Shakespeare'in kız kardeşi olan ölü şair kaç kez çıkarıp bıraktığı bedene bürünecektir. Kendisinden önce abisinin yaptığı gibi, hayatını, öncülleri olan meçhul kadınların hayatlarından çekip alarak doğacaktır. Böyle bir hazırlık yapılmadan, biz bir çaba harcamadan, o yeniden doğduğunda yaşamasını ve şiirini yazmasını mümkün kılacak kararlılığımızı göstermeden gelmesini bekleyemeyiz, çünkü bu imkânsız. Ama şuna inanıyorum ki, bizler onun için çalışırsak gelecektir, ve yoksulluk ve karanlık içinde bile olunsa, böyle bir çalışma yapmaya değer.

Kendine Ait Bir Oda
Virginia Woolf

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

3 Ekim 2016 Pazartesi

Duyguya Taş



Duyguluysan işin zor,
Yaşamda yeniksindir.
Duyguluya sor,
Ona aşkları da acı verir.

Hep bir karanlığa uyanır, yalnız:
Düşleri gerçekleri, gerçekleri düşleridir.
Aldatsanız, aldansanız,
O hep bir karanlığa uyur gibidir.

Hiç ölüsü yoktur,
Herkes, her şey anısındadır.
Geleceği geçmiş'in gözünden okur;
Hep bir yangının bacasındadır.

Gülerken bir düğündür, acı-son'lu,
Aldatılara uğurlayan gelinlerini.
Bir çocuk bahçesidir, renk-renk balonlu,
Savaşlara uğurlayan bebeklerini.

Sinmiş her şarkıya, her uyanı'ya, uykuya,
Ölümün yaşayan kardeşidir.
Hep sezer, sezdikçe duyguluya
Yengiler de hüzün gelir.

Özdemir Asaf


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

2 Ekim 2016 Pazar

Söylenir ve Yarım Kalır

Söylenir ve yarım kalır
bütün aşklar yeryüzünde
bir kaktüs bol sudan nasıl
nasıl çürürse, öyle
En sevdiğim temmuzdu aylardan
hazirana benzediği için biraz
biraz da kendiliğinden
belki de müşteriye iyi davranan
efendi bir bakkal kimliğinde
Nasıl mutlu oldum iki yaz
nasıl mutlu oldum kardeşler
Salkımsöğüt bir, ben iki
bir üçüncü var mıydı bilmiyorum
Üçüncü vardı elbet
bir yaban ördeğinin sevincini taşıran
bir sonbahar gibi köpüren
Temmuza benzese de
öyle oldum ki anlatamam
Sıcak yaz
solgun bir coğrafya gibi belleğimde
şapkalar, çiçekler, eski elbiseler
geçmişi olan eski elbiseler
denizden çıkan bir ışık
unutulmuş bakımsız arka bahçeler
öyle oldum ki anlatamam
Her mevsimde sonbaharı taşlayan
bir çocuk nasıl olursa, öyle
Belki de bitip tükenmeyen
bir fetih döneminde
atlar nasıl kişnerse
yani durgun bir suyun
erguvandan aldığı renkle
gidip geldim caddelerde
Fatih nerdeydi, Samatya nerde
nerden gidilirdi Üsküdar’a
düşünüp durdum günlerce
Anlatamam ormanların ettiğini
nasıl dayandım o mutluluğa
tükenmez bir ışık olan mutluluğa
deniz ve ışık olan
karmakarışık bir mutluluğa
nasıl..
Şimdi bir şarap gibiyim
coğrafyasız
eskimeye bırakılmış fıçısında.

Turgut Uyar

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

1 Ekim 2016 Cumartesi

Dünyanın Merkezi



Kocaman bir dünyada yaşıyoruz. Uçsuz bucaksız görünüyor gözümüze. Gezmek için ömür yetmez gibi geliyor insana. Halen keşfedilememiş, ayak basılmamış yerler var dünya üzerinde. Kimbilir bir gün her yer  keşfedilmiş olacak.
Oysa ki dünya sandığımız kadar büyük değil, uzay boşluğundan bakıldığında denizde bir kum tanesi, tıpkı biz insanlar gibi.
Dünya kocaman, biz kocamanız yanılsaması...
Dünya içinde kendi dünyalarımız var aslında. Ve biz o dünyanın merkezi sanıyoruz kendimizi. Dünya evrenin merkezi değilse, biz de dünyanın merkezi değiliz. Her birey değerli, herkes kendince kıymetli, hepimiz farklı potansiyeller barındırıyoruz içimizde ancak kendimizi çok da abartmamalıyız. Bu dünyada kimse vazgeçilmez değildir. Vazgeçilmez olduğunu düşünen insan büyük bir yanılgı içindedir. Vazgeçilen olmak acıtsa da unutma ki senin de vazgeçtiklerin var.

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

29 Eylül 2016 Perşembe




Bizi biz yapan şey, deneyimlerimiz ve yaşanmışlıklarımızdır. Geçmişte başarısızlık olarak addettiğimiz şeyler, deneyimlerimizi oluşturur ve bugün cesurca yol almamızı sağlar. Sorunsuz bir hayat, yalnızca hayallerimizde vardır.

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

25 Eylül 2016 Pazar

İyi ve kötü, doğru ve yanlış, haklı ve haksız gibi buna benzer tüm kavramlar görecelidir. Her biri bireylerin olaylara bakış açısına göre değişir...

Persephone

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

8 Eylül 2016 Perşembe

Bir zamanlar güneş gibi parlayan, gözlerini kamaştıran, elde etme arzusuyla yanıp tutuştuğun şeyler, zaman geçtikçe ve farklı bakış açılarıyla bakmayı başarınca o gözünü kamaştıran güneş, sönmüş kızıl bir top gibi önemini kaybediyor...

SEVGi ve IŞIK'la kalın...
Persephone

Mümkün mü?

Hayatı sıfırlamak mümkün müdür? Dolu bir sayfayı kapatıp yeni bir sayfa açmak gibi. Geçmişi unutmak, yeni doğmuş bir bebek gibi hayata başlamak mümkün müdür? İnsan geçmişiyle varolur, geleceğini geçmişinin üzerine inşa eder. Peki ya geçmişin üzerine bir gelecek kurmak istemezsek? Her şeye yeniden başlamak istersek, hiçbir şey yaşanmamış gibi. Gözlerimizi bugün dünyaya açmış gibi. Umutla, sevgiyle başlasak ve hep böyle devam etse hayat olmaz mı? İçinde yenilgilerin olmadığı bir hayat kursak, hiç kaybeden olmasa. Gerçeklerin acısına değil de hayallerin umuduna sarılsak. Dünya bildik tanıdık bir dünya olmasa. Sevgi hüküm sürse dört bir yanda. Kırgınlıklar son bulsa. Yolumuz hep ışık olsa. İnsanlar birbirlerini anlasa, kimse yorulmasa bir şeyleri anlatmaya ya da anlamaya çalışmakla. 
Yaşanmışlıklar insanı olgunlaştırsa da arada of demek hakkımız değil mi? Hep dimdik mi durmalıyız hayata? Arada şikayet de etmeli.
Yine daldım ütopik hayallere...


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

4 Eylül 2016 Pazar

Kitap Yorumu: Olanaksızın Fiziği

Michio Kaku


Bilim kurgu filmleri izlerken, kafamızda bir sürü soru işaretleri oluşur. Bu izlediklerim geçekten olabilir mi? Olması mümkün müdür? Hatta şüpheye düşeriz; ''bunlar gerçekten var ve biz insanlardan saklanıyor mu?'' diye. Bilim kurgu izlemeyi seviyorsanız, gördüklerinizin gerçek olup olmaması mümkün mü? diye merak ediyorsanız; ''Olanaksızın Fiziği'' tam da aradığınız kitap.
Michio Kaku, ''olanaksız'' kelimesinin genellikle göreceli olduğunu düşünüyor. ''Olanaksız''olan şeyleri üç kategoriye ayırmış;
1. Sınıf Olanaksızlıklar: Bunlar, günümüzde olanaksız olan fakat bilinen fizik yasalarına aykırı olmayan teknolojilerdir.
2. Sınıf Olanaksızlıklar: Bunlar, bizim fiziksel dünyaya ilişkin algılayışımızın en kenarında bulunan teknolojilerdir
3. Sınıf Olanaksızlıklar: Bunlar, bilinen fizik yasalarına ayrı düşen teknolojilerdir.
Dün olanaksız denen bir çok şey bugün olanaklı hale gelmiş durumda. Bu bağlamda bilim merakı olan herkesin gelecek adına okuması gereken bir kitap. Bir çok şeyin olabilirliğini okudukça insan şaşırıyor. Bu kitabı okumak için fizikçi olmanıza gerek yok. Anlaşılır bir dilde ve konular akıcı bir anlatıma sahip. Okuduğumuz bilimkurgu romanlarının ve bilimkurgu filmlerinin altının boş olmadığını açıkça görüyorsunuz.

Kitabın Arka Yüzü:

Işınlanma, zaman makineleri, kuvvet alanları, yıldızlararası uzay gemileri; bunlar yalnızca bilimkurgunun alanları mı yoksa geleceğin kullanılabilir teknolojileri mi? Uzay Yolu, Yıldız Savaşları, Geleceğe Dönüş gibi filmlerin fantastik dünyaları ünlü fizikçi Michio Kaku tarafından bilimsel ve şaşırtıcı bir bakış açısı ile yeniden ele alınıyor ve günümüzden bir bakışla evrenin fizik yasalarının yakın ya da uzak bir gelecekte bize neler sunacağı tartışılıyor. Olanaksızın Fiziği bizi insan dehasının ve bilimsel olanın sınırlarına bir yolculuğa çıkarıyor.

Kitaptan Alıntı:

GELECEĞİN FELAKETLERİ
Şair Robert Frost, Dünya'nın sonunun ateşle mi, yoksa buzla mı geleceğini sormuştu. Fizik yasalarından yararlanarak, doğal bir felaket durumunda Dünya'nın ne şekilde sona ereceğini makul ölçülerde öngörebiliriz
Bin yıllar ölçeği içerisinde insan uygarlığı için var olan bir tehlike, yeni bir buz çağının ortaya çıkmasıdır. Son buzul çağı 10.000 yıl önce sona ermiştir. Zamanımızdan 10.000- 20.000 yıl sonra bir sonraki buzul çağı gelince, Kuzey Amerika'nın büyük bölümü 750 metre kalınlığında buz ile kaplanacaktır. İnsan uygarlığı, yakın geçmişteki minicik buzullar arası dönemde, Dünya alışılmadık şekilde ılıklaştığı zaman gelişip serpilmiştir, fakat böyle bir döngü sonsuza kadar sürüp gidemez.
Milyonlarca yıl boyunca Dünya'ya çarpacak büyük meteorlar veya kuyruklu yıldızlar yıkıcı bir etkiye yol açabilir. Son gök cismi çarpması, 65 milyon yıl önce 9 kilometre çapında bir nesnenin Meksika'nın Yucatan Yarımadası'na çarpması ile olmuş, 290 kilometre çapında bir krater meydana gelmiş, o zamana kadar Dünya üzerinde baskın yaşam biçimi olan dinozorlar ortadan kalkmıştır. Aynı zaman ölçeği içinde benzer bir çarpışma olasılığı bulunmaktadır.
Günümüzden milyarlarca yıl sonra Güneş yavaş yavaş genişleyecek ve Dünya'yı içine alacaktır. Aslına bakılacak olursa, önümüzdeki bir milyar yıl içinde Güneş'in sıcaklığının yüzde 10 artacağını, Dünya'yı kavuracağını tahmin etmekteyiz. 5 milyar yıl içinde Güneş'imiz mutasyona uğrayıp devasa bir kırmızı yıldıza (kızıl dev) dönüştüğü zaman, Dünya'yı tamamen yutacaktır. Dünya, gerçekten Güneş'in atmosferi içinde yer alacaktır.
Günümüden on milyarlarca yıl sonra hem Güneş, hem de Samanyolu galaksisi ölecektir. Güneş'imiz en sonunda hidrojel/helyum yakıtını tükettiği zaman küçülerek minik bir beyaz cüce yıldız olacak ve yavaş yavaş soğuyarak uzayın boşluğunda gezen bir siyah nükleer atık kitlesine dönüşecektir. Samanyolu galaksisi sonunda kendisinden çok daha büyük olan komşu Andromede galaksisi ile çarpışabilir. Samanyolu'nun sarmal kolları kopacak ve Güneş'imiz derin uzaya fırlatılacaktır. İki galaksinin merkezindeki kara delikler, birbiri ile çarpışıp birleşmeden önce bir ölüm dansı yapacaktır.
İnsanoğlunun günün birinde canını kurtarmak için Güneş sisteminden yakındaki yıldızlara kaçmak veya yok olmak zorunda kalacağını varsayarak, akla gelen ilk soru şudur: Oraya nasıl gideceğiz? En yakın yıldız sistemi olan Alpha Centauri, 4 ışık yılından daha uzaktır. Sıradan kimyasal tepkimeli roketler, mevcut uzay programının gözbebekleri, saatte 65.000 kilometreye zar zor ulaşabilmektedir. Bu hızla yalnızca en yakın yıldıza ulaşmak bile 70.000 yıl sürecektir.
Günümüzün uzay programını incelersek, bugünkü acınası yeteneklerimiz ve evreni keşfetmeye başlamamıza olanak sağlayabilecek gerçek bir yıldız gemisi arasında muazzam bir uçurum bulunduğunu görürüz. 1970'lerin başlarındaki Ay yolculuğundan bu yana insanlı uzay programımız, Uzay Mekiği ve Uluslararası Uzay İstasyonu ile Dünya'dan yalnızca 500 kilometre uzaktaki yörüngelere astronot göndermiştir. Bununla beraber NASA, elli yıl aradan sonra 2020 yılında astronotları tekrar Ay'a götürecek Orion uzay araçlarına yer açmak amacıyla Uzay Mekiğini 2010 yılında hizmet dışı bırakmayı planlamıştır. Ay'da kalıcı, insanlı bir ay üssü kurulması planlanmaktadır. Bunun ardından Mars'a insanlı bir görev düzenlenebilir.
Eğer yıldızlara ulaşacaksak yeni bir roket tasarımı bulunması gerektiği, açıktır. Ya roketlerimizin itme gücünü radikal şekilde arttırmalıyız, ya da roketlerimizin çalışma süresini uzatmalıyız. Örneğin büyük bir kimyasal roket birkaç milyon kiloluk itme gücüne sahip olabilir, fakat yalnızca birkaç dakika yanar. Bunun aksine, örneğin iyon motoru gibi diğer roket tasarımları düşük bir itme gücüne sahip olabilir fakat dış uzayda yıllarca çalışabilir. Konu roket bilimi olduğunda, kaplumbağa tavşanı yenecektir.


KİTAP: Olanaksızın Fiziği
YAZAR: Michio Kaku

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

2 Eylül 2016 Cuma

Bir Zamanlar Çocuktuk



Çocuktuk, güzeldi dünya. Gülümsemelerimiz kocamandı, sahiciydi. Umutlarımız vardı. Sevdiklerimiz yanımızdaydı. Her şey masum ve çocukçaydı. En fazla yaramazlıklarımız canımızı acıtırdı. Oynadığımız oyunlar kovalamaca, saklambaçtı. Başka bir yüzümüz yoktu. Her şeyimizle bizdik. Tek saklamaya çalıştığımız şey muzurluklarımızdı.  Düştüğümüzde, elimizden tutup kaldıranımız vardı. Teselli edildiğimiz sözler vardı. En komiği de 'geçince bir şey kalmaz' cümlesiydi herhalde. Yaralarımız bir günde kabuk bağlardı. Unuturduk arkadaşlarımızla acılarımızı. Küslükler uzun sürmezdi. Bir gün bilemedin iki gün. En sıkıcı şeyler dersler ve sınavlardı. Bugün okula gitmesem olmaz mı? En büyük isteğimizdi. Hayallerimiz vardı. Kimimiz doktor, kimimiz avukat, kimimiz öğretmen, kimimiz hemşire olmak isterdi. Başka meslek yokmuş gibi.
Peki ne oldu?
Biz büyüdük, dünyamız kirlendi. İlk önce gülümsemelerimiz soldu. Umutlarımız yitti. Sevdiklerimizle gözü yaşlı vedalaşmalar başladı. Acıyı öğrendik. Çocuk kalbimizin, masumuyetimizin üstünü toprak örttü, derinliklere gömüldü. Oyunlarımız can yakar oldu. Çünkü oyunlarımız kovalamaca, saklambaç olmaktan çoktan çıktı. Maskelere büründük, biz biz olmaktan çıktık. Yalanlarımız kaf dağını aştı. Düştüğümüzde bir daha itenlerimiz oldu. O sıcak, dost eller mazi oldu. Tek tesellimiz kendimiz olmaya başladık. Yaralarımız kabuk bağladıkça, içini oyanlar oldu. Arkadaşlıkların içi boşaldı, çıkarlar ön plana çıktı. Sıkıntılarımız büyüdü, dertlerimiz çoğaldı. Ayakta hatta hayatta kalma mücadelesi başladı. Hayallerimizi unuttuk. Onlar hayaldi deyip geçtik. Gerçek dünya farklıydı, gördük. Hayat acımasızdı demiyeceğim, çünkü; acımasız olan insanlardı... 
Keşke hep çocuk kalsaydık...

Sevgi ve ışıkla kalın…
Persephone

28 Ağustos 2016 Pazar

Kitap Yorumu: Tanrı ile Sohbet


Yazar içindeki Ben'e Tanrı ismini vermiş onunla konuşuyor. Sorular soruyor ve yanıtlar alıyor. Yazar insanların Tanrı ile konuşabileceğini düşünüyor. Hayatının yaşadıklarından söz etmese daha kolay olacağını düşünüyor. Çünkü; insanların onu sahtekar, kafir veya deli olarak değerlendireceğini biliyor.
Tüm bildiklerinizi unutarak, ön yargılarınızı bir kenara bırakarak okumanız gereken bir kitap. Her şey bir bilinmeyenden ibaretken, neyin gerçek neyin hayal olduğunu bilmezken yazarı yargılamak ne kadar doğru bilemiyorum. En azından kendinize çıkarabileceğiniz öğretiler var, bu benim için böyle oldu, almam gerekeni aldım. Bu tür kitaplar okumayı seviyorsanız, okumaya değer.
Yazara inanıp, inanmamakta size kalmış...    


Kitaptan Alıntılar:


  • Deneyimleriniz ve duygularınız, bir şey hakkında gerçek ve sezgisel bilgilerinizi temsil eder. Oysa sözcükler yalnızca bildiklerinizi sembolize etme çabasıdır. Ve sözcükler bildiklerinizi daha karmaşık hale getirir.
  • Anlayamadığınız bir şeyler var. Anladığınız şey size doğru görünür, çünkü 'doğru' uzlaştığınız bir şeyin tanımlamasıdır. Ama kaçırdığınız şey, ilk başta size 'yanlış' gibi görünür. Bunu aşmanın yolu, şu soruyu sormaktan geçiyor: 'Ya 'yanlış' diye bildiklerim 'doğru' ise? 
  • Dua yoluyla ne istediğiniz bir şeyi elde edebilirsiniz ne de istediğiniz her şeye sahip olursunuz. Çünkü dualarınız yoksunluk bilincinden kaynaklanıyor. Ve isteklerinizin sizin tek istediğiniz yolla gerçekleşmesini istiyorsunuz. Doğru dua, yalvarma duası değil, şükran duası olmalıdır
  • Dua, talep duası değil teşekkür duası olduğunda onun gerçekleşmiş olduğunu baştan kabul ediyorsunuz demektir.
  • Çünkü insanlar sevdikleri şeyi yok etmeye, daha sonra da yok ettikleri şeyi yeniden sevmeye ve değer vermeye meraklıdırlar.
  • Tüm insan davranışları en derin boyutta iki duygudan biriyle motive edilir: Korku ya da sevgi. Gerçekte yalnızca iki duygu vardır. Ruhun dili iki sözcükten ibarettir. 
  • Her insan düşüncesi, her insan davranışı ya sevgiden ya korkudan kaynaklanır. Tüm diğer düşünce ve duygular bu iki temel duygunun değişik versiyonlarıdır. Aynı referans noktalarının değişik şekillerde ifade bulmasıdır.
  • ''Seni seviyorum'' dedikten sonra ilk endişe duyduğunuz şey, karşılık alıp almayacağınız. Eğer karşılık alırsanız, bu kez yeni bulduğunuz sevgiyi kaybedeceğiniz endişesini duymaya başlıyorsunuz. Ve tüm davranışlarınız reaksiyona dönüşüyor. Kaybetmemek için savaşma ve savunma.
  • Koşulsuz sevginin nasıl bir şey olduğunu unuttunuz. Tanrı'nın sevgisinin deneyimini hatırlamıyorsunuz bile. Dünyada sevgi adına gördüklerinize dayanarak Tanrı'nın sevgisinin nasıl olabileceğini hayalinizde bile canlandıramıyorsunuz.
  • İçinizdeki ses konuştuğum en yüksek sestir. Çünkü size en yakın olan o. Bu ses kendi anlayış düzeyinize göre neyin doğru- yanlış, iyi- kötü, yalan- gerçek olduğunu daima size söylüyor. O sizin yol göstericiniz, gemiyi yönlendiren, yolculuğunuza rehberlik eden radarınız. Tabii eğer siz izin verirseniz.
  • Yaşamın en derin sırrı; yaşamı keşfetmek süreci değil, yaratma sürecidir.
  • Kendinizi keşfetmiyorsunuz, kendinizi yeniden yaratıyorsunuz. Bu yüzden kim olduğunun arayışı yerine, kim olmak istediğinin arayışına gir.
  • Sizin dışınızda, bir şeyin ya da birilerinin size bir şeyler 'yaptığı' fikrini taşıdığınız sürece bir şeyler yapabilme gücünüzden de kendinizi mahrum edersiniz. Ancak 'ben yaptım' dediğinizde değiştirme gücünü kendinizde bulabilirsiniz.
  • Özsel olarak doğru olanı yapman için ille de korku mu gerekiyor? ''İyi olmak'' için tehtid mi edilmen gerekiyor? ''İyi olmak'' ne demek? Bu kararı veren kim? Kuralları koyan kim? Emirleri veren kim?
  • Tek gereken şey bunu bilmeniz. Realitenizin yaratıcısı sizsiniz. Hayat sizin olacağını düşündüğünüzden başka bir şeyi size göstermez.
  • Yasalar çok basit: 1) Düşünce yaratıcıdır. 2) Korku, benzer enerjiyi çeker. 3) Sevgi her şeydir.
  • Özel biri hayatınıza girdiğinde artık kendinizi tamamlanmış olarak hissettiğinizi söylemek romantiktir. Fakat ilişkinin amacı, birinin sizi tamamlaması değil, biriyle kendi bütünlüğünüzü paylaşmaktır.
  • Birisinin söylediği yaptığı şeye duyduğun reaksiyon acı ve incinme olduğunda yapabileceğiniz şeyler var. Öncelikle kendine ve karşındakine dürüstçe nasıl hissettiğini itiraf et. Çoğunuz bunu yapmaktan korkuyorsunuz, çünkü ''kötü'' görüneceğini düşünüyorsunuz. İçinizin derinliklerinde bir yerde ''böyle hissetmenizin'' saçma olduğunu belki biliyorsunuz. Bu belkide size ''küçültücü'' geliyor. Oysa siz bundan daha ''büyüksünüz''. Ama buna rağmen duygularınızı olduğu gibi kabul etmekten korkuyorsunuz, işte bu yüzden acı çekiyorsunuz.
  • Her şeyden vazgeçene kadar, hiçbir şeye sahip olamazsınız.
  • Çoğu insan için sevgi doyum ihtiyacının tepkisidir.
  • Ama hayat boyu bir ilişki istiyorsan, biraz düşünceyi katsan iyi olur. Ama ilişkiden ilişkiye koşuyorsan ya da ''kalman gerektiği'' için bir ilişkide kalıp hayatını zehir ediyorsan, geçmişinin modellerini yeniden canlandırmaya çalışıyorsan... devam et.
Kitap: Tanrı ile Sohbet 1
Yazar: Neale Donald Walsch
Sayfa: 237


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

 

Düşün





Ne kadar aciz, tutunacak bir dal arıyorsun, oysa ki o dalın ta kendisisin, tek şey bunun farkında olabilmek... Zaman geçiyor ve gülüyorsun kendine... Tabii farkındaysan bazı şeylerin... Dünyaya bir anlam vermeye başlamışsan, kavramışsan bir çok şeyi... İnsanları tanımışsan, hayatın ne yaparsan sana ne verebileceklerini öngörmeye başlamışsan... Bir çok şeyin ne kadar boş olduğunu kavramışsan... Belli bir bilince varmışsan... 
Zaman evet zaman, her şeyin ilacı ya işte bu koca bir yalan. İnanmak istiyoruz bu koskoca yalana. İnan! Kim durdurabilir ki seni bu yalana inanmaktan... Neye inanacağını sen seçersin!
Belki çok tanrılısın... Belki tek tanrrılsın... Belki de tanrın yok... Neye inandığının bir önemi de yok...
Odamda günlerdir uçan beyaz bir kelebeksin belki! Hani kelebeklerin ömrü bir gündü? Bu yalana inanacak kadar da acizsin belki! 
Otur... Düşün...
Düşün ki; kendi geçeklerini bul. Bu o kadar kolay olmasa gerek. Çoğu zaman ne istediğimizi bile bilmiyoruz. Bunu bilmezken bir de yakınıyoruz. Şunu bunu istiyorum da olmuyor. Aslında neden olmadığını gayet iyi biliyorsun. Her an fikir değiştirmek ruhunda var. Bebekliğimizden beri negatif duygulara odaklanmaya o kadar alışmşız ki, böyle düşünüyor olmak bize gayet doğal geliyor. Bu bir alışkanlık. Yanlış öğretilerle büyüdüğümüzü kabul etmek zor. Elbet bir gün değişecek bu sistem. Bir gün gerçekliği yalın haliyle görmeyi başardığımızda. Ben bunu görebilir miyim?
Sanmam ömrümün o kadar uzun olacağını...

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

27 Ağustos 2016 Cumartesi

Ön Yargılar









Bir kişi hakkındaki düşüncelerimiz pozitifse onu kuvvetlendirir; eğer negatifse, onu zayıflatırız.
Bu bilgi yüksek verim sporunda kullanılır. Almanya futbol liginde oynayan takımın zihinsel antrenörü, bir televizyon programında oyuncuların birbirleri hakkındaki düşüncelerinin verimleri üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu göstermişti. Oyuncular, bir arkadaşlarının pası karşılayabileceğini, çalım ya da gol atabileceğine inandıkları zaman bu inanç o oyuncunun verimine etki etmekteydi. Diğer oyuncuların onun kabiliyetine sadece inanmaları bile, o oyuncunun kendine güvenini, gücünün ve sonuçta gerçekten kabiliyetinin artmasını sağlıyor. Demek ki, eşimize güvenmek ya da çocuğumuzun kabiliyetleri konusunda umutlu olmak gibi ''olumlu'' ön yargılar, pekala teşvik edici olabilir. Sahte duyguların işe yaramayacağı kuralının burada geçerli olduğunu hatırlatalım. Zira rezonans alanını kaldırmak mümkün değildir. Karşımızdakinin yeteneklerine gerçekten inanırsak,bu inancımız o insana kuvvet olarak yansır.
  • Çocuğumuzun yeteneklerine olan inancımızı ona hissettirirsek, o da kendi gücünün farkına varacaktır.
  • Partnerimizin becerilerine güvenirsek, onun kendine olan inancı artacaktır.
  • Buna gerçekten inanmadığımız halde, sahte duygular sergilersek; istediğimiz sonucun tam tersiyle karşılaşacağız.
  • Çevremizi değiştirmek bizim elimizdedir. Düşüncelerimizle onu etkilemeye çoktan başladık bile.
  • Kime güveniyorsun?
  • Düşüncelerinle kimi destekliyorsun?
  • Güvenmeyerek ve ciddiye almayarak kimin gelişimine engel oluyorsun?
  • Çevreni incele. Çevrendeki gelişimde senin payın olabilir mi? Bu gelişim, bilinçaltındaki beklentilerinle örtüşüyor olabilir mi?
Düşüncelerimiz çevremizi tahmin ettiğimizden çok daha fazla yönlendirir. Sevgdiğin insanları değiştirmek istiyorsan, onlar hakkındaki fikirlerini değiştir. Aile yaşantında huzur istiyorsn, bu huzurun aile yaşantında olduğunu düşün. Bu sevgi dolu enerjiyi çevrene yay ve çevrendekilerin alışık olduğun davranış kalıplarından farklı tepkiler verdiğini göreceksin. Başkaları hakkındaki düşüncelerini değiştirirsen, onlara farklı yüzlerini gösterme şansı vermiş olursun.


Ama her şeyden önce, onların senin hakkındaki düşüncelerini değiştirmelerini sağlamış olursun. Zira benzerler birbirini çeker. Aynı frekanstaki rezonans alanları birbirlerini tamamlar. Ve birden sen de etrafındakilerden kuvvet ve güven almaya başlarsın.

Ne kadar çok verirsek, o kadar çok alırız.
Öyleyse neden ön yargıların gücünü çıkarlarımız doğrultusunda kullanmayalım?


Kitap: Rezonans Kanunu
Yazar: Pierre Franckh


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

19 Ağustos 2016 Cuma

Sayfalar





Hırsla çeviriyorum sayfaları. Gözlerim mi satırları kovalıyor, satırlar mı gözleri mi, bilmiyorum. Kaybettiğim bir şeyleri arıyorum sayfalarda sanki bulacakmışım gibi. Ne aradığımı da bilmiyorum aslında. Öylesine kayıplık hissi.
Yitirilen zaman sayfalarda mı gizli? Olmadığını biliyorum ama kendime hakim olamıyorum. Bir şeyin öcünü alıyorum sayfalardan.
Okuma açlığı, sonsuz bilgiye ulaşma isteği kemiriyor ruhumu. Mümkün mü sonsuz bilgi? Her şeyi bilmek mümkün mü? Hiç sanmıyorum. Bir şey öğreniyorsun, okudukça yine yeni bir şey öğreniyorsun, yaşadıkça daha fazlasını öğreniyorsun bu böylece devam ediyor. En büyük problem okuduklarını, yaşam tecrübelerini sindirmek. Okuduklarından doğru bulduklarını hayatına adapte etmek. Gördüğün yanlışlarını doğrularla düzeltmek.
Alışkanlıklarından vazgeçmek, yerine yeni alışkanlıklar koymak imkansız değil, ama ciddi bir çaba gerktiriyor. Bir çok şeyi otomatik yapıyoruz çünkü. Sabah kalktığında kaç kere şimdi ne yapmam lazım diye düşünüyorsun. Önce yüzümü mü yıkamalıyım yoksa dişimi mi fırçalamalıyım ya da kahve mi içmeliyim diye düşünüyor  musun hiç? Hayır! Rutinin belli... Kafa yormuyorsun... Karar vermiyorsun, seçim yapmıyorsun. Olduğu gibi akıyor her şey... Keşke her şey böyle olsa... Bir de kafa yorman gereken şeyler var ya hayatta, işte yaşamın en pis noktası da bu.
Ya karar vermek zorundasın ya da seçim yapmak zorunda...
Önünde duran kararsızlıklarla, kendinle çelişen duygularla, ikilemlerle baş etmekle yükümlüsün. Baş edemezsen de  kaybedersin...
Bu kadar da basit aslında her şey;
Ya kaybedensindir ya da kazanan...

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

17 Ağustos 2016 Çarşamba

Bir Şarkıyı Bir Hite Nasıl Dönüştürürsünüz?













2003 yazında Arista Records'ın Steve Bartles adındaki promosyon yöneticisi, radyo DJ'lerini arayarak çok beğeneceklerine emin olduğu yeni bir şarkıdan bahsetmeye başladı. Hip-hop grubu OutKast'ın ''Hey Ya!'' adlı şarkısıydı bu.
''Hey ya!'', funk, rock ve hip-hop'un bir parçada Big Band swing'le birleştirildiği neşeli bir şarkıydı ve yeryüzünün en popüler gruplarından birine aitti. Radyolarda çalınan hiçbir şarkıya benzemiyordu. ''İlk duyduğumda tüylerim diken diken oldu'' dedi Bartles bana. ''Tam bir hite benziyordu. Bar mitzvah törenlerinde ve okulların mezuniyet balolarında yıllarca duyulacak türden bir şarkı gibiydi.'' Arista ofislerindeki yöneticiler koridorlarda birbirlerine şarkının nakaratını (''shake it like a Poloroid Picture'') söylüyorlardı. Hepsi de bu şarkı çok tutacak diye düşünmekteydi.
Bu kesin kanı yalnızca sezgilere dayanmıyordu. O zamanlar her yerde olduğu gibi müzik endüstrisinde de,veri analizlerine dayalı bir dönüşüm süreci yaşanmaktaydı. Perakendeciler nasıl alışverişçilerin alışkanlıklarını tahmin etmek için bilgisayar algoritmalarından yararlanıyorlarsa, müzik ve radyo yöneticileri de dinleyicilerin alışkanlıklarını tahmin etmek için bilgisayar programlarından yararlanıyorlardı. (Yapay zeka uzmanları ve istatistikçilerden kurulu, İspanya merkezli olan bir grup olan) Polyphonic HMI şirketi, Hit Song Science (Hit Şarkı Bilimi) adını taşıyan bir program yaratmıştı. Bu program, bir melodinin matematiksel özelliklerini inceleyip, popüler olma şansını tahmin ediyordu. Parçanın temposunu, perdesini, melodisini, akorlarını ve diğer faktörleri Polyphonic HMI'ın veritabanında depolanmış binlerce hit'le karşılaştırarak, melodinin başarılı olma şansının bulunup bulunmadığını öngören bir puan verebiliyordu.
Program, örneğin Norah Jones'un Come Away With Me adlı parçasının hit olacağını, endüstrinin büyük çoğunluğu albümü reddettikten sonra tahmin etmişti. (Albüm sonradan on milyon sattı ve sekiz Grammy kazandı.) Santana'nın ''Why Don't You and I'' adlı parçasının da popüler olacağını, DJ'lerin şüphelerine rağmen öngörmüştü. (parça Billboard'un Top 40 listesinde üç numaraya yükseldi.)
Radyo istasyonlarının yöneticileri ''Hey Ya!''yı Hit Son Science'dan geçirdiklerinde iyi bir sonuç aldılar. Hatta iyiden de iyi bir sonuçtu bu: Şarkı gelmiş geçmiş en yüksek puanlardan birini almıştı.
''Hey Ya!'', algoritmaya göre müthiş bir hit olacaktı.
4 Eylül 2003'te radyonun en çok dinlendiği saat olan 19:15'te, Philadelphia'daki Top 40 istasyonu WIOQ, radyoda ''Hey Ya!''yı çalmaya başladı. Şarkıyı o hafta yedi defa daha, ay boyunca da toplam otuz yedi defa yayınladı.
Aynı dönemde Arbitron adındaki bir şirket de yeni bir teknoloji test etmekteydi. Bu teknoloji, belli bir anda belli bir radyo istasyonunu kaç kişinin dinlemekte olduğu ve spesifik bir şarkı sırasında kaç kişinin kanal değiştirdiğinin anlaşılmasına imkan veriyordu. WIOQ da teste dahil edilen istasyonlardan biriydi. İstasyon yöneticileri ''Hey Ya''nın dinleyicileri radyonun başına mıhlayacağına emindi.
Derken veriler geldi.
Verilere göre dinleyiciler ''Hey Ya!''yı beğenmemekle kalmamış, ondan nefret etmişlerdi. Ondan o kadar çok nefret etmişlerdi ki, aşağı yukarı üçte biri şarkının ilk otuz saniyesi içinde istasyon değiştirmişti. Bu durum yalnızca WIOQ için geçerli değildi üstelik. Ülkenin dört bir yanında, Chicago, Los Angeles, Phoenix ve Seattle'daki radyo istasyonlarında ne zaman ''Hey Ya!'' şarkısı çalınsa, çok büyük sayılarda dinleyici başka kanallara geçiyordu.
Çeşitli yerel istasyonlarda yayınlanan ve her hafta sonu iki milyondan fazla insan tarafından dinlenen bir Top 40 radyo şovunun sunucusu olan John Garabedian, ''Onu ilk duyduğumda müthiş bir parça olduğunu düşündüm'' dedi. Ama başka şarkılara benzemiyordu, dolayısıyla yayınlandığı zaman bazı insanlar deliye döndü. Bir dinleyicim bana bunun hayatı boyunca duyduğu en berbat şey olduğunu söyledi.''
''İnsanlar Top 40'ı, ya en sevdikleri şarkıları, ya da tıpkı en sevdiklerine benzer şarkıları duymak için dinlerler. Farklı bir şey çalınınca bozulurlar. Tanıdık olmayan bir şey duymak istemezler.''
Arista ''Hey Ya!''nın tanıtımına çok para dökmüştü. Parçanın büyük başarı yakalmasına müzik ve radyo endüstrilerinin ihtiyacı vardı. Hit şarkılar servet değerindedir. Bunun tek sebebi insanlar şarkıyı satın almaları değildir. Hit şarkılar, dinleyicileri video oyunlarını ve İnternet'i bırakıp radyoya yönelmeye ikna da edebilir. Hit şarkılar televizyonda spor arabalar, moda mağazalarında giysiler sattırabilir. Hit şarkılar, reklam verenlerin, televizyon istasyonlarının, barların, dans kulüplerinin(hatta Apple gibi teknoloji firmalarının) bel bağladığı düzinelerce para-harcama alışkanlığının temelinde yer alır.
Ama şimdi, en çok umut bağlanan şarkılardan biri (algoritmaların yılın şarkısı olacağını tahmin ettiği bir melodi) çaresizlik içinde çırpınıyordu. Radyo yöneticileri ''Hey Ya!''yı bir hite dönüştürmenin bir yolunu bulmaya mecburdular.
Bu soru (''Bir şarkıyı bir hite nasıl dönüştürürsünüz? sorusu), müzik endüstrisinin varlık göstermeye başladığı zamanlardan beri çözümü bulunamamış bir bilmecedir. İnsanlar ancak son yirmi otuz yıldır spesifik cevaplara ulaşmayı denemişlerdir. Bu işin öncülerinden biri Rich Meyer adındaki eski bir radyo istasyonu yöneticisiydi. Meyer 1985'te karısı Nancy ile birlikte Chicago'daki evlerinin zemin katında Mediabase adlı bir şirket kurmuştu. Karı koca her sabah uyanıp, çeşitli şehirlerdeki radyo yayınlarının önceki gün kaydedilmiş bantlarını dinler, çalınmış olan her şarkıyı analiz edip, kaç kere çalındğını sayarlardı. Sonra Meyer hangi melodilerin popülarite açısından yükselişte veya düşüşte olduğunu gösteren haftalık bir haber bülteni yayınlardı.
İlk birkaç yıl boyunca, haber bülteninin yüz kadar abonesi oldu, dolayısıyla Meyer ile karısı şirketi ayakta tutmakta zorlandılar. Ama dinleyicilerini çoğaltmak için Meyer'in görüşlerinden faydalanmaya (ve özellikle de, onun dinleyici trendlerini açıklamak için icat ettiği formülleri incelemeye) başlayan istasyonların sayısı zamanla arttı. Sonuçta Meyer'ın haber bülteni, Mediabase'in sattığı veriler, sonra da giderek büyümekte olan veri-odaklı danışmanlık endüstrisi tarafından sağlanan benzeri hizmetler, radyo istasyonlarının çalışma tarzını değiştirdi.
Meyer'ın en sevdiği bilmecelerden biri de, bazı şarkılar çalınırken dinleyicilerin radyo frekansını değiştirmeye neden hiç yeltenmediğiydi. DJ'ler arasında bu türden şarkılar ''yapışkan'' olarak nitelendirilirdi. Meyer yıllar yılı yüzlerce yapışkan şarkıyı takibe alarak, popülerliklerini neye borçlu olduklarını keşfetmeye çalışmıştı. Ofisi, üzerine çeşitli yapışkan şarkıların özelliklerini işaretlediği şema ve grafiklerle doluydu. Meyer her zaman yapışkanlığı ölçmenin yeni yollarını aradı. ''Hey Ya!''nın piyasaya çıktığı sıralarda, Arbitron'un gerçekleştirmekte olduğu testlerden elde edilmiş verilerle deney yapmaya başlamıştı. Amacı bu verilerin kendisine yeni sezgiler sağlayıp sağlamayacağını anlamaktı.
Zamanın en yapışkan şarkılarından bazıları çok bariz sebeplerden dolayı yapışkandı: Örneğin Beyonce'nin ''Crazy in Love'' Justin Timberlake'in ''Senorita''sı piyasaya daha yeni çıkmış ve çıkar çıkmaz tutulmuştu, ama bunlar tanınmış yıldızlar tarafından icra edilmiş müthiş şarkılardı, dolayısıyla yapışkan olmaları doğaldı. Halbuki bazı şarkılar, kimsenin tam olarak anlayamadığı sebeplerden ötürü yapışkandı. Örneğin 2003 yazı süresince istasyonlarda Blu Cantrell'in ''Breathe'' adlı parçası çalınırken hemen hiç kimse frekans değiştirmemişti. Şarkı hiç hatırda kalmayan, tempo ağırlıklı bir melodiydi. DJ'ler onu o kadar yavan bulmuşlardı ki, çoğu DJ'in bu parçayı çalsa da gönülsüzce çaldığını müzik yayınlarında ifade etmişlerdi. Ama insanlar, anketçilerin de sonradan keşfettikleri gibi, şarkıyı çok fazla sevmediklerini belirtmiş olsalar da radyoda her çalındığında nedense durup dinliyorlardı. 3 Doors Down grubunun ''Here Without You'' adlı parçası ve Maroon 5 grubunun hemen her şarkısı içinde aynı şey geçerliydi. Bunlar o kadar özelliksiz gruplardı ki, eleştirmenler ve dinleyiciler onların donuk sound'ları için (''bath rock'' adı verilen) yeni bir müzik kategorisi icat etmişlerdi. Ama şarkılar radyoda ne zaman çalınsa, hemen hiç kimse istasyon değiştirmiyordu.
Bir de, dinleyicilerin hiç hoşlanmadıklarını söyledikleri, ama yine de yapışkan olan şarkılar vardı. Mesela Christina Aguilera ve Celine Dion. Yapılan her ankette, erkek dinleyiciler Celine Dion'dan nefret ettiklerini, şarkılarına katlanamadıklarını söylüyorlardı. Ama ne zaman radyoda bir Dion melodisi duysalar, o istasyondan ayrılamıyorlardı. Los Angeles piyasası içinde, her saat sonu düzenli olarak Dion çalan istasyonlar(dinleyici sayısı ölçüldüğü zaman görüldüğü üzere) dinleyicileri yüzde 3 gibi bir oranla rahat rahat artırabiliyorlardı. Radyo dünyasında muazzam bir rakamdı bu. Erkek dinleyiciler Dion'dan hiç hoşlanmadıklarını düşünüyor olabilirlerdi, ama Dion şarkıları duydukları zaman onlara yapışıp kalıyorlardı.
Meyer bir gece oturup, bir sürü yapışkan şarkıyı art arda, döne döne, tekrar tekrar dinlemeye koyuldu. Bunu yaparken, aralarında bir benzerlik fark etmeye başladı. Şarkıların birbirine benzediği filan yoktu. Bazıları balad, bazıları pop melodileriydi. Ne var ki her biri Meyer'in bu özel kategoriye ait şarkılardan duymayı beklediği şeye tıpatıp uyduğu için, insan hepsinin birbirine benzediğini düşünüyordu. (Radyaodaki başka her şey gibi) kulağa tanıdık geliyorlardı, ama biraz daha gösterişli, kusursuz şarkının altın oranına biraz daha yakındılar.
Meyer bana şöyle anlattı: ''Bazen istasyonlar dinleyicileri telefonla arayarak bir şarkıdan küçük bir kuple dinletirler, dinleyiciler de 'Milyon defa duydum bunu. Bıkkınlık geldi artık' derler. Ama radyoda çalındığı zaman bilinçaltınız 'Ben bu şarkıyı biliyorum! Milyon defa dinledim onu! Eşlik edebilirim!' der. Yapışkan şarkılar radyoda duymayı beklediğiniz şarkılardır. Beyniniz o şarkıyı gizlice ister, çünkü o şarkı zaten duymuş ve beğenmiş olduğunuz başka her şeye çok benzemektedir. Tam size göredir.'
Bize ''tanıdık'' gelen sesleri tercih etmemizin nörolojimizin bir ürünü olduğunu gösteren kanıtlar vardır. Araştırmacılar insanların beyinlerini müzik dinlemekte oldukları sırada incelemiş, beynin hangi işitsel uyarıların kavranmasıyla ilişkili olduğunu gözlemlemişlerdir. Müzik dinlemek, işitme korteksi, talamus ve superior parietal korteks dahil, beynin bir çok bölgesini aktive eder. Aynı bölgeler, paternleri tanıma ve beynin hangi girdilere dikkat edip hangilerini göz ardı edeceğine karar vermesine yardımcı olma işlevleriyle de ilişkilidir. Başka bir deyişle, müziği işleyen beyin bölgesi, paternleri bulmak ve onlarda tanıdık özellikler aramak üzere tasarlanmıştır. Bu gayet mantıklıdır. Müzik ne de olsa karmaşık bir şeydir. Hemen her şarkının içinde (hatta gürültülü bir caddede konuşmaya çalışan birinin cümlelerinde) yer alan tonlar, perdeler, üst üste binmiş melodiler ve birbiriyle yarışan sesler  o kadar yoğun ve kuvvetlidir ki, beynimizin bazı seslere odaklanıp diğerlerini yoksayma yeteneği olmasaydı her şeyi kakafoni olarak algılardık.
Beyinlerimiz müzikte tanıdıklık arar, çünkü dikkatimizi bütün o seslere dağıtmadan dinleyebilmemizi tanıdıklık sağlar. MIT'deki bilim insanları tarafından keşfedildiği gibi, davranışsal alışkanlıklar bizi aksi taktirde her gün vermek zorunda kalacağımız sayısız kararın altında ezilmekten nasıl kurtarıyorsa, dinleme alışkanlıkları da benzer bir sebep için vardır: Onlar olmasaydı, bir futbol maçında çocuğumuzun sesine mi, antrenörün düdüğüne mi, yoksa işlek bir caddeden gelen gürültüye mi konsantre olacağımıza karar vermemiz imkansızlaşırdı. Dinleme alışkanlıkları, önemli sesleri yok sayılabilecek seslerden ayırmamızı ve bunu farkında olmadan yapmamızı mümkün kılar.
(Daha önce hiç duymadığınız halde) kulağınıza ''tanıdık'' gelen şarkıların yapışkanlık kazanmasının sebebi de budur. Beyinlerimiz, daha önce duymuş olduklarımıza benziyormuş gibi gelen işitsel paternleri tercih etmek üzere tasarlanmıştır. Celine Dion piyasaya yeni bir şarkı çıkardıysa (ve bu şarkı onun diğer tüm şarkılarına olduğu gibi, radyoda çalan başka şarkılarında çoğuna benziyorsa) beyinlerimiz farkında olmadan onun tanıdıklığını arzulamaya başlar ve şarkı yapışkanlık kazanır. Bir Celine Dion konserine belki hiç gitmezsiniz, ama onun şarkılarını radyoda dinlerdsiniz, çünkü arabanızla işe giderken duymayı beklediğiniz türden şarkılardır onlar. Alışkanlıklarımızla mükemmelen uyumludurlar.
Hit Song Science programı da, müzik yöneticileri de ''Hey Ya!''nın bir hit olacağına eminken şarkının radyoda neden tutmadığı, işte bu anlayış yarımıyla açıklığa kavuştu: Problem ''Hey Ya!''nın kötü bir şarkı olması değildi. Problem Hey Ya'nın tanıdık olmamasıydı. Radyo dinleyicileri kendilerine sunulan her yeni şarkı için bilinçli bir karar vermek istemiyordu. Çoğu zaman, bir şarkıyı sevmeyi ya da sevmemeyi gerçek anlamda seçmeyiz. Böyle bir seçim yapmak çok fazla zihinsel efor gerektirecektir. Daha ziyade, işaretlere(''Bu şarkı şimdiye dek hoşuma gitmiş olan tüm diğer şarkılar gibi'') ve ödüllere (''Çalarken mırıldanmak da eğlenceliymiş!) tepki verir ve hiç düşünmeden ya şarkıyı söylemeye başlar ya da istasyon değiştiririz.
O halde DJ'ler ''Hey Ya!'' gibi şarkıları, sonunda tanıdık gelmeye başlayana dek sabırla dinlemeye dinleyicilerini nasıl ikna ederler?
Yeni bir şeye eski giysiler giydirerek ve tanıdık olmayanı tanıdık göstererek tabii ki.
DJ'ler çok geçmeden fark ettiler ki, ''Hey Ya!''yı bir hite dönüştürmek için kulağa tanıdık gelmesini sağlamak gerekiyordu. Bunu yapmak içinde özel bir şeye ihtiyaç vardı.
Hit Song Science gibi bilgisayar programları insanların alışkanlıklarını öngörmekte oldukça başarılıydı. Ama bazen bu algoritmaların, henüz gerçek anlamda ortaya çıkmamış alışkanlıkları tespit ettiği de oluyordu. Şirketler pazarlama faaliyetlerini henüz edinmediğimiz ya da daha kötüsü, (acıklı baladlara olan gizli düşkünlüğümüz gibi) kendimize itiraf etmek istemediğimiz alışkanlıklara yöneltirlerse kepenk indirme tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Bir süpermarket ''Bizim şekerli gevrek ve dondurma reyonumuz çok zengindir!'' diye övünürse, alışverişçiler ondan uzak dururlar. Bir kasap ''İştre size akşam yemeğiniz için bir parça bağırsak'' diyecek olsa, 1940'ların ev kadını güveçte ton balığı yapmayı tercih eder. Bir radyo istasyonu ''Yarım saatte bir Celine Dion çalıyoruz!'' diye böbürlensw, kimse o istasyonu dinlemez.
''Hey Ya!''nın bir hit olabilmesi için, yerleşmiş bir dinleme alışkanlığının parçası haline gelmesi gerekiyordu. Bir alışkanlığın parçası haline gelebilmesi için de, önceleri biraz kamufle edilmesi gerekiyordu. İşte bu yüzden, Philadelphia'daki WIOQ'da(ve ülkenin dört bir yanındaki diğer istasyonlarda) DJ'ler ''Hey Ya!''yı her çaldıklarında onu çok popüler iki şarkı arasına sandviç yapmaya özen gösterdiler. ''Artık kitaplara geçmiş bir şarkı-listesi teorisidir bu'' dedi bir radyo danışmanı olan Tom Webster. ''Yeni bir şarkıyı, geniş çapta popülarite kazanmış iki hit parça arasında çalarsın.''
Ama DJ'ler ''Hey Ya!''yı gelişigüzel bir hit'in yanında yayınlamıyorlardı: Bu Cantrell, 3 Doors Down, Maroon 5, Christina Aguilera gibi sanatçılara ait, Rich Meyer'in diğerlerininkine benzemeyen bir yapışkanlığa sahip olduğunu keşfettiği türden şarkılar arasına sandviç yapıyorlardı. (Hatta bazı istasyonlar aynı şarkıyı iki defa kullanmaya çok hevesliydi.)
''Bir şarkı-listesini yönetmenin püf noktası, riski azaltmaktır' dedi Webster. ''İstasyonlar yeni şarkılar çalma riskini göze almak zorundadır, aksi taktirde insanlar dinlemeyi bırakır. Ama dinleyicinin asıl istediği, zaten sevdiği şarkılardır. Demek ki yeni şarkıları mümkün olduğunca hızlı bir şekilde tanıdıklaştırmamız gerekir.''
WIOQ ''Hey Ya!''yı Eylül başında (sandviç yapmadan) çalmaya başladığında, şarkı her çalındığında dinleyicilerin yüzde 26.6'sı istasyon değiştiriyordu. Ekim'e kadar şarkı yapışkan hitler arasında çalındıktan sonra bu ''istasyon değiştirme faktörü'' yüzde 13.7'ye düştü. Aralık ayına gelindiğinde yüzde 5.7 oldu. Ülkenin dört bir yanındaki diğer büyük radyo istasyonları da aynı sandviç tekniğini uyguladılar ve istasyon-değiştirme oranı onlarda da aynı paterni izledi.
Dinleyiciler ''Hey Ya!''yı tekrar tekrar dinledikçe şarkı tanıdıklaştı. İyice poüler olduğu zaman, WIOQ günde on beş defa ''Hey Ya!'' çalmaya başladı. Dinleme alışkanlıklarındaki değişim insanları ''Hey Ya!''yı beklemeye(hatta onu arzulamaya) sevk etti. Bir ''Hey Ya!'' alışkanlığı doğdu. Şarkı yoluna devam ederk bir Grammy kazandı, 5.5 milyondan fazla albüm sattırdı ve radyo istasyonlarına milyonlarca dolar kazandırdı. ''Bu albüm OutKast'in adını süperstarların arasına kazıdı'' dedi promosyon yöneticisi Bartles bana. ''Hip-hop'cu olmayan dinleyiciler de bu albüm sayesinde grupla tanıştılar. Şimdilerde yeni bir sanatçının bana single'ını dinlettikten sonra Bu şarkı yeni 'Hey Ya!' olacak dediğini duymak öyle hoşuma gidiyor ki.''




 
KİTAP: Alışkanlıkların Gücü
YAZAR: CHARLES DUHİGG





SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone          

16 Ağustos 2016 Salı

Aynadaki Yüz





Bir gün kendinizle karşılaşsanız, kendinizle ilgili ne düşünürdünüz, hiç düşündünüz mü? Kendinizle karşılaşmayı hayal edebilir misiniz? Karşıdan biri geliyor ve o gelen kişi sizsiniz. Sizde uyanan ilk izlenim ne olurdu? Kendinizle ilgili ne söylerdiniz? 
Mutlu, mutsuz... Sevimli, sevimsiz... Heyecanlı, heyecansız... Sevgisiz, sevgi dolu vs. 
Ne hissettiniz? İnsanların sizinle ilgili ne hissettiğini anlayabildiniz mi? Böyle bir hissi yaşamak kolay olmasa gerek. Bir başkasıymış gibi kendinizle karşılaşmak! Ütopik!  Ancak filmlerde görebileceğimiz bir sahne... 
Belki her sabah aynaya bakıyoruz ve kendimizle karşılaşıyoruz. Yalnızca görmek için baktığımız şeyleri görüyor, bir çok şeyi gözden kaçırıyoruz. İnsanlardan bir şeyler bekliyoruz. Peki biz insanlara ne veriyoruz? Aynada ki yüzümüzle, insanlarda görmek istediğimiz yüz örtüşüyor mu? Bir çok konuda insanları eleştiriyoruz. Şu kişi çok mızmız, bu kişi kendini beğenmiş, şu da amma suratsız. Bu böylece uzayıp gidiyor. Olumlu yönlerini gördüğümüz insanlarda yok değil. Bazen huzurlarına bazen her gördüğümüzde ne kadar güler yüzlü diye aklımızdan geçirdiğimiz hatta gıpta ile baktığımız insanlar var.
Biz insanlara ne verdiysek onu mu alıyoruz? Yoksa insanlar bize ne verdiyse onu mu alıyor? Bilmiyorum. O kısmı muamma... Ama şuna inanıyorum ki; evrenin işleyen bir yasası var ve sen ne verirsen onu alırsın hayattan ve insanlardan... Er ya da geç.


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

14 Ağustos 2016 Pazar

Meteor Yağmuru

Şöyle gece yarısı uzanmak istiyorum kumsala. Bu gece de meteor yağmuru varmış, izlesem çıplak gözle diyorum. Çıplak gözle bile göreceksiniz diyor ya uzmanlar. Bakıyorum odamın penceresinden, geçemiyorum hayallerin ötesine. Hani nerede meteor yağmuru? Yok işte. İlla karanlık köşede, açık alanda mı olmak gerek. İlla da kumsala mı uzanmam gerek! Kandırıyorlar mı insanları yoksa; eğer ortalık karanlıksa evinizin balkonundan bile izleyebilirsiniz diye. Bakıyorum etrafa şehir karanlık, derin uykuda. Ne bir meteor var ortada ne yağmur ne de bir yıldız... Pıfff yine mi ıskaladı bizi bu şans. Haydi dedim kalsın yarına, belki yarın şans güler bana da... Hava kızıl mı kızıl... Yağmur ha yağdı ha yağacak. Hay ben bu şansa... Yok işte meteor yağmuru. Yine kaçırdım bu muhteşem doğa olayını. Arkası yarın başka yağmurlara...

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

13 Ağustos 2016 Cumartesi

İncecik Bir Gerçeklik Diliminde Mahsur Kalmak



Rengin, çevremizdeki dünyanın temel bir özelliği olduğunu düşünürüz; ama dış dünyada renk diye bir şey yoktur aslında.
Elektromanyetik ışınım bir nesneye çarptığında, bir kısmı nesneden seker ve gözlerimiz tarafından yakalanır. Dalgaboyu kombinasyonlarından milyonlarcasını ayırt edebiliriz; ama bunların renge dönüştüğü tek yer, kafamızın içidir. Renk dediğimiz şey, çeşitli dalgaboyları için yaptığımız ve yalnızca içsel dünyamızda varlık bulan bir yorumdan başka bir şey değildir.
İşin daha da tuhafı şu ki, sözünü ettiğimiz dalgaboyları yalnızca ''görünür ışığı'', yani kırmızıdan mora kadar olan dalgaboyu tayfını kapsar. Ama görünür ışık elektromanyetik tayfın on trilyonda birinden azını, yani yalnızca küçücük bir bölümünü oluşturur. Tayfın geri kalanı; radyo dalgaları, mikrodalgalar, X-ışınları, gama ışınları, cep telefonu konuşmaları,  kablosuz bağlantıları vb.ni içerir. İşte bütün bu bileşenler, şu anda bile içimizden akıp geçmekteyken, bizler hiçbir şeyin farkında değilizdir. Bunun nedeni ise, tayfın geri kalanından gelen sinyalleri alacak özelleşmiş reseptörlerimizin bulunmayışıdır. Gerçekliğin görebildiğimiz incecik dilimi, biyolojimizle sınırlandırılmıştır.
Her canlı, yalnızca kendi gerçeklik dilimini algılayabilir. Bir kenenin, ışık ve sese kapalı dünyasında çevresinden algılayabildiği sinyaller sıcaklık ve vücut kokusuyla sınırlıdır. Bir yarasanın dünya algısı, konum belirlemede kullandığı hava basınç dalgası yankılarıyla(ekolokasyon), bir siyah hayalet bıçak balığının ki ise elektrik alanlarındaki sapmalarda tanımlıdır. Bunlar, bu canlıların ekosistemleri içinde algılayabildikleri ince dilimlerdir. Hiçbir canlı, nesnel gerçekliğin kendisini deneyimlemez; deneyimleyebildiği tek şey, geçirdiği evrim sürecinin izin verdikleriyle sınırlıdır. Buna rağmen, büyük olasılıkla kendi gerçeklik diliminin nesnel dünyanın tümünü kapsadığı varsayımıyla yaşamaktadır. Öyle ya, algıladıklarımızın dışında da bir şeylerin var olduğunu kurgulamanın ne anlamı olabilir ki?
Öyleyse kafanızın dışındaki dünya gerçekte nasıl bir yerdir? Burada renk olmadığı gibi, ses de yoktur: Havanın sıkışması ve genleşmesi, kulaklar tarafından algılanıp elektrik sinyallerine dönüştürülür. Beyin, daha sonra bu sinyalleri bize tatlı sesler, hışırtılar, gümbürtüler, tıkırtılar, şıngırtılar vb. halinde sunar. Gerçeklik, kokusuzdur da aynı zamanda: Beyinlerimizin ötesinde koku diye bir şey yoktur bile. Havada süzülen moleküller burunlarımızdaki reseptörlere bağlanır ve beyin tarafından farklı kokular olarak yorumlanır. Gerçek dünya duyusal zenginliklerle dolu bir yer değildir; her şey, beynimizin kendi duyarlılığıyla dünyayı bizim için aydınlatmasından ibarettir.


Sizin Gerçekliğiniz, Benim Gerçekliğim

Kendi gerçekliğimin sizinkiyle aynı olduğunu nereden bileceğim? Bu sorunun yanıtını vermek, çoğumuz için olanaksızdır. Ama gerçeklik algısı bizimkinden ölçülebilir bir derecede farklı olan küçük bir grup da vardır.
Hannah Bosley'i ele alalım. Hannah alfabedeki harflere baktığında, renklerin de devreye girdiği içsel bir deneyim yaşıyor. 'J' harfi ona göre bariz biçimde morken 'T' de kırmızı. Harfler Hannah'da otomatik ve istemsiz biçimde renk deneyimlerine yol açıyor; kurduğu bağlantılar ise her zaman aynı. 'Hannah' ismi onun için sarıyla başlayan, sonra kırmızıya, sonra bulut rengine dönüşen bir günbatımını çağrıştırıyor. 'Iain' isminin çağrıştırdığı şeyse kusmuk (gerçi o ismi taşıyanlara karşı herhangi bir olumsuz yaklaşımı yok).
Hannah'ın bu özelliğinin ne şiirsellikle ne de mecaz eğilimiyle ilgisi var. Yaşadığı bu algısal deneyimler 'sinestezi' olarak bilinir. Sinestezi, duyuların(bazen de kavramların) birbiriyle harmanlaşmış olduğu bir durumdur ve bir çok farklı çeşidi vardır. Kimileri sözcüklerin tadını alırken kimileri sesleri renk olarak görür, kimileri de görsel hareketi işitir. Nüfusun yaklaşık %3 kadarında sinestezinin bir türü vardır.
Hannah, laboratuvarımda incelediğim 6.000'in üzerindeki sinestezik kişiden yalnızca biri; hatta kendisi laboratuvarımda iki yıl süreyle çalıştı da. Sinestezi üzerinde çalışmamın nedeni, bir başkasının gerçeklik deneyiminin benimkiyle ölçülebilir düzeyde farklı olduğunu açık biçimde gösteren az sayıdaki durumdan biri olmasıdır. Sinestezi bunun ötesinde, dünyayı algılayış biçimimizin standart olmadığını da gösterir.
Tıpkı komşu mahallelerde olduğu gibi, sinestezi de beynin duyu bölgeleri arasındaki karşılıklı konuşmaların bir sonucudur ve beyin devrelerinde ortaya çıkan mikroskobik değişimlerin bile farklı gerçekliklerle sonuçlanabileceğini gösterir.
Bu tür deneyimler yaşayan insanlarla ne zaman karşılaşsam, gerçekliğe ilişkin deneyimlerin kişiden kişiye -beyinden beyine- farklı olabileceğini bir kez daha hatırlarım. 
   

Kitap: Beyin Senin Hikayen
Yazar: David Eagleman

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

3 Ağustos 2016 Çarşamba

İç Çekiş

Ah bu gidişler,
Bir de dönüşleri olmasa
Gidip gidip geri dönmeler
Geçmişle edilen mücadeleler
Sonu gelmez hüzünler
Derin iç çekişler...
Yarınlarda olamayışlar
Hayaller ve gerçekler arasındaki bocalamalar...
Güzelliklerin arasında,
Umutların eşliğinde
Yapılan doyumsuz yolculuklar...
Tadına doyulmayan rakı, beyaz peynir, kavun...
Bir de yanında musiki,
Arka fonda Zeki Müren...
Bir de eşsiz dost muhabbetleri...
Günbatımına yüz vuran kuşlar...
Maviliğin serinliğinde iç huzur...
Adalar kadar yalnız, açan begonviller kadar şen...



SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone


1 Ağustos 2016 Pazartesi

Sevgilim, Bir Günün

Sevgilim, bir günün ortası şimdi
Taşıtlar hızla gelip geçiyor, her yer kalabalık,
Ben seni düşünüyorum bir bodrum kahvesinde
Uzat bana uzat ellerini
İzinli askerler görüyorum, kırıtarak yürüyen işçi kızlar
İstanbul her günkü yaşantısı içinde, uğultulu,
Güvercinler güneşten bir sessizliği biriktiriyor
Ben seni düşünüyorum seni
Hani tıpkı o ilk günlerdeki gibi
Kalbim diyorum kalbim
Daha dün tezgâhtan çıkmış bir su sayacı gibi
Aşkı anılar besliyor düşler kadar
Bu yüzden diyorum ki aşk eskidikçe aşktır
Sevgi eskidikçe sevgi.
Günümüz ekmeğimiz, türkümüz
Çoluğumuz çocuğumuz
Binalar yan yana yükselip gidiyor
Vapurların ağzı köpük içinde
Uzaklarda ne kapılar açılıyor
Tirenin biri bir istasyona varıyor
Ordan çıkıyor biri.
Her şey biliyor her şey
Sen biliyor musun bakalım
Seni nice sevdiğimi?
Üstüne titrrediğimi?
Geldiğimi?
Gittiğimi
Hadi!
Cemal Süreya

Sevdiklerinize sımsıkı sarılın...
SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone