31 Aralık 2016 Cumartesi

Kitap Yorumu: Frambuazlı Hayat

Deep Tone
Fotoğraf: Persephone

2016 yılına ait son postum sevgili blogger arkadaşımız Deep Tone'un kitabı ''Frambuazlı Hayat''.
Frambuazlı Hayat'ı idefixten sipariş ettim. Kitap dün bana ulaştı ve bugün kitabı bitirdim. Sade dili ve akıcılığı ile çok rahat okuduğum bir kitap oldu. Blog'da aşina olduğumuz Deep Tone yazılarını Frambuazlı Hayat'ta da görüyoruz. Kitapta yazılarını kategorilere ayırmış, bu okumayı kolaylaştırmış. Bir kategoriye girdiğinizde konuyu tamamlayıp çıkıyorsunuz ve başka bir konuya geçiş yapıyorsunuz. Kategoriler: Sanat, kültür, insan, yaşam, gelişim, mevsimler: yaz, müzik, yansımalar, düşünceler, denemeler. Özellikle sanat ve müzik kategorilerinde bir çok bilgi ediniyorsunuz. Bir çok film önerisi, bir çok müzik grubu ve solist önerilerini detaylı bir şekilde anlatıyor. Özellikle Fransız sineması hakkında epey bilgiye sahip oldum.
Bugün yeni yıla giriyoruz, evde olup film izlemek isteyenler için yeni yıl konulu yılbaşı gecesi film önerilerini Deep Tone'un  ''Frambuazlı Hayat'' kitabından sizlere ulaştırıyorum. İyi seyirler... İyi seneler...

1. Miracle on 34. Street (1947 Edmund Gwen / Maureen O,Hara)
2. A Christmas Story  (1983 - Melinda Dillon)
3. Christmas Vacation (1989- Chevy Chase)
4. Jingle all the Way (1996- Arnold Schwarzenegger)
5, Sliding Doors (1998- Gwyneth Paltrow)
6. The Wedding Date (2005 - Debra Messing / Dermot Mulroney)
7. Leap Year (2010- Amy Adams / Matthew Goode)
8. 27 Dresses (2008 - Katherine Heigl / James Marsden)
9, Elf (2003- Will Ferrell)
10. Along Came Polly (2004- Ben Stiller/ Jenifer Aniston)
11. Baby Mama (2008 - Tina Fey / Amy Poehler)
12. Bowfinger (1999 - S. Martin / E. Murphy)
13. Love Actually (2003 - Hugh Grant)

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone


27 Aralık 2016 Salı

Bu Yıl Hedeflerinizi Tam 12'den Vurun




Yeni yıl yeni başlangıçlar için çoğu zaman fırsat olarak görülür. Bir çok kararları yeni yılda hayata geçirmek üzerine kendimize hedefler koyarız. Hedeflerimize ulaşmak mutluluk kaynaklarından biridir, ancak ulaşamdığımız durumlarda motivasyonumuz düşer, ciddi hayal kırıklıkları yaşarız.
Büyük bir heyecanla planladığımız hedeflerimize neden ulaşamayız? Öncelikle yapılan planın hayal mi hedef mi olduğunu belirlemek gerekir. Çoğu zaman kendimize hedef olarak koyduğumuz şeyin bir hayal olduğunun ayırımına varamıyoruz. Hayal soyut, hedef ise somut bir kavramdır.
Yıllardır satış - pazarlama sektöründe çalışıyorum. Ve bu işi ciddiyetle ve etik olarak yapan bir firmada çalışıyorsanız onlarca eğitim almak bir zorunluluktur. Ben de bu eğitimlerin onlarcasından aldım; hedef nasıl belirlenir, kişilik analizleri, satış- pazarlama teknikleri, innovasyon, nöro marketing  vs. Eğer kendinize doğru hedef koymazsanız, puf her şey balon gibi söner. Aldığınız eğitimler bir sis bulutu gibi gökyüzünde dolaşır.
Doğru hedefi nasıl koyacağız, hayalimizi hedefe nasıl dönüştüreceğiz? Ve sonucunda bu hedeflerimize ulaşabilecek miyiz?
Bunun için S.M.A.R.T analiz, hedef belirlemede en sık kullanılan yöntem. S.M.A.R.T hedef kavramı ilk kez Kurumsal Planlama Uzmanı Dr.George Doran'ın, kasım 1981'de yayınladığı bir makalesinde yer aldı. Ve dünya böylece S.M.A.R.T kavramıyla tanışmış oldu. Belki duymuşsunuzdur, belki duymamışsınızdır, belki de hefefinizi belirlerken bu analizi kullanıyorsunuzdur. İlk kez duyanlar ve ben bu yıl hedeflerime ulaşmak istiyorum diyenler için işte S.M.A.R.T analizi...

Spesific (Belirli)
Measurable (Ölçülebilir)    
Achievable (Ulaşılabilir)
Relevant (Gerçekçi)
Timely (Zamana Bağlı)
   
Spesifik (Belirli): Hedefiniz kesin, net ve anlaşılabilir olmalıdır. Hedefinizin belirli olup olmadığını 5N 1K soruları ile anlayabilirsiniz. (Ne? Neden? Nasıl? Nerede? Ne zaman? Kiminle)
Measurable (Ölçülebilir): Verilen hedef ölçülebilir olmalıdır.
Achievable (Ulaşılabilir): Hedef ne kadar zorlayıcı da olsa mutlaka ulaşılabilir olmalıdır. Ulaşılablirliği olmayan hedef yalnızca hayal olarak kalır.
Relevant( Gerçekçi): Hedefleriniz gerçekçi olmalıdır. Gerçekçi hedefler motivasyonunuzu arttırır, hedefe varmanıza yardımcı olur.
Timely (Zamana Bağlı): Hedefinizin bir başlangıç ve bitiş tarihi olmalıdır. Bir zaman çerçevesi ile sınırlandırılmadır. Ucu açık zaman hedefinize ulaşmanızı zorlaştıracaktır.

Bu yıl kitap yazacağım demek; hedef değil, hayal ya da istektir. Bunu bir hedefe dönüştürmek için belirli, ölçülebilir, ulaşılabilir, gerçekçi ve belli bir zaman aralığına oturtmak gerekir. Ancak o zaman hedefe dönüşür. Tabii hedefe dönüştürdükten sonra eyleme geçmek gerekir.


 
Herkesin hayallerinin gerçekleştiği, hedeflerine ulaşabildiği güzel bir yıl olması dileğiyle...

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

26 Aralık 2016 Pazartesi

Yıllar, Yollar

Ne güzeldi o çocukluktan genç kızlığa geçiş yılları. Heyecan, enerji ve hayaller. Bugün daha bir eksildiğini hissediyorum çocukluğumun, gençliğimin. Her şey öylesine güzeldi ki. Şu an baktığımda rüya gibi. Hatırladıkça elimde geriye kalan yaşanmış güzel günler ve yüzümdeki minik tebessüm.
Ne kadar basitti yaşamak, kuşlar gibi özgür. Köşede bekleyen sevgiline kavuşmak için pır pır atan yüreğin. Sevinçli kavuşmalar. İlk el tutuşlar. Öylesine masum, öylesine içten o çocuksu aşklar. En büyük derdin sınavdan aldığın düşük notlar.
Mutlu olmak sıradandı, formüller gerektirmiyordu. Hayat; arkadaş, dersler ve platonik aşklardan ibaretti. Şu an bakıyorum geçmişe iyi ki dediğim o kadar çok şey var ki... Belki bir çok insan için sıradan, benim için öylesine kıymetli ki... Hey gidi yıllar... Güzel yıllardı benim için kim ne derse desin... O yıllara ait tek bir kötü şey kalmamış hatırımda...
George Micheal'ın acı kaybı, beni bugün yıllar yıllar öncesine götürdü... İlk aşklarımdandı o benim, Wham grubundayken daha... O kadar çok şey anımsattı ki, arada dönüp bakmalı hatıralara, yaşanmışlıklara. Ne çok şeyin üstü tozla örtülü, arada tozunu almalı bizi biz yapan şeylerin. Teşekkür etmeli geçtiğimiz yollara...

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

25 Aralık 2016 Pazar

Kitap Yorumu: Metropol Dervişi

Cem Özüak
Fotoğraf: Persephone
Metropol Dervişi yazarı Cem Özüak aslında bir eğitmen. Kendisini keşfetmem de bir eğitim seminerinde oldu. Eğitim 'İkna ve Algı Yönetimi', eğitmen de Cem Özüak'tı. Ve soluksuz dinlediğim, inanılmaz keyif aldığım, kafamda ışıklar yakan bir eğitim oldu. Uzun süredir blogumu takip edenler bilirler bu konulara olan merakımı. Merakımın sebebi ise düşünce şeklimden kaynaklanıyor: ''İnsanlar sosyal varlıklardır, bu nedenle insanı anlamak önemlidir ve insanı anlamakta insan psikolojisini bilmekten geçer.''
Yazılarımın çoğunda farkındalığın önemini vurgularım. Metropol Dervişi de bir farkındalık kitabı. Bu kitapla buluşma hikayem de ilginç oldu. Sevgili Cem Özüak, kitap henüz matbaa aşamasındayken facebook takipçilerine bir sürpriz yaptı; henüz basım aşamasında olan kitap tasarımını, en yakın, ilk tahmini yapan kişiye hediye ediyordu. Sanırım o gün önsezilerim güçlüydü ya da bu kitabı bir şekilde okumam gerekiyordu. Evrende tesadüf diye bir şey yoktur. Tahminim doğru olmasa da kitabı satın alıp mutlaka okuyacaktım ama belki daha sonraki bir zamana erteleyecektim. Olması gereken, olması gereken zamanda olur.    
Metropol dervişi, eğitim kitabı tadında yazılmış, hayatımızla ilgili bir çok noktada yol gösterici nitelikte. Kişisel gelişim kitaplarının aksine bir çok söylem yer alıyor. Bu kitabı bir kişisel gelişim kitabı olarak değerlendirmek yanlış olur daha çok eğitim kitabı. Bir çok başlık altında, çeşitli konulara değinilmiş hayatımızın içinden çıkan bir kitap. Okuyan herkesin mutlaka kendine fayda sağlayacağı değerli bilgiler içeriyor. Okurken şunu hissediyorsunuz; sanki bu kitap benim için yazılmış. O kadar çok tanıdık durum var ki kitapta insanda bu duyguyu uyandırıyor. Bu konulara merakınız varsa mutlaka okuyun, merakınız yoksa da okuyun. Mutlaka kendinize sağlayacak bir fayda bulacaksınız...

Metropol Dervişi

Altı Çizilenler

  • Dertler derya olacak ki bizde bir sandal olalım farkındalık okyanunda.
  • Gerçek koşulsuz sevgi var olan koşulları görmeden sevebilmektir. 
  • Önce yaşa sonra fark edersin.
  • Aşkın doğurabileceği yegane tehlike, o ateşle yanıp kül olduktan sonra divane gibi dolaşıp bu dünya hayatına hiç değer vermeme durumudur.
  • Bilmek mi? Fak etmek mi? Bilmek sadece bilmektir. Farketmek ise anlamak, bildiklerini anlamlandırmaktır.
  • Çin'de kriz iki anlama gelmektedir. Birinci anlamı bildiğimiz kriz. İkinci anlamı ''fırsat''tır. Çünkü Çinliler bilir ki kriz zamanlarında birileri para kaybederken birileri mutlaka kazanacaktır.
  • Önemli olan, olanın kendisi değil, olana yüklediğimiz anlamdır. Tüm bu anlamlar ise toplamda hayatın anlamını oluşturur. Bir çok insan hayatın anlamının mutlu olmak olduğunu zannediyor. Mutluluk bir anlam değil sadece andır.
  • Eski çağlardan beri insanlar gerçeği arıyor, herkes gerçek bilginin peşinde. Ama bilim son birkaç yıldır gerçeğin sabit ve tek olmadığını, gerçeğin zamana, mekana ve gözlemcinin statüsüne bağlı olarak değişiklik gösterebileceğini söylüyor.
  • Herkes kendi zihninde yarattığı ya da toplumun kendisine aşıladığı gerçekliği yaşıyor.
  • Eskiden büyük balık küçük balığı yerdi. Şimdi ise hızlı olan balığın hayatta kaldığı bir dünyada yaşıyoruz.
  • Hayatta kalmak istiyorsak sürekli öğrenmeliyiz.
  • Amacı olmayan insan gideceği limanı belli olmayan bir gemiye benzer. Gemi ne kadar güçlü olursa olsun, yelkenleri ne kadar büyük olursa olsun gideceği limanı bilmiyorsa açık denizlerde oradan oraya sürüklenecektir.
  • Probleme odaklandığınız müddetçe çözüme ulaşamazsınız. Çünkü çözüm hiçbir zaman problem çemberinin içinde değildir.
  • Ne yazık ki günümüzde toplum değerli olana değil değerli görünene itibar ediyor. Bu da gerçekten değerli olanın değerinin bilinmemesine, değersiz olanınsa çok değerliymiş gibi algılanmasına yol açıyor.
  • Öz'ü bulmak istiyorsak öncelikle kendimizi bulmak, anlamak zorundayız.Kendimizi anladıkça Öz'ü örten perdenin mahiyetini de anlarız. Böylece o perdeyi aralayabiliriz ve Öz ancak o zaman açığa çıkar.     

Arka Kapak

VAZGEÇMENİN GÜCÜ: İSTEYİP SERBEST BIRAKMAKTA GİZLİDİR!
Doktor iğne yaparken bile fazla kasmayın kendinizi diyor. Neden? Çünkü kendini kasarsan iğne vücutta rahatça kılcal damarlara ulaşamaz. Kendini serbest bırakmadığın zaman akamazsın. Akış ancak rahat ortamda gerçekleşir.
Metropol Dervişi yeni bir bilinç için yazıldı çünkü bugünün farkındalıkları yarınlara ışık olacaktır. Bu kitapta, içinde bulunduğumuz aptallık çağında nasıl daha akıllıca yaşayabileceğimizin tarifini bulacaksınız ve değişime bu sefer gerçekten çok daha fazla yaklaşacaksınız.

Kitap: Metropol Dervişi
Yazar: Cem Özüak
Sayfa: 223
Destek Yayınları
Cem Özüak Blog Sayfası: http://cemozuak.blogspot.com.tr

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

23 Aralık 2016 Cuma

Kim?

Gökyüzü gri, yağmur dur durak bilmiyor. Temizler mi içimizdeki acıyı, dökülen kanları? Anaların, babaların yüreklerindeki yangını söndürmeye yeter mi? Gözyaşları sel, yağmura eşlik edercesine. Karanlık bitmiyor, güneş doğmuyor bir türlü. Keyifsiz kelimeler dökülsün istemiyorum kalemime. Ancak elimde değil... Yüreğim acıyla dolu... Günlerdir hiçbir şey yazmak gelmiyor içimden. İçimdeki acıyı deşmek, karanlığı gün yüzüne çıkartmak istemiyorum... Yazdıklarım ne yazık ki yüreğimin yansıması oluyor...
Güne korkarak uyanır oldum. Artık her yeni doğan gün, yeni başlangıçların habercisi değil; acının, gözyaşının habercisi oldu. Ne zaman son bulacak bu acılar? İnsanlardaki mutsuzluk, umutsuzluk nereye kadar gidecek. Gülen yüzler yok sokaklarda. Herkesin endişesi yüzünden okunuyor. Konuşmaya bile gerek kalmıyor, bakışlar her şeyi anlatmaya, anlamaya yetiyor...
Sıra  bize ne zaman gelecek?
Ne oldu bana, sana, ona? İnsanlık derin uykuda mı? Neden herkes susuyor? Neden herkes seyirci? Para, güç hırsı dünyayı, insanları yok ediyor. Bir hiç uğruna yok oluyoruz... Kim dur diyecek bu gidişe... Sen değilsen, ben değilsem, o değilse peki kim?


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...

Persephone

Kız Kulesi'nin Gizi





Hem evvel zaman içinde varolmuş, hem şimdiki zaman içinde varolan, hem de gelecekte varolacak efsaneler sultanı İstanbul'un bağrındaki bir kulenin öyküsüdür bu.
İstanbul'un her köşesi güzelliklerle, her köşesi gizlerle doludur. İşte bu güzelliklerden biri de önünden her gün onlarca geminin geçtiği Kız Kulesi'dir.
Kız Kulesi, İstanbul'un eski semtlerinden Üsküdar'ın sahilinde, kıyıya çok yakın mini mini bir adanın üzerinde beyaz bir kuğu gibi süzülüp durur.
Üsküdar kıyılarından İstanbul'u seyredenler, kentin Kız Kulesi'yle nasıl bir renk ve canlılık kazandığını görürler. Görürler de, bu mini mini adanın onlarca efsanede söz konusu edilen öyküsünü bilen pek azdır.
Efsaneye göre, Kız Kulesi'nin kayalıklarına vuran dalgalar, sabaha kadar, bir Yunan efsanesinde aşk tanrıçası olarak bilinen Afrodit'in rahibesi Hero'nun hüzünlü aşk öyküsünü anlatırlarmış. Aşık olması yasaklanmış Hero, Afrodit'in tapınağında yapılan bir törene katılmak için kuleden ayrılmış, tapınakta Leandros adlı bir gençle karşılaşmış,  birbirlerini sevmişler.
Geri döndükten sonra Hero, kulede her gece bir meşale yakıyormuş. Leandros da meşalenin ışığına doğru yüzüyor, iki sevgili kulede buluşuyorlarmış. Bir gece, fırtına Hero'nun yaktığı meşaleyi söndürmüş.
Karanlıkta yolunu kaybeden genç Leandros, Boğaz'ın sularına gömülmüş. Hero, fırtına dindikten sonra meşalesini yeniden yakmış, heyecanla sevdiği genci beklemiş. Gün ağarınca, Boğaz'ın soğuk sularında sevgilisinin cesedini görmüş, bu acıya dayanamamış, kendisini derin Boğaz sularına bırakmış. O günden sonra Kız Kulesi kavuşamayan aşıkların simgesi olmuş.
Daha nice efsaneler anlatılmıştır Kız Kule'sinde kavuşamayan aşıklar üstüne, bunlardan yalnızca biri var ki mutlu sonla biter. O da Üsküdar tekfurunun yani Bizans valisinin kuleye kapatılan kızıyla Battal Gazi'nin aşkını anlatan efsanedir.
Battal Gazi, Üsküdar tekfurunun kızına aşık olunca, tekfur da buluşmalarını önlemek için kızını burada yaptırdığı kuleye hapsetmiş.
Bunu öğrenen Battal Gazi, her şeyi göze alıp kuleye çıkmayı başarmış; sevgilisini ve valinin kulede saklı olan hazinesini de alarak Üsküdar'a geçmiş. Kimse onlara yetişememiş. O günden sonra bu kuleye Kız Kulesi denmiş.
Bir başka efsane de Bizans imparatoru Konstantin'in güzeller güzeli kızının önlenemeyen kaderini anlatır. Sarı saçlı, mavi gözlü, beyaz tenli bu kızın güzelliği herkesin dilindeymiş. Halkın arasına karıştığında, bütün gözler ona çevriliyormuş. 
Bizans imparatoru kızını çok seviyormuş, üzerine titriyor, bir kılına bile zarar gelmesin istiyormu. Ama ''sakınılan göze çöp batar'' derler ya, falcılar yememişler içmemişler, Konstantin'e bir kara haber vermişler.
''Bizi bağışla yüce imparatorumuz. Nasıl söylesek bilmiyoruz,'' demişler.
Konstantin kaşlarını çatmış ve bağırmış:
''Neden lafı ağzınızda geveleyip duruyorsunuz. Ne diyecekseniz deyin hemen!''
Falcılar cevap vermişler:
''Hoşunuza gitmeyecek, biliyoruz, ama önlem almanız için de söylemek zorundayız.''
Konstantin:
''Söyleyin ne söyleyecekseniz. Yoksa karışmam ha!'' diye daha da öfkelenince falcılar iki gözleri iki çeşme:
''Sevgili kızınız on sekiz yaşına gelince, bir yılan sokması sonucu ölecek...'' demişler.
Konstantin, beyninden vurulmuşa dönmüş; saçını başını yolmuş, hop oturup hop kalkmış, sarayın salonlarını fır dönmüş. Rahatı, huzuru, uykusu kaçmış.
Bu kötü kaderi değiştirmek için ülkenin dört bir yanına haberciler gönderip yüzlerce kahini ve büyücüyü İstanbul'a toplamış. Ama kahinler ve büyücüler söz birliği etmişçesine:
''Güzel prensesi bir yılan sokarak öldürecek. Bu alınyazısını değiştirmek olanaksız...'' diyorlarmış.
Bizans İmparatoru Konstantin, canından çok sevdiği kızını yılanlardan korumak için Boğaz'ın ortasındaki kayalıklar üzerindeki kuleyi onartmış, bir ev haline getirmiş ve prensesi oraya yerleştirmiş. Hiçbir yılanın, yüzerek kıyıdan bu kuleye gelemeyeceğini düşünüyormuş. Aldığı bu önlemi, en iyi askerlerini ve subaylarını adacığı korumakla görevlendirerek daha da pekiştirmiş.
O günden sonra, içindeki korku dağılmış. Aradan günler, haftalar, aylar geçmiş. Boğaz'ın ortasındaki bu kayalıklarda yaşayan prensesin saçları güneş gibiymiş. Yüzü aya benziyor, doğan aya ''Ya sen doğ ya ben!'' diyormuş.
Bir gün, adacığı korumkla görevli bir subay, prensesi görmüş ve aşık olmuş. Prenses de subaya tutulmuş. Bu subay, Üsküdar'a her geçişinde prensese çiçekler getirmeye başlamış.
Boğaz'ın iki yakasını erguvan ağacı çiçeklerinin süslediği, Üsküdar'ın kırlarını beyaz papatyaların, gelinciklerin doldurduğu tatlı bir bahar günü, prensese aşık olan subay yine kırlardan bir demet çiçek toplamış ve demeti bir erguvan ağacının altına bırakarak birkaç erguvan dalı kesmek istemiş; bunun prensesin hoşuna gideceğini düşünüyormuş. O bir dal erguvan keserken, çiçek demetinin arasına bir yılan gizlenmiş.
Yılan, çiçeklerle birlikte adacığa girmeyi başarmış. İlk fırsatta, zavallı prensesin ak tenine zehrini boşaltmış. Konstantin'le bütün ülke halkı prensesin ardından ağlamışlar. Yaslar tutmuşlar. İmparator, prensese demirden bir tabut yaptırmış. Tabutu Ayasofya'nın giriş kapısının üstüne yerleştirmişler. Zamanla tabutun üzerinde bir delik oluşmuş. Efsanelerde, yılanın prensesi ölümünden sonra da rahat bırakmadığı anlatılırmış.
O günden sonra bu adacığa Kız Kulesi adını vermişler.

Anadolu Efsaneleri        


Sevgi ve ışıkla kalın…
Persephone
    

20 Aralık 2016 Salı

Blog Yazarlığı



Blog, yazılarınızı yayınlayabileceğiniz yeni bir mecra.
Fikirlerinizi bu mecradan milyonlarca, hatta milyarlarca insana ulaştırmanız mümkün. Hükümetlerin, iş dünyasının ve ifade özgürlüğünün kendinden menkul diğer gardiyanlarının kontrolünden önemli ölçüde muaf, kamusal bir forum bloglar. Burada, son derece saygın bir yazarla eşit ölçüde itibar sahibi olabilirsiniz.
İzin almaya ya da aracıya gerek olmadan düşündüğünüzü söyleyebilirsiniz. Ne şeker torunlarınız olduğundan hükümetin dış politikasının ne kadar kötü olduğuna kadar-bazen ikisi aynı yazıda-her konuda yazabilirsiniz. Fotoğraf, müzik, film gönderebilirsiniz. Bu, matbaanın icadından hemen sonra Avrupa'yı saran heyecanı, pek çok yeni fikrin serpilip geliştiği dönemi çağrıştırıyor. Blog, sıradan insanlara geleneksel yazılı basının birbirini kollayan editörlerinin insafına kalmadan okura ulaşma ve kendini ifade etme fırsatı verdiği için son derece demokratik bir mecra. Aktivistler, fikirlerini insanlara doğrudan aktarabildiği için sivil örgütlenmede çok büyük bir güce sahip. Öte yandan, eline bilgisayar geçiren kaçıklara da türlü saçmalıklarla atmosferi kirletme imkanı sunuyor.
''Blog'' sözcüğü web-log (log:günlük) sözcüğünden türemiştir ve web günlüğü anlamına gelir. Sahibinin günlük yaşamını, duygu ve düşüncelerini yazıp gizli tuttuğu geleneksel günlüğün tersine, blog yazarı günlüğünü herkese açar.
Blog yazarı günlüğünü herkese açsa da kimliğini gizli tutabilir. Nitekim çoğu insan rumuz ya da takma isim kullanıyor. Bloglar iletişim alanında da pek çok şeyi değiştirdi. Artık herkes dünyada olup bitenlerle ilgili görüşünü anında aktarabiliyor, ki geçmişte bu, yalnızca az sayıda insanın sahip olduğu bir haktı.

KİMLERİN BLOGU VAR?    

Polislerin, hemşirelerin, öğretmenlerin, doktorların, milletvekillerinin, fahişelerin, savaş bölgelerinde kuşatma altında olanların ve kuşatmayı gerçekleştiren askerlerin. Blog siteleri sayesinde dünyadaki milyonlarca sıradan insanın düşüncelerini öğrenebilirsiniz. Bloglara girip dünyanın her yerinden, çok farklı koşullar altında yazılmış günlük hayat kayıtlarını okuyabilir ve okuduklarınıza karşılık verebilirsiniz. Bu blogların bazıları çok ünlendi. Belle de Jour (Joseph Kessel'in Türkçeye Gündüz Güzeliadıyla çevrilen romanı) rumuzuyla yazan üst sınıf bir telekızın blog'undan önce çok başarılı kitap yapıldı, ardından da Birleşik Krallık'ta, Billie Pier'in oynadığı bir televizyon filmi çekildi.
Gazeteler sıradan insanların bir haber hakkında ne düşündüğünü öğrenmek için blogları tarıyor ve haberlerini bu görüşlere uygun hale getiriyor. Bu arada, çok satacak bir kitaba dönüştürmeye uygun bir hikaye bulabilmek için yayıncılarda blogları düzenli izliyor.

NEDEN BLOG YAZARLIĞI?  

Bu sorunun cevabının bir kısmı yukarıda. Blog yazarlığı, gündemdeki haberlere-küçük ya da büyük-ilişkin ne düşündüğünüzü söyleyebilme fırsatı veriyor. Yazılarınızı dünyanın her yerinden insanların okuyabilmesini mümkün kılıyor. Gerçekten ilginç olan az sayıda bloga kitap olarak basılma şansı tanıyor. Bütün bunlar bir yana, hevesli bir yazarı her gün düzenli olarak yazma alışkanlığı edinmeye teşvik ediyor.
Yaratıcı yazarlık hocalarının çoğu, yazar adaylarını günlük tutmaya özendirir. Çünkü bu antrenman, kendi üslubunuzu bulmanıza çok büyük katkı sağlar. Fikirlerinizi belli bir düzen içinde anlatmayı öğrenirsiniz ve tabii daha sonra üzerinde çalışıp kullanabileceğiniz çok değerli bir kayda sahip olursunuz. Günlük, içi değerli parçalarla dolu bir mücevher sandığı gibidir. İstediğiniz zaman kilidini açıp tozunu alır, o değerli parçaları ışıl ışıl yapabilirsiniz.
Blog yazarlığı da aynı şey. Üstelik bir yararı daha var: İnsanlar yazdıklarınızla ilgili yorum yapabiliyor. Olumsuz yorumlarda yapılabilir tabii. Ama asıl olumsuzluk, başkalarının yazılarınızı alıp kendi yazısı gibi kullanabilmesi. Üzerinde çalıştıkları konuyla ilgili malzeme bulmak için blog tarayan profesyonel yazarlar tanıyorum.

Sürüden farklı olmayı nasıl başarabilirsiniz?
Fikirlerinizi web'de yayınlama zahmetine girmişseniz, üç beş kişi tarafından da olsa okunmak istiyorsunuz demektir. Fakat bu kadar çok sayıda kendini önemseyen ama çok azı gerçekten önemli olan blog arasından okur sizi neden ve nasıl keşfedecek?
Birincisi, gerçekten ilginç şeyler söylüyorsanız keşfedecek. O zaman hayatınızı masaya yatırıp, onu insanların ilgisini çekebilecek yönleriyle değerlendirmenin vakti geldi. Sık karşılaşmadığımız tezatlıklar her zaman ilgi uyandırır mesela. Orta sınıfa mensup kentli bir kadınsınız, ama küçük bir kasabanın yoksul gecekondu mahallesinde yaşıyorsunuz. Erkeksiniz, ama genellikle kadınlara yakıştırılan bir işte çalışıyorsunuz. Sizden çok küçük gençlerle bir üniversite yurdunun odasını paylaşan orta yaşlı birisiniz. 11 çocuğunuz var. 30'lu yaşlarınızda torun sahibi oldunuz. Herkesten farklı bir hayat tarzınız var: Bir komün ya da kibutzda yaşıyorsunuz mesela. Çok gözde bir mesleği bırakıp konuşma terapisti olarak çalışmaya başladınız.

Caroline Smailes'dan yazmaya dair püf noktaları

Bence blog yazarlığının kilit unsuru interaktif iletişim. Diğer blogları ziyaret etmeye, görüş yazmaya, size görüş yazanlara cevap vermeye hazır olmalısınız. İnternette büyümek, kabul görmek, tıpkı gerçek hayatta dostluk kurarken olduğu gibi çaba ve emek gerektiriyor. Bloglarda içerik ve biçim çeşitlilik gösteriyor. Bu tamamen zevkinize kalmış bir konu. Sosyal paylaşımları ve kendine özgü ilginç karakteri olan, güvenilir ve kullanımı pratik olan blogları beğeniyorum.

Caroline Smailes'in blogunu www,carolinesmailes.co.uk adresinden  ziyaret edebilirsiniz. In Search of Adam adlı romanı web'de yayınlandıktan sonra kitap olarak basıldı.


YAZAR: STEPHEN MAY  

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

18 Aralık 2016 Pazar

Yazı Yazmak, Fikrin Yakalanması




Evet, ilham perisi vardır. Ama o peri ancak siz çalışırken yanınıza gelir.
                                          Pablo Picasso


Defteriniz, zihninizde serbestçe dolaşan düşünceleri yakalamak için bir silahtır.
Fikirler küçük, oyuncu yaratıklardır. Etrafınızda her zaman milyonlarcası bulunur. Gelmiş geçmiş ve hatta gelecekteki tüm yazarlara yetip de artacak kadar çok. Bunların aklınıza hep olmadık zamanlarda üşüşen, serbest gezinen, organik bir türü vardır. Bu türe girenler çok hızlı hareket eder, çok kısa kalır ve hayaleti andıran bu yaratıkları yakalamak bir hayli zordur. Fakat defterinizi yanınızdan hiç eksik etmezseniz onları yakalama ve işleme şansınız çok yükselir. Böylece bu başıboş, vahşi mahluklara istediğiniz biçimi verip tamamen size ait olmasını sağlayabilirsiniz. Bazen bu fikirleri defterinizin sayfalarına iliştirir, ama geri döndüğünüzde yitip gittiklerini görürsünüz. Bazen o kadar biçimsiz ve cılız olurlar ki istediğiniz kadar besleyin ve sulayın, uygun bir forma sokamazsınız.
En doğrusu ele geçmesi zor, kaybetmesi kolay şeyler olarak düşünmektir. Gerçekten de öyledirler ve bu özellikleriyle düşüncelere değil fırsatlara benzerler. Gelişip büyük bir isim eser yaratmanızı sağlayabilirler. Sizi ünlü ve saygın bir isim bile yapabilirler. Ama yanınızdan geçerken yakalayamazsanız kaybolurlar. Nasıl olsa unutmam diyerek hafızanıza güvenmeyin. Çoğunlukla unutulurlar. Bir deftere yazmazsanız sırra kadem basarlar ve arkalarında yalnızca düş kırıklığının kükürtlü dumanı ile kaçırılmış fırsatlar kalır.
Daha kötüsü ise aynı fikri bir başkasının bulmasıdır (tamamen aynı olmaz, sizinki kadar iyi de olmayabilir). O zaman, kaçırdığınız fırsattan başkasına saygınlık kazandıran bir esere dönüşmesiyle yüzleşmek zorunda kalırsınız.
Elinizin altında daima, mutlaka bir defter bulundurun. Yazar olarak kendinizi geliştirdikçe, kırtasiye kırtasiye dolaşıp en uygun defteri veya sizi yarı yolda bırakmayacak kalemi arayan bir kırtasiye bağımlısına dönüşmeniz de çok olası. Aslında, defter ve kalem takıntısı yerinde bir takıntıdır. Kağıdın kalınlığını ve defterin cilt kalitesini kafaya takıp mesele yapmak doğru bir tavırdır. Fikir avcısının silahları bunlardır çünkü.
Nasıl bir balıkçı emeğinin karşılığını alabilmek için oltasının, iğnesinin, yeminin yapacağı işe uygunluğunu kontrol ediyorsa, siz de hiçbir fikrin kaçıp gitmesine izin vermemek için kendi gereçlerinizi kontrol etmelisiniz.

 BUNLARI UNUTMAYIN  
  1. Yazdığınızı herkese söyleyin. Yazmayı sürdürmenize faydası olur.
  2. Sadece birkaç dakika ayırabilseniz bile, her gün yazın.
  3. Sevdiğiniz yazarlarla yeniden buluşmak için kütüphanelerden yararlanın.
  4. Yeni yazarlar keşfetmeyi deneyin.
  5. Kitap eleştirilerini okuyun ve kitap dünyasında neler olup bittiğini takip edin
  6. Geçip gitmiş zamana hayıflanmayın, önemli olan şimdi ve gelecekte yazacaklarınızdır.
  7. Sevdiğiniz bir eserden küçük bir bölümü kağıda yazın.
  8. Pahalı bir laptop ya da masaüstü bilgisayar alamadığınız için üzülmeyin. Bir kalem ve ucuz bir defter de işinizi görür.  
  9. Mümkünse bir yazı grubuna katılın.
  10. Para için yazmayın. Bu işte para yok.
YAZAR: Stephen May


SEVGİ ve IŞIK'la kalın..
Persephone

17 Aralık 2016 Cumartesi

YERYÜZÜ AŞKIN YÜZÜ OLUNCAYA DEK





Aşksız ve paramparçaydı yaşam
bir inancın yüceliğinde buldum seni 
bir kavganın güzelliğinde sevdim. 
bitmedi daha sürüyor o kavga 
ve sürecek 
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek! 
Aşk demişti yaşamın bütün ustaları 
aşk ile sevmek bir güzelliği 
ve dövüşebilmek o güzellik uğruna. 
işte yüzünde badem çiçekleri 
saçlarında gülen toprak ve ilkbahar. 
sen misin seni sevdiğim o kavga, 
sen o kavganın güzelliği misin yoksa... 
Bir inancın yüceliğinde buldum seni 
bir kavganın güzelliğinde sevdim. 
bin kez budadılar körpe dallarımızı 
bin kez kırdılar. 
yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz 
bin kez korkuya boğdular zamanı 
bin kez ölümlediler 
yine doğumdayız işte,  yine sevinçteyiz. 
bitmedi daha sürüyor o kavga 
ve sürecek 
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek! 
Geçtiğimiz o ilk nehirlerden beri 
suyun ayakları olmuştur ayaklarımız 
ellerimiz, taşın ve toprağın elleri. 
yağmura susamış sabahlarda çoğalırdık 
törenlerle dikilirdik burçlarınıza. 
türküler söylerdik hep aynı telden 
aynı sesten, aynı yürekten 
dağlara biz verirdik morluğunu, 
henüz böyle yağmalanmamıştı gençliğimiz... 
Ne gün batışı ölümlerin üzüncüne 
ne tan atışı doğumların sevincine 
ey bir elinde mezarcılar yaratan, 
bir elinde ebeler koşturan doğa 
bu seslenişimiz yalnızca sana 
yaşamasına yaşıyoruz ya güzelliğini 
bitmedi daha sürüyor o kavga 
ve sürecek 
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek! 
Saraylar saltanatlar çöker 
kan susar birgün 
zulüm biter. 
menekşelerde açılır üstümüzde 
leylaklarda güler. 
bugünlerden geriye, 
bir yarına gidenler kalır 
bir de yarınlar için direnenler... 
Şiirler doğacak kıvamda yine 
duygular yeniden yağacak kıvamda. 
ve yürek, 
imgelerin en ulaşılmaz doruğunda. 
ey herşey bitti diyenler 
korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler. 
ne kırlarda direnen çiçekler 
ne kentlerde devleşen öfkeler 
henüz elveda demediler. 
bitmedi daha sürüyor o kavga 
ve sürecek 
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!  
  
Adnan YÜCEL


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

16 Aralık 2016 Cuma

Yakamoz




Işığın altında güçlü hissedersin
Karanlıkla birlikte hüzün çöker,
En olmayacak şeyler belleğe düşer...
Geçmiş canlanır, gelecek heyecanlandırır...
Ağaçlar rüzgarla danseder, sen de onlara eşlik edersin...
Etrafında dönen kar taneleriyle neşelenirsin...
Düşler ülkesinin kraliçesisin...
İstanbul tenha, plaklar ağlıyor
Hey gidi geçen yıllar...
Yollar uzun, kıvrılıyor...
Sokaklar sensiz, sessiz...
Ay ışığı vurmuş deniz,
Yakamoz yakamoz gözlerinin içi,
Derin çok derin...
Gecenin kuytusu soğuk,
Gündüzün ateşi kavurucu
Bir sen, bir ben bir de şu akşamdan kalmış ayyaş çaresiz...


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

Var Olan Tek Şey Zihindir

İnsan dış dünya ile zihni arasındaki bağı doğru değerlendirmediği gibi zihin hallerinin denetiminin elinde olduğunu da bilmiyor. Dış dünya zihnin hallerini şekillendirirken zihnin de dış dünyayı şekillendirdiğinin farkında değil.
Dış dünya, üzerinde öz hakimiyet kazanılmamış bir zihni şekillendirirken, ona ne hissedeceğini emreder. Aslında zihne ne hissedeceğini söyleyen dış dünya yine kendi zihnimizin bir ürünüdür.
Zihnin öz denetim kazanmamış halinin bir ürünü olarak yaratılır. Bu yaratım geçmiş hayatlardan gelen etkilerin bu yaşamda ve bugünde sonuç vermesi şeklinde olduğu gibi aynı zamanda şimdiki zamanda zihnimizi nasıl kullandığımız tarafından da belirlenir. Kısacası hayatımız ve dünya olarak tanımladığımız deneyimlerimiz zihnimiz tarafından yaratılmaktadır.
İnsanın bilmediği şey ise aynı dış dünya deneyimine iki farklı şekilde tepki veren zihnin olaylar zincirini iki farklı yöne doğru hareket ettireceğidir. Zihin dış dünyadaki belli bir olaya + olarak tepki verdiğinde A sonucuna neden olurken, — olarak tepki verdiğinde B sonucuna neden olur. Dolayısıyla da zihnimiz olaylara verdiği tepkilerle ve yaşamı nasıl algılamaya karar verdiyse dış dünyaya ya da yaşama o yönde şekil verir.
Burada insanın yanılgısı zihnin de dış dünyanın da bizim denetimimizin ötesinde olduğunu sanmasıdır. Elbette burada dış dünyadan kastedilen şey tüm dünya değil bireysel olarak algılanan dünya ve bu dünyanın birey üzerindeki etkileridir. Bu anlamda anlaşılması gereken hayati konu zihnin, eğer farkındalık ile konsantrasyon kaybolursa ve doğru anlayış geliştirilemezse dış koşullar tarafından yönetileceği ama eğer farkındalık ile konsantrasyon geliştirilir ve doğru anlayış kazanılırsa o zaman zihnin denetiminin kişinin eline geçeceğidir.
Doğru anlayış, hissedilen ya da deneyimlenen her olgunun düşünceler tarafından tetiklenen ve beklentilerle desteklenen duygulardan meydana geldiğinin anlaşılmasıdır. Eğer belli bir beklenti varsa, bu beklenti çok doğal olarak belli bir düşünceyi ve bu düşünce de çok doğal olarak belli bir duyguyu yaratır. Örneğin eğer mutlu olma beklentimiz varsa ve eğer dış koşullar uygun olmadığı için mutlu olamıyorsak bu durum bizde mutsuzluk yaratıcı düşünceleri doğuracak ve bu düşünceler de mutsuzluk olarak deneyimlediğimiz bir duygu durumunun yaratılmasını sağlayacaktır. Bu duygu hali çok doğal olarak dış dünyaya verdiğimiz tepkileri değiştirecek ve bizi mutluluğa ulaşmak için stratejiler geliştirmeye zorlayacaktır. Bu stratejiler mutluluğa ulaşmak için rüşvet vermekten, olmadığımız bir insan gibi davranmaya, tehdide, akıl oyunlarına, çalmaya, yalan söylemeye, endişeye, kedere kadar bir sürü ehil olmayan yöntemi ve davranışı kullanmamıza sebep olacaktır. 
Ehil olmayan yani ustalıklı olmayan, doğru sonucu veremeyen bu yaklaşımlar sürekli stresle, beklentiyle ve tatmin olamama halinde yaşamamıza sebep olacaktır. İşte bu ıstıraptır. Dolayısıyla da ehil olmayan zihin halleri ve bu hallerden doğan ehil olmayan davranışlar bizi ıstıraba yönlendirecektir.
Oysa, tutunmamak, bırakmak, olgular arasındaki bağlantıları, neyin acı verici neyin haz verici olduğunu doğru anlamak ve zihnin kısa vadede değil, uzun vadede yavaş yavaş eğitilerek, kendiliğinden reflekslerle ehil tepkiler vermesini sağlamak bizi kendimizi tatmin hissettiğimiz, neşeli ve halinden memnun olduğumuz bir var oluş haline ulaştıracaktır. Tatmin ve neşeli bir zihin şüphesiz ki dış dünya ile iletişimimizde çok daha farklı, çok daha iyi sonuçlar verecek olaylar dizisi yaratarak yaşamımızı mutluluk yaratan bir şekilde düzenlememizi ve yaratmamızı sağlayacaktır.
Aslında anlaşılması gerekir ki, ne dış dünya vardır ne de iç dünya. Var olan tek şey zihindir.
Yazar: Cem Şen
SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

9 Aralık 2016 Cuma

Romantizmi Basitleştirin


Kısa bir zaman önce, romantik davranışların psikolojisini inceleyen geniş ölçekli, online bir anket gerçekleştirdim. Yazar Rachael Armstrong ile birlikte pek çok romantik davranışın tanımını içeren bir soru formu oluşturduk. Örneğin, ''Ofiste kötü bir günün ardından partneriniz için rahatlatıcı bir banyo hazırlamak'', ''Üşüdüğünde ona paltonuzu tutmak'' ve ''Hafta sonunda onu heyecan verici bir yerlere kaçırmak'' gibi... Anketi İngiltere ve Amerika'dan 1500'ün üzerinde insan doldurmuş ve sonuçlar romantizmin altında yatan gizli psikolojiyi ortaya çıkarmaya yardımcı olmuştur. Kadınlar sık sık erkeklerin pek de romantik yaratıklar olmadığından şikayet eder. Peki, ama anket bu endişeleri doğrulamış mıdır?
Kadınlardan romantik davranışlar listesine göz atmaları ve kendi partnerlerinin her bir davranışı ne kadar sıklıkta yaptığını belirtmeleri istenmiştir. Bulgular son derece iç karartıcıdır. Örneğin, kadınların yüzde 55'i zor bir günün ardından partnerlerinin kendileri için hiç banyo hazırlamadığını, yüzde 45'i üşüdüğünde kendisine palto tutmadığını ve yüzde 53'ü de hafta sonu için heyecan verici bir yere kaçırılmadığını ifade etmiştir. Bunlar, erkeklerin romantik olmadığıyla ilgili şikayetleri destekleyen tarafsız kanıtlardır. Öyleyse bu ilgisizliğin nedeni ne olabilir?
Anketin bir başka bölümünde, erkek katılımcılardan listeye bakmaları ve on puanlık bir ölçek kullanarak bir kadının her bir davranışı ne kadar romantik bulacağını tahmin etmeleri istenmiştir. Sonuçlar, erkeklerin en basit bir davranışın bile romantik değerini hafife aldığını ortaya koymuştur.
Mesela kadınların yüzde 25'ine kıyasla erkeklerin sadece yüzde 11'i, ''Ona bugüne dek tanıdığınız en güzel kadın olduğunu söyleyin'' maddesine en yüksek puanı vermiştir. Benzer şekilde, erkeklerin yüzde 8'i ama kadınların yüzde 22'si, ''Ofiste kötü bir günün ardından onun için rahatlatıcı bir banya hazırlayın'' maddesine 10 üzerinden 10 vermiştir. Aynı durum listenin neredeyse tamamı için geçerlidir. Sonuçlar, erkeklerin romantik davranışları ağırdan almalarının tembellik veya ilgisizlikten değil, romantik davranışın kadınlar tarafından algılanışını hafife almalarından kaynaklandığını göstermektedir.
Son olarak, anket bulguları kadınların en çok ve en az romantik bulduğu davranışları ortaya koyarak gönül meselelerinde desteğe ihtiyaç duyan erkeklere yardım eli uzatmaya da yaramıştır. On maddelik bu listeyi ve ''Ne kadar romantik'' ölçeğinde her davranışa en fazla puan veren kadınların yüzdelerini aşağıda bulabilirsiniz.


  1. Gözlerini kapayın ve onu hazırlamış olduğunuz harika bir sürprize doğru yürütün - yüzde 40
  2. Hafta sonu için heyecan verici bir yere kaçırın - yüzde 40
  3. Onun için bir şarkı ya da şiir yazın - yüzde 28
  4. Ona bugüne dek tanıdığınız en güzel kadın olduğunu söyleyin - yüzde 25
  5. Ofiste kötü bir günün ardından onun için rahatlatıcı bir banyo hazırlayın - yüzde 22
  6. Ona romantik bir mesaj veya e-posta gönderin ya da evin içinde bir yerde bir not bırakın - yüzde 22
  7. Ona yatakta kahvaltı hazırlayın - yüzde 22
  8. Üşüdüğünde ona paltonuzu tutun - yüzde 18
  9. İş yerine kocaman bir çiçek buketi veya bir kutu çikolata gönderin - yüzde 16
  10. Ona en sevdiği şarkılardan oluşan karışık bir albüm hazırlayın - yüzde 12
İlginç bir şekilde, bir tür kaçış ya da sürpriz içeren davranışlar listenin üst sıralarında yer almakta, bunları ince düşünceyi yansıtanlar izlemekte, maddi yönü bariz olanlar ise son sıralarda bulunmaktadır. Bilimsel kanıtlara göre, söz konusu romantizm olduğunda, önemli olan düşünmektir. 


Kitap: 59 Saniye
Yazar: Prof. Richard Wiseman

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone  

8 Aralık 2016 Perşembe

Issız

Fotoğraf: Persephone

Dilsizim bugün,
Yüreğim suskun...
Dinliyorum, ses yok...
Kulaklarım mı sağır,
Harfler tek başına anlamsız...
Harfler kelimelere, kelimeler cümlelere dönüşmüyor zihnimde...
Tüy gibi uçuşuyor her şey.
Bir yandan hafifim, diğer yandan ağır.
Renkler birbirine karışmış, dönüyor.
Ayrıştıramıyorum...
İşittiğim müzik, kıvrılan sokak misali,
Hissizim...
Ses yok,
Görüntü kayıp,
Duygu yok...
Olması gerektiği gibi;
Issızım bugün....

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone


3 Aralık 2016 Cumartesi

Çiçekli Şiirler Yazmak İstiyorum Bayım

Zenciler prensesi olacağım.
                                Hayat işte asıl o zaman başlayacak"
                                                              Pippi Uzunçorap


Çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz bayım
Bilmiyorsunuz. Darmadağın gövdemi
Çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum.
Karanlıkta oturuyorum. Işıkları yakmıyorum.
Çalar saat zembereği boşalana kadar çalıyor
Acı veren bir sevişmeyi hatırlıyorum.
Bir bıçağın gereksiz yere parlaması bu.
Yıllardır kendini bulutlarda saklayan illegal bir yağmurum.
Bir yağsam pahalıya malolacağım.
Ben bir bodrum kat kızıyım bayım
Yalnızlıktan başka imparator tanımaz bodrumum
Bir süredir plastik vazolar gibi hiç kırılmıyorum
Fakat korkuyorum. Birazdan da
Kırk üç numara ayakkabılarınızla
Bahçede oynayan çocukların üstüne basacaksınız
Bu iyi olmaz bayım!

"Gün akşam oldu" diyorum
Ekmek kırıntıları atıyorum kuşlara
Cam kırıkları yiyorlar
Rüyamda; bir kâse dolusu suyun içinde
Rengârenk yap-boz parçacıkları
Anlatmak istiyorum, dinlemiyorsunuz.
Hayır, sanırım sabahı bekleyemem
Bilmiyorum.
İnsanlar rüyalarını acilen anlatmalı.

On dört yaşındaydı ruhum bayım
Bir mermer masanın soğukluğunda yaşlandı.
Protez bacaklar taktılar ruhuma ince ve beyaz
Gıcırdaya gıcırdaya dolaştım şehri
Protez bacaklarıma bile ıslık çaldılar
O ara içimde çiçeklerden oluşmuş
bir silahsız kuvvet ablukaya alındı
Sinemalarda da "organzm gıcırtıları" oynuyordu.
Kaçmaya çalıştım. Olmadı.
Bu nedenle, çiçekli şiirler yazmayı
Ruhum açısından faydalı buluyorum bayım.
Neyse işte
Ben her filmi hatırlarım
Sinemaların hiç bitmeyen gecesine sığındığım çok oldu.
"Sofi'nin tercihini" seyrederken çok ağlamıştım.
Öpüşen Guramilerle ilgili bir film yapsalar
Onu da mutlaka hatırlardım.
İnsan içinde çevrilen bir çıkrığın sesini unutur mu?
Hem sonra ben hatırlamaya alışkınım
Bir "eşya toplayıcısıyım" bayım.

Büyük gemiler de yok artık bayım
Büyük yelkenler de
Büyük kâğıtlar yakmak istiyor şimdi canım.
İşte az önce bir karabatak daldı suya
Bir süredir kayıp
Dünyayı yutmuş olarak çıksa da ortaya
Ölüm çok iri bir sözcük değil bayım.
Kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum.
Ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen
Yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?
Bir gül, bir güle derdi ki görse
Yalan söylüyorum
Güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım

DİDEM MADAK



SEVGİ ve IŞIK'la kalın...


Persephone

29 Kasım 2016 Salı

Sarılmanın Gücü




Günlük yaşamımızda zamanın içinde akıp gidiyoruz. Sıradan eylemler olarak gördüğümüz şeylerin hayatımızdaki öneminin farkında değiliz. Sarılmak, dokunmak insanlar için çok da üzerine düşünelecek bir konuymuş gibi gözükmüyor.
Temple Grandin, iki yaşında iken otistik teşhisi konmuş özel bir kadın ve otizm hakkında birinci ağızdan bir çok bilgiye onun sayesinde sahip olduk. Grandin'in annesi onunla çok ilgileniyor ve özel eğitimler aldırıyor, dört yaşına geldiğinde konuşma becerisini elde ediyor. Ortaokul ve liseden sonra veterinerlik yüksek lisansını alıyor. Gerçekten özel bir kadın kendisi. Otistik birinin dokunmak, sarılmak gibi duygusal ve duyusal eylemlere tepkileri çok farklı, hoşlandıkları bir durum değil. Grandin annesinin dahi dokunmasından ve sarılmasından ciddi rahatsızlık duyuyor. Temple Grandin'den öğrendiğimize göre; dokunmanın ve sarılmanın boşluğunu farklı şekillerde dolduruyorlar. Mesela kendi etraflarında dönerek. Temple Grandin ise çok farklı bir yöntem geliştiriyor; sarılma makinesi icat ediyor. Her sarılma veya sakinleşme ihtiyacında bu makinenin içine giriyor. Peki neden dokunmaya ve sarılmaya ihtiyaç duyarız?  Nedeninden çok sarılmanın insan üzerindeki etkileri çok daha önemli gözüküyor.

Temple Grandin hakkında detaylı bilgi için fotoğrafa tıklayınız.

Sarılmak oksitosin salgılatır.
Oksitosin sizi iyi hissettiren ve diğerleriyle bağlar kurmanızı sağlayan bir hormondur. Ne kadar sık sarılırsanız o kadar iyi hissedecek ve daha çok bağlanacaksınız.

Sarılmak bağışıklık sisteminizi harekete geçirir.
Sarıldığınızda salgılanan bu oksitosin hormonu aynı zamanda enfeksiyonlarla savaşma konusunda da oldukça başarılıdır.

Sarılmak acıyı azaltır.
Tıpkı bağışıklık sisteminizi aktifleştirmesi gibi oksitosin sizin acı seviyenizi de düşürecektir. Düşünün, boynunuz ağrıdığında yaptığınız ilk hareket nedir? Onu elinizle sarmak ve ovmaktır. Basit dokunuşlar bile oksitosin salgılayarak sizi iyi hissettirirken bir de sarılmanın neler yapabileceğini düşünün.

Sarılmak daha derin ilişkiler kurmanıza yardımcı olur.
İlişkilerde iletişim önemli olsa bile birçok insan dokunmanın ne kadar etkili ve anlamlı olabileceğini unutuyor. Sevdiğiniz birine vereceğiniz desteği sarılmak veya sırtını sıvazlamak gibi fiziksel yollarla ifade ederseniz, aranızdaki bağ güçlenecektir.

Sarılmak annelere iyi gelir.
Sarılma sonucu salgılanan oksitosin hormonu, kadınlar doğum yaptıktan sonra veya çocuk emzirirken de salgılanır. Bu hormonla kadınlar daha rahatlamış hissederler ve çocuklarıyla daha güçlü bağlar kurabilirler.

Sarılmak stresi ve kaygıyı azaltır.
Gün içinde sarılarak sıkıntılarınızdan kurtulabilirsiniz. Çünkü oksitosin kişide olumlu düşünmeyi uyandırır ve böylelikle gündelik sorunlarınızın üstesinden daha rahat gelirsiniz.

Sarılmak kalp hastalıklarına yakalanma riskinizi düşürür.
Sizi daha az stresli, daha az kaygılı ve daha mutlu yapan oksitosin kalp hastalıklarına yakalanma riskinizi de düşürür.

Sarılmak, üzerine hiç düşünmediğimiz, kafa yormadığımız bir eylemdir. İnsanların üzerindeki etkisi ise oldukça önemli... O zaman ne duruyorsunuz? Haydi sarılın en yakınınızdaki sevdiklerinize....


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...

Persephone

oksitosinle igili diğer yazım için: http://bahartanricasi.blogspot.com.tr/2014/06/sevgi-hormonu.html

Kaynak: http://www.lifehack.org/articles/lifestyle/10-surprising-benefits-cuddling-that-make-you-want-cuddle-someone-now.html
Kaynak: http://www.psikologankara.net/sarilmanin-7-muhtesem-etkisi.html

25 Kasım 2016 Cuma

Pozitif Psikoloji


İnsanlara mutlu olmayı öğretebilir misiniz? Para mutluluk getirir mi? Neden kimileri diğerlerine göre daima mutlu görünür? İnsanlık haline ilişkin bu yaygın sorunlar, yakın geçmişe kadar psikologlar tarafından göz ardı edilmiştir.

Pozitif psikoloji bireylerde ve gruplarda olumlu duygulara, erdemli davranışlara ve optimum performansa neden olan elementleri ve süreçleri araştırır. Esasen az sayıda "kendilik psikoluğu" sağlıkla, uyumla ve doruk performansla daima igilenmiş olsa da, mutluluk üzerine çalışma yapmak önemsiz, hatta abes bulunmuştur. Bu muhtemelen hâlâ geçerli bir görüştür: Her 100 ciddi psikoloji kitabı ve makalesinden 99'u depresyonla ilgiliyken yalnızca biri mutluluğu konu alır. Öte yandan, mutluluğun mutsuzluğun karşıtı olmadığını da 50 yıldır biliyoruz. Hatta bunlar neredeyse birbirleriyle ilişkisiz kavramlardır. 
Mutluluk psikoloisi üzerine ilk kitaplar 1980'lerde görülmeye başlandı. Ardından bu konuda uzman birkaç akademik dergi ortaya çıktı. Pozitif psikoloji hareketinin adamakıllı bir burs desteğiyle canlanması içinse, yeni milenyumu beklemek gerekti. Bundan sonra pozitif psikoloji bir çok ünlü psikoloğun araştırma odağını oluşturdu; bugünse, mutluluk üzerine çalışmalardan daha geniş bir alanı kaplamaktadır.

Temel konular Mutluluk psikoloji filozoflar, teologlar ve siyasetçilerin yıllardır peşinden koştuğu bazı temel soruları yanıtlamaya çalışır. İlk soru dizisi mutluluğun tanımı ve ölçütleriyle ilgilidir; ikincisi neden bazı grupların böylesine mutlu ya da mutsuz olduğu; üçüncüsü ise, mutluluğu artırmak için kişinin ne yapması (ya da yapmaması) gerektiğidir.
Bilim tanımlarla başlar. O halde, mutluluk nedir? Kimi zaman iyi olmakla, halinden memnun olmakla, huzur ve tatmin duygusuyla tanımlanır ya da yaşamdan memnun olmakla ya da bir o kadar psikolojik sıkıntı bulunmamasıyla ilgili görülür. Haz, keyif ve neşe bağlamında da tanımlanmaya çalışılmıştır. Akış halinde olmak mutlu olmak demektir. 
Araştırmacılar tarafından kullanılan terim, genellikle "öznel iyilik hali"dir. Bireylerin kendi yaşamları  ve genel tatminleri hakkında nasıl genel ve kişisel bir değerlendirme yaptıklarını ifade eder. Yani, kendi iyilik halini değerlendiren bireyin kendidir; ne koçları, danışmanları ya da günah çıkarttığı papazlar, ne de öğretmenleri, terapistleri ve kuramcılarıdır.
Bu kişisel değerlendirmeler iki alana ayrılabilir: işte ve evde memnun olmak; kendinden ve başkalarından memnun olmak. Kişi bu alanlardan birinde daha memnun, diğerinde daha memnuniyetsiz hissedebilir; ancak yine de bunlar birbirlerine sıkı sıkıya bağlılık gösterme eğilimindedir. Şansın iyi gitmesi ya da çok ciddi bir kaza geçirmek gibi özel durumlara göre dalgalanmalar olabilir ve olur da zaten; ancak görece kısa bir süre sonra, kişinin karakteristik düzeyine geri döner.

Mutluluğu ölçmek Çoğu mutluluk ölçümü standardize anketler ya da görüşme listeleriyle yapılır. Bilgilendirilmiş gözlemciler, yani kişiyi iyi tanıyan ve sürekli gören kişiler tarafından da yapılabilir. Bir de, kişilerin kendilerini bir gün, hafta ya da ay içinde kaç kez ne kadar mutlu hissettiklerini bildirdiği ve bu derecelendirmelerin toplanıp değerlendirildiği deneyim örneklemi yöntemi vardır. Bir başka ölçümde de, kişinin belleğine bavurulup, geçmiş hakkında kendini ağırlıklı olarak mutlu mu yoksa mutsuz mu hissttiğine bakılır. Sonuncu olarak, beynin tarhanasından tükürükte kortzol düzeylerine kadar her şeyi inceleyen ve henüz oturmamış ama gelişmekte olan fiziksel ölçümler vardır. Mutluluğu güvenilir ve geçerli olacak şekilde ölçmek çok da zor değildir.

Mutluluk bir işe yarar mı? Elbette! Araştırma kanıtlarına göre, bağışıklık sistemleri de güçlü olduğundan, mutlu kişiler mutsuzlardan daha sağlıklı ve daha uzun bir hayat sürerler. İşlerinde daha başarılı olma ve daha iyi sosyal ilişki kurma eğilimi gösterirler. Diğerlerinden daha çekicidirler. Mutsuz kişilere göre kendileriyle daha barışıktırlar ve her türden aksilikle daha iyi baş ediyor görünmektedirler. Mutlu kişiler daha yerinde kararlar verir ve daha yaratıcı olma eğilimi taşırlar. Mutsuz kişilerse, tehlike ya da başarısızlık işaretlerine karşı tetikte bekleyerek zamanlarını ve enerjilerini boşa harcıyor görünürler. Bu da onları tüketir.
Kendini iyi hissetme halinin kalıtsal olduğuna dair kanıtlar vardır. İkiz çalışmalarında, kişilerin depresyona eğilim ve yatkınlıkta olduğu gibi, mutluluğa eğilim ve yatkınlığı da kalıtsal olarak devraldıkları gösterilmiştir. Ancak, özellikle yaşamın ilk dönemlerindeki aile ve ev ortamı gibi çevre etmenlerinin de mutlaka rolü vardır. Ayrıca, insanların, kendilerini aşırı mutlu ya da mutsuz edecek olaylar yaşasalar da, hızla başladıkları noktaya dönme eğiliminde olduğunu bilmekteyiz.
Bazı toplumların ve bireylerin, tek kelimeyle diğerlerinden daha mutlu olduğuna dair kanıtlar da vardır. Örneğin, Latin halkları Pasifik Kıyıları halkından daha mutlu görünmektedir. Topyekûn ulusal mutluluk iki şeyle ilgili görünmektedir: insanların içinde yaşadıkları toplumun refah, denge ve demokratik niteliği; olumlu duyguları yaşayıp olumsuzlardan kaçınma arzusunu yöneten toplumsal norm ve gelenekler. Kanıtlara göre, şiddetli yoksulluk insanları kesinkes mutsuz kılarken , büyük bir zenginlik insanın kendini iyi hissetmesinde pek az katkıda bulunur. Çalışmalar, kişilerin maddecileştikçe daha mutsuz olduklarını da göstermiştir. En mutlu kişilerin tümü de iyi dostlara sahip görünmektedir.

Mutlu olmayı öğrenmek İnsanların daha mutlu olmak için yapabilecekleri basit birçok şey vardır. İlki, başarıyı mutlulukla karıştırmamaktır. İkincisi, kendi hayatının ve programının kontrolünü ele almaktır. Mutlu davranışlar sergilemeniz, başkalarının da size farklı yaklaşmasını sağlar ve kendinizi gerçekten de mutlu hissedersiniz. Yetenek ve tutkuları geliştirecek işler ve boş zaman etkinlikleri yaratmak çok da yararlı olur. Düzenli egzersiz yapmak, düzenli uyumak ve sağlıklı yemek insana kendini iyi hissettirir. İlişkilere zaman ayırmak ve özen göstermek mutluluk açısından önemlidir. Başkalarını onaylamak, yardım etmek ve yaşadığına şükretmek de, en iyi ifadeyle inanç sahibi olmak şeklinde tanımlanabilecek bir amacı ve umudu olmak kadar mutluluğu artıracaktır.
Pozitif psikoloji, odak noktasını, kişisel zayıflıkları araştırıp onları düzeltmek ya da değiştirmekten, güçlü yanların ve meziyetlerin incelenmesine kaydırmaktadır. Amacı, gerçek mutluluğu ve iyi yaşam sürmeyi destekleyerek sağlığı da desteklemektir. Hem popüler yazarlar hem de araştırmacılar için, pozitif psikolojiye giriş kapsamında, güçlü yanlar ve değerler listelendirilmeye ve sınıflandırılmaya çalışılmıştır. Bu çaba hayata geçirilmiş olmakla birlikte, halen görüş ayrılıkları mevcuttur. Aşağıda en güncel liste yer almaktadır:

  • Bilgelik ve bilgi- yaratıcılık, merak, açık fikirli olmak, öğrenme sevgisi, bakış açısı.
  • Cesaret- yüreklilik, sebat, dürüstlük, dirilik.
  • İnsanlık- sevgi, nezaket, sosyal zeka.
  • Adalet- vatandaşlık, adillik, liderlik.
  • Ilımlılık- bağışlayıcılık ve merhamet, edep ve tevazu, kendine hakim olmak.
  • Aşkınlık- güzellik ve mükemelliği takdir, kadir bilme, umut, mizah duygusu, ruhanilik.
Pozitif psikoloji ekonomistlerin, hatta teologların ve iş çevrelerinin de ilgisini çekmeye başlamıştır. Bir disiplin olarak giderek hız kazanmakta ve alanını tüm insan halleri içinde insanın bu en temel halini bilimsel olarak incelemeye dönüştürmektedir.

Kitap: Gerçekten Bilmeniz Gereken 50 Psikoloji Fikri
Yazar: Adrian Furnham

Sevgi ve ışıkla kalın..
Persephone

23 Kasım 2016 Çarşamba

Sarı Sonbahar

Keyifle takip ettiğim sevgili Handan, blogunda ara sıra bize fotoğraflardan şarkı falı tutturuyor. Bazen günü keyifle karşılıyorum bazen de günü keyifle batırıyorum sayesinde. Sonbaharı uğurlamaya hazırlandığımız şu günlerde, kendi objektifimden, çektiğim fotoğraflar eşliğinde sizi de şarkılardan fal tutmaya davet ediyorum. Bu şarkıların da bir özelliği olsun istedim, dinleyeceğiniz her şarkıyı sevdiğim, yolların bir şekilde bizleri birleştirdiği, birbirimizin hayatlarına dokunduğumuz, arkadaşlarım seslendiyor. Umarım seversiniz. Beğendiğiniz fotoğrafa tıklayınız, bakalım şarkı falından size ne çıktı... Keyifli dinlemeler.... 















SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

22 Kasım 2016 Salı

Bir Kadın, Üç Adam

Hiç şiir yazmadan, şiir dünyasına damgasını vurur mu insan?
İkinci Yeni Şiir Akımı dendiğinde, öykücü olmasına karşın adı anılmadan geçilmeyecek isimlerdendir Tomris Uyar.  Üç büyük şairin kalbini çalmış, şahsına yazılan şiirlerle İkinci Yeni Şiir Akımı'nın en çok konuşulan isimlerinden olmuştur.
Gazeteci - Şair Ülkü Tamer'le evliyken, Cemal Süreya'ya aşık olmuş, ikiside eşlerinden ayrılarak üç yılı birbirlerine adamışlardır. Cemal Süreya'nın Tomris'e aşkını onun dizelerinden okuyalım:

Ayışığında oturduk
Bileğinden öptüm seni
Sonra ayakta öptüm
Dudağından öptüm seni
Kapı aralığında öptüm
Soluğundan öptüm seni
Bahçede çocuklar vardı
Çocuğundan öptüm seni
Evime götürdüm yatağımda
Kasığından öptüm seni
Başka evlerde karşılaştık
İliğinden öptüm seni
En sonunda caddelere çıkardım
Kaynağından öptüm seni

Cemal Süreya'dan ayrılmak üzereyken, hayatının aşkı, çocuklarının babası Turgut Uyar da eşinden
ayrılmıştır. Turgut Uyar çocuklarıyla İstanbul'a gelir ve daha önceden tanışıklığı olan Tomris Uyar'la yakınlaşması başlar.  Turgut Uyar sıkıntılı bir dönemden geçtiği yıllar boyunca şiir yazmaz ve Tomris Uyar'la tanışması Turgut Uyar'da yeniden şiir yazma isteğini uyandırmayı başarır. Bu yakınlaşma evlilikle sonlanır.
Turgut Uyar tüm yaşamı boyunca Tomris hanımı deli gibi kıskanmıştır, ona aşık olanlara bakılacak olursa, bu duygusunda pek de haksız sayılmaz. Tomris hanıma yazdığı en meşhur dizeler şöyledir:

Senin için alışılmış şeyler söyleyemem sana yaraşmaz
Kış gecesi amcamızdır bahar yakından kardeşimiz
Alır başımı Erzincan'a giderim seni düşünmek için
Dörtlükleri bozarım çünkü dağlar ne güne duruyor
Kıyılar ve eskimeyen her şey seni anlatmak için
Bir bozuk saattir yüreğim hep sende durur
Ne var ki ıslanır gider coşkunluğum durmadan
Durmadan
Dağ biraz daha benden deniz her zaman senden
Hiçbir dileğimiz yok şimdilik tarihten coğrafyadan
Kimselere benzemesin isterim seni övdüğüm
Seni övdüğüm zaman
Güzel bir çingene yalnız başına dolaşmalı kırlarda
Seni övdüğüm zaman

Edebiyat çevreleri tarafından Tomris Uyar'a olan hayranlığının iyi bilindiği diğer platonik aşık, büyük şair Edip Canesever'dir. Cansever, Tomris Uyar'ın her doğum gününde ona yeni bir şiir yayınlayarak seslenir. Şair ona "Bir adın vardı senin, Tomris Uyar'dı" diye seslenmişti, o meşhur "Yaş Değiştirme Törenine Yetişen Öyle Bir Şiir'de".

Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç
Yağmurlar altında gördüm, kadeh tutarken gördüm de
Bir kıyıya bakarken, bakarken ki ağlayan yüzünle
Ve yarışırsa ancak Monet'in
Kadınlarına yaraşan giysilerinle
Gördüm de
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
Öyle kısaydı ki adımların, diyelim bir yaz tatilinde
Bir otel kapısının önünde, tahta bir köprünün üstünde
Bir demet çiçekle paslanmış bir kedi arasında
Öyle kısaydı ki adımların
Şöyle bir bardak yıkayışının vaktiyle
Ölçülür ve denk düşerdi ancak
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
Yok bir yanıtın ''nereye'' diyenlere
Bir buz titreşimi gibi sallantılı ve şaşkın
Ve çabuk bir merhaban vardır bir yerden gelenlere
O bir yerler ki, diyelim çok uzak olsun
Sen gelmiş gibisindir oralardan, otobüslerden
Yollardan, deniz üstlerinden topladığın gülüşlerle
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
Seni görünce dünyayı dolaşıyor insan sanki
Hani Etiler'den Hisar'a insek bile
Bir küçük yaşındasın, boyanmış taranmışsın
Çok yaşında her zamanki çocuksun gene
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
Mart ayında patlıcan, ağustosta karnıbahar
Mutfağın mutfak olalı böyle
Bir adın vardı senin, Tomris Uyar'dı
Adını yenile bu yıl, ama bak Tomris Uyar olsun gene
Ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma
Oysa güneş pek batmadı senin evinde
Söyle
Ben seni uzun bir yolda yürürken gördüm müydü hiç.
 
Bir dönemin, bir akımın gözdesi olmuş bir kadın Tomris Uyar...
Kendisine hiç şiir yazılmamış biri olarak ben, kendisini yakından tanımış olmayı isterdim doğrusu. Usta şairlere ilham kaynağı olmuş, bize de bu güzel şiirlerin ulaşmasını sağlamış olan Tomris Uyar'a sonsuz teşekkürler... Kendi cennetlerinde huzur içinde uyusunlar....





SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone      


15 Kasım 2016 Salı

Özlüyorum

Boğazım düğüm düğüm, dolunay mı ki sebebi? Zor geçen günler, geçmişin gölgesinde. Garipsenmiş duygular gece karanlığı. Aydınlatır mı dolunay, yeter mi ışığının gücü? Söylenmesi gerekenlere susulmuş, söylenmemesi gerekenlere konuşulmuş. Bir tuhaf şey doğrusu. Ard arda gelen yalnızlıklar, sarılmanın, kucaklamanın sıcağında. Henüz dumanı tütüyor üstünde. Fırından taze çıkmış ekmek kokusu kıvamında. Kalabalıklar içinde bir garip yalnızlık duygusu. Ruhum sıcak, kaynayan su, bedenim buzdağı.
Bu ne tezat böyle. Herkes gülüşüp oynaşıyor, ben ruhumu teslim ediyorum hüzne... Babam daha sık düşer oldu aklıma. Gözpınarlarım hazırda, akmak için hatıraları canlandırıyor arka planda. Halen babamın fotoğraflarına bakmakta zorlanıyorum. Buna rağmen görüntüsü çok net. Bu nasıl olur, o kadar canlı ki. Dokunmak, sarılmak istiyorum. O kadar canlı. Özlüyorum, bugünlerde daha çok özlüyorum. Özlem içimde alev topu gibi büyüyor büyüyor daha da büyüyor. Gidene yok çare. Kal desem kalırmıydın benle. Savruluyor anılarım sonbaharın rüzgarında, sararmış yapraklar gibi fotoğraf kareleri dört yanımda. Bakıyorum öylece, her şey ağır çekimde. Sonra donuyor anlar zaman diliminde. Güzel bir an, mutlu bir karede kitleniyor gözlerim. Amasra'da, deniz arkada, gün batıyor, anneanne, dede ve torun. Babamın gözleri parlıyor, yanında bir tanecik torunu, kıymetlisi. Öylece donmuş karede, anda kalmış her şey. Gözlerimi kapatıyorum, o an'a gidiyorum. Anılar, kayıp şehir.
Yokluğunla üstümü örttüm, şiire, kitaba boğdum kendimi babam...

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

Gecenin Uzun Söylevi

I.
Coşkularımız yetim kaldı. Yoksul kağıtlarımızı onarmıyor artık şiirlerimiz. Şiirlerimizin kireci vuruyor yüzümüzdeki duvara. (Eksik fakat aydınlık anlatımları her çeşit mutsuzluğun...) Ve ellerimizi koğuşturuyoruz durmadan. Sabıkalı şiirlerimizden artan ve kendimizce yorumladığımız ellerimizi. Durmadan kendimize tırmanıyoruz uzun soluklarla. Ayaklarımız çiğnenmiş leylaklardan devşirilmiş; leylak yorgunu sarp yollar inmekte denizin sabıkalı sevdalarına.
(Korsan yorgunu denizin; gökyüzüne rengi yitik şafakların yamadığı...)

II.
Gece. Zaman ihtilali. Kurşun geçirmez yüreklerimiz. Yani uzatmalı yasakların konakladığı o mağrur suskunluk. Kuşatmalardan artakalmış yaralı insanliğina kefil yürek. Şimdi gecenin uzun söylevinde yaşanan dilsiz şiirlerin yitik kafiyelerine ayak uydurmaya çalışıyor. Yetim kalmış çarpıntılarına; yaralarını sararak. Geveze dilsizliğin ikilemini yaşayan kafiyelerin küçük, ürkek adımlarına. Sessizliklerinde dingin bir barışıklığın büyüsü. Hangi büyülerle onarmaktayız kendimizi, bir parça daha yaşamak için.
(Kıyılarımızda suskunluk. –Ellerimizin bizle birleştiği yerde- Biz lisanı bilinmeyen rehin bırakılmış bir coğrafya atlası.) Oysa deniz biziz. Kıyı biz. Sevişmek, bir gençlik karantinası.
Ve uzun kalemlerin gölgeleri dolaşıyor yaralı duyarlıklarımızın üzerinde.

Biz gündüz sürgünleri!
Yazmakla tamamladık mı kendimizi?
Yazmakla tanımladık mı?
Kalemlerimizin uçları yine de nar çiçeği.

III.
Eski harfler kilitlemiş babamın tarihini cep yazmalarında. Ağır bir gözlük kalmış tahta mağaralarında deri çekmecelerin (ve uzun senelerin) . Beni o tanımlayabilirdi ancak. İnce siyah çizgili, o acı yeşil, kırık dolmakaleminin kuruyan kanıyla. (O hiç unutamadığım dolmakaleminin. Ve herkesin hırsızı şiirlerinin...) Beni o tanımlayabilirdi ancak. Ben beş yaşındayken öldürdüğüm babam. Şimdi yırtık fotoğraflarını arka cebimde gezdirdiğim sünnetçi babam.

IV.
Acımlayabilirim biraz daha. Dilerseniz biraz daha ışıklandırabilirim nesnel gerçekliğimi; (sizler için) . Bana kendimi anlatmamış beni size anlatabilirim. Şiirlerimle sizden kaçırdıklarımı (gecelerimi) yakınlaştırabilirim karanlığımla.
Gece. zaman ihtilali. Bu kültür birikimi hangi umarsız unutkanlığımızın hüviyetidir? Açıklar mısınız?

V.
Siz ve biz (birbirimizi görmeden, belki görmek bile istemeden) bin yıl daha gezinelim aynalı karanlığımızda. Yeraltı duyarlıklarımızdan biçtiğimiz civan giysilerimizin görece özerkliğini sınayalım. Gecenin eklemediği isyanlarımız ve şiirlerimizle; belin ve kanın eklemediği ideoloji çarşaflarında. Yani her sevişmenin son ihtilal provasında.
Ve bin yıl daha kilitleyelim gizlerimizi çarşılı ilişkilerimizle. Çarşılı ilişkilerimizin müfredata uygun diliyle.
Belki sonra, ondan sonra, her şey açık, apaçık yazılabilir, herkes için.
(Bir duyarlık ihtilalinde kendimizi talan edip, sevdiğimiz zaman...)

VI.
Kan. İrmak tanrısının suçu kan.
Kimsenin birbirini tanımaması, anlamaması bundan.

VII.
Şimdi gecenin uzun söylevinden, insan olmaktan, toplumsal bir insan olmaktan, onanmaktan ve redd-i ilhaktan toplayabildiklerimiz bunlar. Kendimiz.
Sunaklarımıza acılarımızı koyuyoruz.
Bunlar hiçbir hapishanede yazılmamış hapishane defterleridir Efendim. Lütfen kabul buyrunuz.

MURATHAN MUNGAN

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

9 Kasım 2016 Çarşamba

Freud’un Yeğeni Bernays ve Reklamcılık: Güvensizlik Duygumuz Nasıl Alınıp Satılır?

1920’lerde kadınlar sigara içmezdi. Ya da içerlerdi ama bu yüzden sertçe yargılanırlardı. Bu bir tabuydu. İnsanlar, okuldan mezun olmak ya da Meclis’e seçilmek gibi, kadınların sigara içme işini de erkeklere bırakmaları gerektiğine inanıyorlardı.
Bu durum, tütün endüstrisi için bir problemdi. Nüfusun %50’sinin, sigara içmemesinin nedeni sigaralarının demode olması ve kaba görünmesinden başka bir şey değildi. Amerikan Tütün Şirketi’nin başkanı George Washington Hill’in o zamanlarda dediği gibi “Bu ön bahçemizde bir altın madeni” idi ve durum böyle devam edemezdi. Sektör birçok kez sigarayı kadınlar için pazara sokmaya çalıştı ama hiçbir yöntem işe yaramış gözükmüyordu. Kökleşmiş kültürel önyargı çok derindi ve buna engel oluyordu.
Çok geçmeden, 1928’de Amerikan Tütün Şirketi, çılgın fikirleri ve daha çılgın pazarlama kampanyaları olan, genç ve becerikli pazarlamacı Edward Bernays’i işe aldı.
Bernays’in pazarlama taktikleri o günlerde sektördeki hiç kimsenin taktiklerine benzemiyordu. Yirminci yüzyılın başlarında, pazarlama, basitçe ürünün elle tutulur, gerçek faydalarının en sade haliyle, kısa ve öz anlatımı olarak görülüyordu. O dönemde insanların niteliklere ve bilgilendirmeye göre satın aldığına inanılıyordu. Birisi peynir almak istiyorsa, ona peynirin diğerlerinden üstün olduğunu gösteren niteliklerini anlatmanız gerekiyordu (“En taze Fransız keçi sütünden, 12 gün mayalanmış, buzdolabında taşınmıştır!”). İnsanlar, rasyonel satın alma kararları veren rasyonel aktörler olarak görülmüşlerdir. 
Ama Bernays biraz daha sıra dışıydı. O, insanların çoğu zaman rasyonel kararlar almadıklarına inanıyordu. Hatta, insanların temelde oldukça irrasyonel olduklarını ve bu yüzden onları duygusal ve bilinçdışı seviyede etkilemek zorunda olduklarına inanıyordu.
Tütün sektörü, özel olarak kadınları sigara satın almaya ve içmeye ikna etme konusuna odaklanmışken; Bernays bunu duygusal ve kültürel bir mesele olarak görüyordu. Bernays kadınların sigara içmesini istiyorsa, öncelikle sigara içmenin kültürel algılanışını yeniden şekillendirerek, kadınlar için sigara içmeyi duygusal olarak pozitif bir deneyim haline dönüştürmek zorundaydı.
Bunun için, Bernays bir grup kadını New Yok’taki paskalya bayramı gösterisine katılması için kiraladı. Bugün, kanepede televizyonun karşısında homurdanarak uyuklamak gibi sıradan şeyler yaptığınız büyük tatil günlerinden biridir. Fakat o gün yapılan gösteriler, Amerikan futbol şampiyonasının final müsabakası gibi büyük bir olaydı.
Bernays’ın planladığı şuydu: Uygun bir anda, her şey duracak ve gösterideki kadınların hepsi aynı anda sigaralarını yakacaktı. Sonra, Bernays’in kiraladığı fotoğrafçılar bu göz alıcı ânı fotoğrafladı ve bu fotoğraflar büyük ulusal gazetelere gönderildi. Bunun üstüne Bernays muhabirlere bu kadınların yalnızca sigaralarını değil, onların kendi bağımsızlıklarını ortaya koyma kapasitelerini ve kadınlığın kendilerine ait olduğunu gösteren “özgürlük meşaleleri”ni yaktıklarını söyledi.
Tabi ki bunların hepsi sahteydi. Ama Bernays bunu siyasal bir protesto olarak düzenledi, çünkü ülke genelinde kadınların sahiplenici duygularını harekete geçireceğini biliyordu. Feministler kadınlara oy kullanma hakkını on yıl önce kazandırmışlardı. Kadınlar artık ev dışında çalışıyordu ve ülke ekonomisiyle daha fazla bütünleşmiştiler. Yarışan kıyafetleri ve kısa saçlarıyla kendilerini var ediyorlardı. Bu dönemin kadınları aynı zamanda kendilerini erkeklerden bağımsız olarak gören ilk nesildi. Birçoğu bunu çok güçlü bir biçimde hissediyordu. Bernays, “sigara içmek=özgürlük” eşleştirmesi ile kadın özgürlük hareketine bir mesaj gönderdi, böylece tütün satışlarını iki katına çıkararak zengin bir adam oldu.
Ve işe yaradı. Kadınlar sigara içmeye başladı ve eşleri kadar onlar da akciğer kanserinin keyfini çıkarmaya başladılar.
Tüm bunlarla beraber, Bernays 1920’ler 30’lar ve 40’lar boyunca bu türden kültürel darbeler ortaya koymaya devam etti. O, pazarlama sektöründe tam anlamıyla bir devrim yarattı ve süreç içinde halkla ilişkiler alanını keşfetti. Kullandığınız ürün için ünlülere ödeme yapmak Bernays’in fikriydi. Sahte haber metinleri yaratmak aslında ürünlerin üstü kapalı reklamını yapmaktı ve bu da onun fikriydi. Müşterilerin biri için bile olsa kötü ün kazanmak uğruna dikkat çekmek amacıyla tartışmalı kamusal olaylar sahneye koymak da onun fikriydi. Bugün bizlerin karşılaştığı pazarlama ve tanıtımın neredeyse her biçimi Bernays ile başladı.
Fakat Bernays ile ilgili başka bir sürpriz daha var: O, Sigmund Freud’un yeğeni.
Ferud’un teorileri, birçok insanın karar alma süreçlerinde esasen bilinçsiz ve irrasyonel olduğunu ilk tartışan teorilerdir. Freud insanların güvensizlik duygusunun onları abartıya ve aşırı tepkiye götürdüğünü fark eden tek kişiydi. Aynı zamanda Freud, insanların, özellikle grup içinde, kolayca manipule edilebilen hayvanlar olduğunu anlayan tek kişiydi.
Bernays bu fikirleri ürünlerin satılması için uyguladı ve böylece zengin oldu.
Freud sayesinde, Bernays sektörde daha önce kimsenin anlamadığı bir şeyi anladı: Eğer insanların duygusal güvensizliklerinden faydalanabilirseniz -eğer onların en derin duygularına ve yetersizliklerine dokunabilirseniz- söylediğiniz her lanet şeyi satın alacaklardır.
Bu türden pazarlama, gelecekteki tüm reklamcıların kılavuzu haline geldi. Kamyonlar, erkekler için güç ve dayanıklılığın kanıtı olarak pazarlandı. Makyaj, kadınlar için aşık olunmanın ve daha fazla dikkat çekmenin yolu olarak pazarlandı. Bira, eğlenmenin ve partinin dikkat merkezi olmanın bir yolu olarak pazarlandı. Demek istediğim, Tanrım, hiçbir mantığı olmasa da, Burger Kingpiyasa hamburgerleri için, “Nasıl istersen öyle olsun”’u kullandı.
Sonuç olarak, bir kadın magazin dergisi, 150 sayfa boyunca, güzellikten para kazanan yüzde olarak nüfusun 0.01’i olan saçı boyanmış kadın resimleri sergileyerek, bu kadınlar dışındakilere güzellik ürünü satışını başka türlü nasıl yapabilirdi ki? Ya da bira reklamları gürültülü partilerle arkadaşlar, kızlar, memeler, spor arabalar, Vegas, arkadaşlar, daha fazla kız, daha fazla meme, daha fazla bira, kızlar, kızlar, kızlar, partiler, dans, arabalar, arkadaşlar, kızlar göstererek!- Budweiser İç…
Bunların hepsi bugün Pazarlama 101. Pazarlama okumaya ilk başladığımda, ilk işime başladığımda, bana insanların “ağrılı noktalarını” bulmamı ve sonra daha kötü hissetmelerini sağlamamı söylediler. Sonradan da benim ürünümün onlara daha iyi hissettireceğini söylememi istediler. Ben ilişki tavsiyesi satıyordum, benim durumuma göre fikir, insanlara, sonsuza kadar yalnız kalacaklarını, onları hiç kimsenin sevmeyeceğini ve bir şeyin yanlış olduğunu söylememdi.
Tabi ki öyle yapmadım, bu bana berbat hissettirirdi. Nedenini anlamam yıllarımı aldı.
Bugün kültürümüzde, pazarlama genel olarak bir mesajdır. Bilgimizin büyük çoğunluğu maruz kaldığımız pazarlama biçimlerinden kaynaklı. Pazarlama sürekli bize kendimizi kötü hissettirerek bir şeyler satın almamız için çabalıyorsa, bunun nedeni içinde var olduğumuz kültürün bize kendimizi kötü hissettirmek üzere düzenlenmiş olması ve bunu aşmak için bir yol aramamız.
Uzun yıllar boyunca gözlemlediğim bir şey var; bana, tavsiye ya da herhangi bir şey için mail atan binlerce insanın büyük çoğunluğu tanımlanabilir bir probleme sahip görünmüyordu. Tersine, kendileri için yarattıkları garip ve gerçekdışı ölçütlere sarılıyorlardı. Havuz partileri ve bikini giyen kadınlar beklentisi ile koleje giden bir çocuk gibi hayal kırıklığına uğruyor ve kendilerini sosyal olarak uyumsuz hissediyorlardı. Çünkü okula gitmek, derslere sıkı çalışmak, yeni arkadaşlar edinmek zorundaydılar ve sürekli kendilerine güvensizdiler çünkü asla eski benliklerini yaşayamayacaklar. İkinci deneyim oldukça normal, ama öyle ya da böyle her haft asonu kendilerini, hayvan barınağına gider gibi üniversiteye attılar.
Bu tür şeyler herkese oluyor. Kendimden biliyorum, benim de gençken romantizm ve ilişki algım rastgele bir Friends bölümü ile Hugh Grant filmi arasında bir şeydi. Söylemeye gerek yok, uzun yıllarımı tükenmiş hissederek ve bende doğuştan bir gariplik varmış diye düşünerek harcadım.
Bernays aslında tüm bunların farkındaydı. Fakat Bernays’in siyasi görüşleri bir tür zayıflatılmış faşizm gibiydi -zayıflıkların, güçlü medya ve propaganda yoluyla sömürülmesinin hem kaçınılmaz hem de insanların faydasına olduğuna inanıyordu. Buna “görünmez hükümet” adını vermişti ve genel olarak kitlelerin aptal olduğunu ve zeki insanların onları ikna etmeye hakkı olduğunu düşünüyordu.
Toplumumuz tarih içinde ilginç bir noktaya evrildi. Kapitalizm, teorik olarak, herkesin ihtiyaç ve taleplerini gidermek için mümkün olan en etkili yolla kaynakların paylaştırılması için çalışır.
Fakat belki de kapitalizm yalnızca toplumun fiziksel ihtiyaçlarını gidermede en etkili yoldu -yiyecek, giyecek, barınma gibi ihtiyaçları. Çünkü kapitalist sistem, ekonomi yoluyla insanların güvensizliklerini, kusurlarını ve zayıflıklarını besleyen; onların korkularını, yetersizliklerini ve başarısızlıklarını destekleyen bir hal aldı. Kâr odaklı yeni ve gerçek dışı ölçütler edinerek, karşılaştırma ve aşağılama kültürünü doğurdu. Çünkü kendini aşağıda hisseden insanlar en iyi müşterilerdi.
Sonuç olarak, insanlar bir problemi çözmek için bir şeyler satın almaları gerektiğine inandılar. Bu yüzden, daha fazla satış yapmak istiyorsanız, olmayan problemler varmış gibi insanları inandırmak zorundasınız.
Bu kapitalizme bir saldırı değil. Pazarlamaya saldırı da değil. Ortada “koyun”ları elde tutmak için düzenlenmiş büyük ve kapsayıcı bir komplo olduğunu düşünmüyorum. Bence sistem, medyayı yönlendirerek belirli teşvikler yaratıyor; bunun üstüne medya da devamlı olarak bir şeylere ulaşma çabasına dayanan, duyarsız ve yüzeysel bir kültürüşekillendiriyor.
Genel anlamıyla sistemimiz bunu başardı, devam da ediyor. Ben bunun, insan medeniyetini düzenlemek için “en az kötü” çözüm olduğunu düşünüyorum. Ölçüsüz kapitalizm, farkındalığı ve uyumu öğreten bir “kültürel yük” getiriyor. Genellikle bizim ekonomimizde pazarlama, güvensizliklerimizi iyileştirmemize yardımcı olmuyor, aksine daha fazla kâr yapmak için kasti olarak yetersizliklerimizi ve bağımlılıklarımızı tetikliyor.
Bazıları bunların devlet tarafından düzenlenip kontrol edilmesi gerektiğini savunuyor. Bu belki biraz yardımcı olabilir ama bana iyi ve uzun süreli bir çözümmüş gibi görünmüyor.
Tek gerçek uzun vadeli çözüm; insanların, kitle iletişim araçlarının zayıflıkları ve hassasiyetleri kışkırttığını anlama ve bunlar karşısında korkularıyla yüzleşerek bilinçli kararlar alma yönünde öz farkındalıklarını arttırmalarıdır.
Serbest piyasanın başarısı, bize seçme özgürlüğümüzü uygulama sorumluluğu vermesidir ve bu sorumluluk bizim farkında olduğumuzdan çok daha ağır.
Yazar: Mark Manson
Çevirmen: Asena Elif Akgül
Kaynak: MM.NET 

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone