27 Nisan 2013 Cumartesi

sessizlik...

Sessizlik gecenin içinde,
Bir çığ gibi büyürken...
Soğuk, taş kaldırımlarda
Eze eze geçiyorum ayak izlerini...
Her attığım adım sana doğru giderken,
Sensizliğim bir haykırış, bir isyan...
Kayboluyorum gecenin matemini tutan karanlıkta...
Ardımda ne bana ne de sana ait bir iz var...

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

Aysel Git Başımdan

Aysel git başımdan ben sana göre değilim
Ölümüm birden olacak seziyorum.
Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Aysel git başımdan istemiyorum.
Benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün
Dağıtır gecelerim sarışınlığını
Uykularımı uyusan nasıl korkarsın, hiçbir dakikamı yaşayamazsın.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim.
Benim için kirletme aydınlığını, hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Islığımı denesen hemen düşürürsün, gözlerim hızlandırır tenhalığını
Yanlış şehirlere götürür trenlerim.
Ya ölmek ustalığını kazanırsın, ya korku biriktirmek yetisini.
Acılarım iyice bol gelir sana, sevincim bir türlü tutmaz sevincini.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim.
Ümitsizliğimi olsun anlasana hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim.
Sevindiğim anda sen üzülürsün.
Sonbahar uğultusu duymamışsın ki içinden bir gemi kalkıp gitmemiş, uzak yalnızlık limanlarına.
Aykırı bir yolcuyum dünya geniş,
Büyük bir kulak çınlıyor içimdeki.
Çetrefil yolculuğum kesinleşmiş.
Sakın başka bir şey getirme aklına.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim, ölümüm birden olacak seziyorum, hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim.
Aysel git başımdan seni seviyorum...

Attila İlhan

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

25 Nisan 2013 Perşembe

Bahar Gelmiş Memleketime

Uzun ince bir yolda ilerliyorum,
Çocukluğuma doğru...
İçim kıpır kıpır,kelebekler uçuşuyor...
Heyecanlıyım..
Dört bir yanım sarı ayçiçek tarlaları...
Her biriyle tek tek selamlaşıyorum...
Güneşin ışıltısı, denize yansımış...
Deniz; henüz üzerinde uyunmamış çarşaf gibi...
Maviliği için için yakıyor insanı...
Çocukluğumun en güzel anılarından biri bu deniz,
İlk kulaç atışımı hatırlatıyor, gülümsüyorum...
Kuşlar birbirleriyle şakalaşıyorlar...
Sanki arada da bana göz kırpıyorlar...
Hoşgeldin anılarına dercesine...
Sağımı solumu bembeyaz papatyalar süslemiş...
Duvağı yüzüne örtülü gelin gibi...
Alamıyorum bakışlarımı üzerlerinden...
Görmeye değer manzara;
Yağlı boya tablo misali...
Rüzgar bir anda hamle yapıyor,
O da ne!
Camdan içeri süzülen erguvan kokusu,
Ohhhh mis..
Çekiyorum ciğerlerime..
Verirken soluğumu,
Bırakmak istemiyorum...
Öyle güzel ki,
Ama ne çare!
Bilmez miyim her güzel şeyin, bir sonu olduğunu...
Şehre girerken gözlerime inanamıyorum,
Babamın elimden tutup, götürdüğü lunapark...
Halen dimdik ayakta,
Bir damla süzülüyor yanağımdan...
Babam ve ben...
Yüreğimde hüzün, inceden bir sızı...
Avucumdan kayan çocukluğum...
Deli gibi ordan oraya koşuşturduğum kırlar...
Tırmanmaktan yorulmadığım akasya ağaçlarım, erik ağaçlarım...
Çoluk çocuk, genç, yaşlı
Traktör tepesinde yol adığım kiraz bahçelerim...
Caddelerinde taklar kurulmuş 23 nisan şenliklerim...
Gözümünün önünden geçen bir çok fotoğraf karesinden kesitler...
Ne de güzel anılar bırakmışım geride, bu şehirden ayrılırken...
Şimdi şimdi anlıyor insan...
Oysa ki her yaz tatilinde İstanbul'dan bu güzel şehre dönerken,
İki gözüm iki çeşme ağlardım...
Her şey değişiyor zamanla,
Başka bir pencereden bakar oluyor insan ...
İşte hayat...
Çocukken ağlaya ağlaya geldiğim bu şehir,
Bugün yüzümde tebessüm bırakıyor...
İyiki gelmişim, bugün bu şehre detirtiyor...




Çocukluk anılarımın şehri Tekirdağ'a
Sevgi ve ışıkla kalın..
Persephone





19 Nisan 2013 Cuma

Seri Cinayetlerle İlgili Yapılmış İlginç İstatistikler

Eğer California'da yaşıyorsanız ve bir seri katille karşılaşma endişesini saplantılı bir biçimde taşıyorsanız, başka bir yere taşınsanız iyi edersiniz -örneğin Maine. Amerika Birleşik Devletleri'nde tüm eyaletler arasında yirminci yüzyılda rastlanan seri cinayet vakaları bakımından California başı çekmektedir; tam olarak ulusal toplamın yüzde 16'sı. Diğer en düşük oran Maine'dedir -sıfır. Sakınılması gereken diğer eyaletler şunlardır: New York, Texas, İllinois ve Florida.Amerika'daki en güvenli yerler, en azından seri cinayet bakımından, Hawaii ,Montana,Kuzey Dakota ve Vermont'tur; bu yerlerin her birinde yirminci yüzyıl boyunca birer tane seri cinayet vakasına rastlanmıştır.
İstatistiklerden hoşlanan seri cinayet meraklıları için işte bir kaç ilginç rakam ve gerçek:

  • Amerika Birleşik Devletleri,dünya toplamının yüzde 76'sı ile seri katile sahip olma alanının tartışmasız lideridir. Avrupa, yüzde 17 gibi küçük bir payla uzak ara ikincidir.
  • İngiltere, Avrupa toplamının yüzde 28'ini teşkil eder. Almanya yüzde 27 ile onu çok yakından takip ederken, Fransa yüzde 13 ile üçüncüdür.
  • Demografik açıdan bakıldığında, Amerikalı seri katillerin yüzde 84'ü beya ırka mensupken, yalnızca yüzde 16'sı siyahtır.
  • Cinsiyet bakımından, erkekler seri katillerin çok büyük bir kısmını oluştururlar -yüzde 90. Aslında suçun ne şekilde tanımlandığına bağlı olarak, bir çok uzman seri cinayetin yalnızca erkeklere özgü bir faaliyet olduğuna inanmaktadır.  
  • Kadınlar seri katillerin çoğunlukla, kayda değer olmayan kesimini oluştururken, kurbanların büyük bölümü -yüzde 65- onlardan çıkar.
  • Bir seri katilin başka bir ırka mensup kurbanları avlaması çok nadir bir durumdur. Seri katillerin çoğu beyaz olduğundan, kurbanların çoğunluğu da beyazdır -yüzde 89.
  • Seri cinayet, yaşı pek ileri olmayanların işledikleri bir suç olma eğilimindedir. Çoğu seri katil-yüzde 44- ölümcül kariyerlerine yirmili yaşlarında başlar; yüzde 26'sı ilk gençlik dönemlerinde ve yüzde 24'ü de otuzlu yaşlarında.
  • Eğer seri katillerden uzak duracağınız bir iş arıyorsanız, fahişe olmamalısınız; çünkü hayat kadınları sosyopat seks katillerinin başlıca hedefleridir. Kötü haber şu ki sizi bir seri katille karşılaştırmayacak hiç bir meslek yoktur. Seri cinayet vakalarının yaklaşık yüzde 15'inde kurbanlar tamamıyla rastgele seçilmiştir.
A'dan Z'ye Seri Katiller Ansiklopedisi
Harold Schechter
David Everitt


Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

15 Mart 2013 Cuma

!!!

Plan yaparken veya karar alırken, iyi ruh halindeki kişiler daha geniş ve olumlu düşünmeye yönelten algısal bir eğilim gösterirler. Bunun bir nedeni de, belleğin ruh haline göre çalışmasıdır; yani kendimizi iyi hissettiğimiz bir sırada, işin iyi ve kötü yanlarını düşünürken bellek bizim verileri tarttığımız terazinin olumlu kefesine ağırlığını koyar ve örneğin, biraz maceracı ya da riskli bir şeyler yapabilmemizi kolaylaştırır.
Aynı nedenle, berbat bir ruh hali, belleği olumsuz yöne saptırarak bizi korkak, aşırı temkinli kararlar almaya yönlendirir. Kontrolden çıkmış duygular idraki engeller. Ancak kontrolden çıkmış duyguları hizaya sokabiliriz; işte bu duygusal yeterlilik tüm diğer zeka biçimlerinin işleyişini kolaylaştıran temel bir yetenektir. Umudun, iyimserliğinin yararlarını ve kişilerin kendilerini aştıkları o yücelme anlarını göz önünde bulunduralım...

Daniel Goleman
Duygusal Zeka Neden IQ'dan Daha Önemlidir?

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

13 Mart 2013 Çarşamba

Empati Nasıl Gelişiyor

Henüz dokuz aylık olan Hope, başka bir bebeğin düştüğünü gördüğü anda gözleri doluyor ve sanki canı acıyan kendisiymiş gibi annesinin kucağına tırmanıp rahatlatılmak istiyordu. On beş aylık Micheal ise, kendi ayısını ağlamakta olan arkadaşı Paul'e veriyor; ancak Paul'ün ağlamaya devam ettiğini görünce onu sakinleştiren battaniyesini bulup veriyordu. Bu küçük çaplı sempati ve ilgi gösterilerinin ikisi de, bu tür empati olaylarını kaydetmek üzere eğitilmiş anneler tarafından gözlemlenmiştir. İnceleme sonuçları, empatinin kökünün bebeklik dönemine kadar uzanabildiğini gösteriyordu. Neredeyse doğdukları günden itibaren, bebekler bir diğerinin ağladığını duymaktn rahatsız olur;  bazıları, bunu empatinin en erken örneği sayar.
Gelişim psikologları, bebeklerin henüz başkalarından ayrı bir varlık olduklarını tam olarak kavramadan, başkasının sıkıntısından rahatsız olduklarını saptamıştır. Doğumdan birkaç hafta sonra tepki veren bebekler, başka bir çocuğun gözyaşlarını görünce ağlarlar. Bir yaş civarında ise, sıkıntının kendilerinde değil de başkasında olduğunun farkına varırlar, ancak yine de bu duruma nasıl tepki göstereceklerini bilemezler. Örneğin, New York Üniversite'sinden Martin L. Hoffman'ın bir araştırmasında, bir yaşındaki bir çocuk ağlayan arkadaşını yatıştırması için, odada bulunan çocuğun annesini görmezden gelip kendi annesinin yanına getirmiştir. Aynı kafa karışıklığı, bir yaşındakilerin bir diğerinin sıkıntısını, belki de onun hissettiğini daha iyi anlayabilmek için taklit ettiğinde de yaşanır; örneğin bir bebek parmaklarını acıtmışsa, bir yaşındaki diğeri de kendi parmaklarını ağzına götürüp acıyıp acımadığına bakmıştır. Annesinin ağladığını gören bir bebek ise hiç gözyaşı olmadığı halde gözlerini silmiştir.
Motor mimikleme diye adlandırılan bu hareket taklidi aslında 1920'de Amerikalı psikolog E.B Titchener'in ilk kez kullandığı şekilde, empati sözcüğünün teknik anlamının özgün karşılığıdır.Bu kullanım, kelimenin Yunanca'dan İngilizce'ye geçişindeki anlamdan bir miktar farklıdır. Yunanca'da 'içini hissetme'' demek olan empatheia terimi, ilk kez estetik kuramcıları tarafından, 'diğerinin öznel deneyimini algılayabilme yeteneği' için Tichener'in kuramına göre, empati, başkasının sıkıntısını bir tür fiziksel taklit yoluyla aynı hislerin kişinin kendisinde uyandırılmasından kaynaklanmaktadır. Titchener, bir diğerinin genel anlamda sıkıntısını hissetmek anlamına gelen, ancak onun hissettiklerini paylaşmayı içermeyen kavramından farklı bir terim arıyordu.
Hareket taklidi, bebekler iki buçuk yaşına geldiklerinde davranış repartuarlarından silinir. O noktada, başkasının acısının kendilerininkinden farklı olduğunu anlar ve diğerini daha iyi rahatlatabilecek  hale gelirler. Bir annenin günlüğünden tipik bir olay:
Komşunun bebeği ağıyor... Jenny ona yaklaşıp bisküvi vermeyi deniyor. Peşinden dolanıp kendi kendine sızlanmaya başlıyor. Sonra onun saçını okşamaya çalışıyor ama öteki kendini geri çekiyor. Bebek yatışıyor ancak Jenny hala kaygılı görünüyor. Ona oyuncaklar getirmeye devam ederek, başını, omuzlarını hafifçe pat-patlıyor.
Gelişmelerin bu evresinde, çocuklar başkalarının duygusal rahatsızlıklarına gösterdikleri genel hassasiyet bakımından farklılaşmaya başlarlar; bazıları, Jenny gibi keskin bir duyarlılığa sahipken, bazıları ise umursamaz. Ulusal Ruh Sağlığı Ensitüsü'nden Marian Radke-Yarrow ve Carolyn Zahn Waxler'in yaptığı bir dizi araştırma, empatik ilgi farklarının büyük ölçüde ailelerin çocuklarını nasıl terbiye ettiklerine bağlı olduğunu göstermiştir. Davranışlarının karşı tarafı nasıl bir sıkıntıya soktuğuna dikkat çeken bir terbiye tarzı, yani 'yaramazlık yaptın' yerine 'bak onu nasıl üzdün' denmesi, çocuklara daha fazla empati kazandırıyordu. Araştırmacılara göre, çocuklardaki empatiyi şekillendiren bir diğer etken, biri sıkıntıdayken diğerlerinin ona nasıl yaklaştığını görmesiydi; özellikle sıkıntıda olan kişilere yardımcı olmak konusunda, çocuklar gördüklerini taklit ederek empatik tepki repertuarlarını geliştiriyorlardı.

Daniel Goleman
Dugusal Zeka Neden IQ'dan daha önemlidir?



Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

11 Mart 2013 Pazartesi

Empatinin Kökleri

Gary birçok aleksitimik gibi, içgörü ve empatiden yoksundu. Ellen kendini kötü hissettiğini belirttiğinde, buna anlayış gösteremiyor; aşktan söz ettiğinde ise konuyu değiştiriyordu. Ellen'a 'yapıcı' eleştirilerde bulunduğunda, onun bunları bir yardım olarak değil, bir saldırı olarak algıladığını farketmiyordu.
Empatinin kökeni özbilinçtir; duygularımıza ne kadar açıksak, hisleri okumayı o kadar iyi beceririz. Gary gibi, kendisinin ne hissettiği hakkında hiçbir fikri olmayanlar, çevrelerindeki kişilerin ne hissettiğini anlamaktan acizdirler. Bu kişi tonlara karşı sağırdır. İnsanların söz ve hareketlerinin dokusunu oluşturan duygusal notalar ve akorların-ses tonunun, duruş değişikliğinin, çok şey ifade eden sessizliklerinin, her şeyi açığa vuran bir titremenin-farkına varamazlar.
Kendilerinin ne hissettikleri konusunda kafası karışık olan aleksitimikler, başkaları hislerini onlarla paylaştığında da aynı şekilde bir karmaşa yaşarlar. Başkalarının ne hissettiğini kaydedememek duygusal zeka bakımından büyük bir eksiklik, insan olmak anlamında da trajik bir başarısızlıktır. Çünkü ilginin, şefkatin kökü olan duygusal ahenk, empati yetisinden kaynaklanır.
Bu yeti-başka birinin ne hissettiğini bilme-satıcılık ve yöneticilikten gönül ilişkileri ve ebeveynliğe, insanların acılarını paylaşmaktan siyasal etkinliğe kadar uzanan pek çok farklı alanda karşımıza çıkar. Empati eksikliği de oldukça önemli bir göstergedir. Bu eksiklik suç işleyen psikopatlarda, ırz düşmanlarında, çocuklara sarkıntılık yapan tiplerde görülür.
İnsanlar nadiren duygulaırını kelimelere döker; çoğu kez başka ipuçları verirler. Başkasının ne hissettiğini sezebilmenin anahtarı, ses tonu, mimikler, jestler, yüz ifadesi ve benzeri türden sözsüz ifadeleri okuyabilmektir. İnsanların sözsüz mesajları okuyabilme yeteneği üzerine yapılmış belki de en kapsamlı araştırma, Harvardlı Psikolog Robert Rosenthal ve öğrencilerininkidir. Rosenthal PONS (Profile of Nonverbal Sensitivity) adı altında, nefretle analık sevgisi arasında değişen çeşitli duygularını ifade ettiği bir dizi video kasetten oluşan bir empati testi geliştirmiştir. Kasetteki sahneler kıskançlık öfkesinden af dilemeye, bir minnettarlık gösterisinden birini baştan çıkarmaya kadar açılan bir yelpazeye yayılmaktadır. Kasetler, her sahnelemede daha  fazla sözsüz iletişim kanalı sistematik olarak silinerek düzenlenmiştir; örneğin sözlerin anlaşılmaz hale getirilmesine ek olarak, bazı sahnelerde yüz ifadesi hariç diğer tüm ipuçları yok edilmiş, bazılarında ise ana sözsüz iletişim kanalları aracılığıyla sadece vücut haraketleri gösterilerek ve benzeri yöntemlerle, izleyiciler duyguyu şu veya bu şekilde sunulmuş olan belirli bir sözsüz ipucundan algılamak durumunda bırakılmıştır.
Amerika ve ayrıca onsekiz ülkede yedi binden fazla kişiye uygulanan testlerde, sözsüz işaretlerden duyguları okuyabilme üstünlüğüne sahip olanların; duygusal bakımdan daha dengeli, daha popüler, daha dışa dönük ve de beklenileceği gibi-daha duyarlı oldukları görülmüştür. Genel olarak kadınlar bu tür empati konusunda erkeklerden daha başarılıdır. Kırk beş dakikalık test sırasında, iyileşen bir performans gösterenlerin -bu, empati becerilerini sonradan edinebilecek yeteneğe sahip olduklarının işaretidir -karşı cinsle ilişkilerinin de daha iyi olduğu görülmüştür. Empatinin romantizme katkıda bulunduğunu öğrenmek, şaşırtıcı olmasa gerekir.
Duygusal zekanın diğer öğeleriyle ilgili bulgulara da uygun olarak, empatik duyarlılığın bu ölçümüyle, SAT, IQ ve diğer akademik başarı testi ölçümleri arasında sadece rastlantısal bir ilişki bulunmuştur. Empatinin akademik zekadan bağımsız olduğu, PONS'un çocuklara uyarlanmış şekliyle yapılan testlerde de görülmüştür. 1011 çocuğa uygulanan testler, sözsüz duygu iletişimini okuyabilme becerisine sahip olanların, okullarında en popüler, duygusal açıdan en dengeli çocuklar olduğunu göstermiştir. Bu çocukların derslerde ki başarısı da, sözsüz duygusal mesajları okumakta daha beceriksiz olanlardan daha yüksek bir IQ ortalamasına sahip olmadıkları halde, daha yüksekti; buradan empati yeteneğini geliştirmenin, çocukların sınıfta etkili olmasını kolaylaştırdığı sonucunu çıkarabiliriz.
Akılcı zihin sözcüklerle ifade bulur, duyguların tarzı ise sözsüzdür. Bir kişinin sözleri; ses tonu, el-kol hareketleri veya diğer sözsüz kanallardan ifade edilenlerle çelişiyorsa, duygusal gerçek ne söylediğinde değil, nasıl söylediğinde saklıdır. İletişim araştırmalarında kullanılan bir parmak hesabına göre, duygusal mesajların yüzde doksanı ya da daha fazlası sözsüzdür. Bu tür mesajların-birinin sesindeki kaygı, bir el-kol hareketindeki çabukluğun taşıdığı rahatsızlık hissi gibi -hemen hepsinin mesajın niteliğine özel bir dikkat göstermeksizin sadece zımnen algılamak ve tepki vermek yoluyla bilinçaltında kavrandığı görülmüştür. Bunu iyi ya da kötü yapmamıza yol açan becerilerin birçoğu da böyle zımnen öğrenilmektedir...

Daniel Goleman
Duygusal Zeka Neden IQ'dan Daha Önemlidir?

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

10 Mart 2013 Pazar

Aşk Üzerine Söylenmemiş Her Şey

Yüzyıllardır aşk üzerine yazılmış, çizilmiş. Filmlere, kitaplara, şiirlere, araştırmalara konu olmuş. Nedir ki insanoğlunun aşka olan bu merakı?
Açıkçası ben de merak ettim. Dedim kendi kendime herkes bir şeyler yazmış aşk üzerine, benim ne eksiğim var, haddim olmasa da ben de karalıyım bir şeyler, belki bir okuyan bulurum..
Tabii atıp tutmakla olmaz, biraz araştırma yapmak lazım, konun derinlerine inmek gerekir.. Bilim ilim önemli... Yapılan çalışmalara göz atmak şart! Dolu atıp, dolu tutmak lazım... Bana yakışanı da bu... Bakalım aşk üzerine araştırmacılar neler bulmuş, neler demiş...
Tarihe baktığımızda sevgi kuramının kurucusu Psikanalist Erich Fromm'dur. Fromm sevgiyi; insanlığın sorunlarına bir yanıt olarak, kişideki aktif ve yaratıcı gücün kaynağı bir enerji olarak ve bu söz konusu yaratıcılıkla sevmeyi de bir sanat olarak tanımlar.
Sevginin türlerine ilişkin ilk psikiyatri dalında çalışma Sigmund Freud tarafından yapılmıştır. Freud, sevginin her türlüsünün kaynağının cinsellik olduğunu öne sürer. Bu görüşüyle çok büyük eleştirilere maruz kalsa da, biyolojik olarak sevginin, hormonlar ya da kimyasallar bakımından cinsellikten başka bir kanyağı yoktur. Freud'a göre sevginin bütün diğer türleri (aile sevgisi, tanrı sevgisi) uygarlıkla gelişen yüceltmelerin sonucudur ve cinsellikten türemiştir. Bu konuda özellikle yerli kültlerindeki totem-tabu anlayışı üzerinde durarak inceleme yapar.
Her ne kadar Sigmund Freud ve Carl Rogers gibi ünlü isimler aşkın/sevginin insan deneyimi için çok önemli olduğunu vurgulamış olsa da, 1970’lere kadar açık bir tanım yapmaya teşebbüs edilmedi. Bunun nedenlerinden biri, aşkın toplumsal olarak özel ve hassas bir duygu olarak algılanmasıydı. Başka bir deyişle insanlar, işin içine bilimi sokunca büyünün bozulacağından korkmaktaydı. Bir diğer neden ise diğer tüm duygular gibi aşkın da subjektif bir deneyim oluşu nedeniyle tanımında bir konsensusa varılmasındaki zorluktu. Bir konuyu, kavramı herkes farklı anlıyor ise; bu konuda araştırma yapmak büyük ölçüde anlamsız olur. Zira, herkes farklı bir şeyi ölçmüş olabilir ve nihayetinde bir bilgi birikimine ulaşılamaz. (Livermore, 1993)
1970’lerde Amerika’da artmaya başlayan boşanma oranları ‘aşkın kutsallığı’ndan kaynaklı engeli ortadan kaldırmaya başladı. İnsanlar aşk bittiği için evliliklerini sonlandırıyorlardı. Aşk konusu artık dokunulmaması gereken bir konu olmaktan çıkıyordu. Bu nedenle araştırmacılar da bu alana odaklanmaya başladılar. Günümüzde aşk üzerine yazılmış yüzlerce makale bulunmaktadır. (Livermore, 1993)
Yapılan araştırmalar sonucunda pek çok psikolog aşka ilişkin farklı teoriler geliştirdi. Bu teorilerin bir kısmı aşkın türleri üzerineydi. Bunlardan en popüler olanlarından biri Hendrick ve Hendrick’in (1989) teorisidir. Buna göre 6 çeşit aşk vardır (Djikic & Oatley, 2004’de yer aldığı şekliyle):
 1. Eros: Tutkulu aşk diyebileceğimiz, ilişkide tatminle ve ilişkinin sürmesiyle doğrudan bağlantılı olduğu düşünülen bir aşk tipidir. Eros tipi aşıklar ilişkide risk almaya, kendilerini olduğu gibi ilişkilerine adamaya meyillidirler. Bu nedenle güçlü bir egoya sahip olmaları gerekir.
2. Ludus: Aşkı iki kişi arasında oynanan bir oyun olarak görür. Ve bu oyunun kuralları arasında monogami kesinlikle yoktur. Bu tür âşıklar için ilişkiler pek derin bir anlam taşımaz. Bu nedenle bu tip, ilişki tatminiyle ters orantı içindedir.
3. Storge: Ayakları yere basan bir aşk tipidir. Midedeki kelebeklerden çok arkadaşlığa önem verir. Bu nedenle gelişmesi, Eros’un tersine, zamana ihtiyaç duyar.
4. Pragma: Aşka büyük ölçüde mantıksal olarak yaklaşır. Önemli olan, karşıdaki insanın nitelikleridir. Bu aşık tipleri için en önemli olan şey kafalarında tasarladıkları insanı bulabilmektir. Tutku gibi Eros’u hatırlatan özelliklere odaklanmazlar. Pragma tipi aşk, uzun süreli ilişkilerde tatmin ile ilişkilidir.
5. Mania: Bağımlı aşık tipine işaret eder. Özgüveni genelde düşük olduğundan karşıdaki insana büyük ölçüde bağımlılık geliştirir (bağlılık değil, bağımlılık!). Bu aşıklar ilişkide duygusal açılıma çok açıktırlar. Mania tipi, ilişki tatminiyle ters orantılıdır.
6. Agape: Karşılık beklemeyen, taleplerde bulunmayan aşık tipidir. Sadakat, özgecilik, idealizm gibi kavramlarla özdeşleştirilir. Partnerini kendisinin önüne koyar. “O mutlu olmadıkça ben mutlu olamam” ya da “O acı çekeceğine ben çekeyim daha iyi” gibi düşünce yapıları bu aşık tipine örnek gösterilebilir.
Bu teori üzerine yapılan araştırmalar, partnerlerin özellikle Eros, Storge, Mania ve Agape tiplerinde uyumlu olduklarını göstermiş (Livermore, 1993).
Aşk kimyamızı değiştiriyor mu?
Aşık olan kişiler; kalbin daha hızlı çarpması, yüzün kızarması ve ellerin terlemesi gibi tepkiler verir. Bu durumdan, vücutta salgılanan dopamin, noradrenalin ve feniletilamin sorumludur. Yoğun mutluluk, yoksunluk ve bağımlılıkta önemli rol oynayan dopamin aynı zamanda madde ve bazı ilaç bağımlılıklarında da etkili bir hormondur. Noradrenalin adrenaline benzer. Adeta ayakları yerden keser ve kalp çarpıntısına neden olup heyecan yaratır. Aynı zamanda dikkat, kısa süreli hafıza, hiperaktivite, uykusuzluk ve hedefe yönelik davranıştan sorumludur. Yüksek dopamin seviyeleri noradrenalin ile ilişkilidir.
Dopamin ve Noradrenalin Karışımından Aşk İksiri
Aşk üzerine araştırmalar yapan Rutgers Üniversitesi Antropoloji Uzmanı Helen Fisher, bu iki hormonun birlikte salgılanmasının sevinç, yoğun enerji, uykusuzluk, yoksunluk, iştah azalması ve artmış dikkate neden olduğunu belirtiyor. Aşık olunduğunda vücut bu hormonlardan oluşan “aşk iksirini” salgılamaya başlıyor. Helen Fisher ve ekibinin gerçekleştirdiği fonksiyonel beyin görüntüleme çalışmalarında, aşık olunan kişinin fotoğrafına bakıldığı anda yapılan çekimlerde, dopamin reseptöründen zengin beyin bölgelerinde kanlanma artışının olduğu saptanmıştır.
Aşıkların Beyni Obsesif Kompulsifler Gibi
University College London araştırmacıları tarafından yapılan bir çalışmada, aşık olan insanların beyninde mutluluk hormonu olarak bilinen serotoninin azaldığı ortaya çıkmış. Bulunan düşük serotonin hormonu seviyeleri, obsesif kompulsif (tekrar eden takıntılı davranış) bozukluk sergileyen hastalarda ortaya konan serotonin eksikliği ile benzerlik gösterdiğinden kişi, aşık olduğu insanı aklından çıkaramıyor.
Bağlanmadan Sorumlu Hormonlar Bile Var
Oksitosin ve vazopressin hormonları özellikle bağlanma ile ilişkili hormonlardır ve aşktaki bağlanmadan sorumludurlar. University of California, San Francisco´da yapılmış bir araştırmaya göre oksitosin hormonu, diğer insanlarla sağlıklı ilişki kurmak ve sürdürebilmek için gerekir. Orgazm sırasında salgılanır ve duygusal bir bağın kurulmasını sağlar. Aynı zamanda doğum sırasında ve emzirme döneminde de salgılanır. Doğum eylemindeki kasılmalar oksitosin hormonu olmazsa başlamaz. Diğer bir deyişle bu hormon doğumda bebeği önce anneden ayıran ancak doğum sonrası tekrar anneye bağlayan hormondur. Doğumlardan sonra rastlanan olası bebek reddini ortadan kaldırır. Emzirme sırasında da süt kanallarının daha iyi kasılmasını ve bebeğin daha kolay emmesini sağlar.
Vazopressin hormonu erkeklerde sosyal davranıştan özellikle de başka erkeklere gösterilen saldırganlıktan sorumludur ayrıca, uzun süreli ve tek eşli ilişki ile ilişkilidir. Bu iki hormon konsantrasyonu yoğun romantik bağlanmada, eşleşme sırasında ve seks yapıldığında yükselir.
Aşkın Ömrü Ne Kadar?
Aşkın ömrü üzerine tartışmalar uzun süredir devam ediyor. Ancak bilinen gerçek şu ki, tutkulu aşk zaman içinde azalıyor. Yapılan bilimsel araştırmalarda aşkın ömrünün 2-3 yıl olduğu saptanmış. İlişki süresince aşk için gerekli olan dopamin, noradrenalin ve feniletamin gittikçe azalıyor. Aşık olunan kişinin hataları birdenbire görülmeye başlıyor. Aslında aşık olunan insan değişmiyor ancak aşık olan kişi mantık çerçevesinde değerlendirmeye başlıyor. Bu durumda iki seçenek çıkıyor kişinin karşısına; aşkınız bitiyor ya da sağlam bir ilişki haline dönüşüyor. Eğer ilişki devam ederse endorfinler devreye giriyor ve huzur, güven gibi duygular ilişkiye ekleniyor. Seksle beraber oksitosinin salınması ile doyum ve bağlanma gerçekleşiyor.
Kime Aşık Olacağımızı Nasıl Seçiyoruz?
Yapılan bilimsel araştırmalara göre aslında kişiler eşlerini de kendisine benzeyen kişilerden seçiyor. İskoçya’da University of St. Andrews’da yapılan bir çalışmanın sonucuna göre, eş seçimi ile ilgili yapılan testlerde kişilerin, kendilerine gösterilen portre fotoğraflarından, genellikle kendilerine benzeyenleri seçme eğiliminde olduğu saptanmış. Görünüşte olduğu gibi kişilik seçiminde de birey, kendine geçmişi hatırlatan kişileri tercih ediliyor.
Aşk Niye Acı Veriyor?
İlişki istendiği gibi gitmediğinde hayat kabusa dönebiliyor. Pek çok kişi hayatının bir döneminde sevdiği kişi tarafından reddedilme durumuyla karşılaşabiliyor. Özellikle geçmişinde büyük kayıplar yaşamış kişiler ayrılığa karşı daha duyarlı ve savunmasız olabiliyor. Bu gibi durumlarda genel olarak kişide; umutsuzluk, öfke gibi duygular oluşuyor. Yalnızlık korkusu, karamsarlık, hayatı yaşamaya değer bulmama, hayatın anlamsızlığı düşünülüyor. Evden dışarı çıkmama, günlük hayatın aksaması gibi durumlarla karşılaşılabiliyor. Derin bir acı yaşanıyor. Ölüm düşünceleri, intihara eğilime kadar giden depresyon görülebiliyor.
Aşk Sadece Duygu Mu?
Erken dönemde aşkın dopaminle ilişkili olduğu düşünüldüğünde, aşkın yalın bir duygudan öte bir şey olduğu anlaşılıyor. Aşk, aşık olunan kişinin peşinden sürüklenmeye, sadece onu düşünmeye ve ona odaklanmaya iten güçlü bir “dürtü”. Bugüne kadar aşk adına yapılmış resim, tiyatro oyunu, edebi eserlere bakıldığında aşkın basit bir duygudan öte tüm yaşamı peşinden sürükleyen güçlü bir arzu olduğu görülüyor. Evrimsel yönden düşünüldüğünde ise soy ve yaşam devamlılığını sağlayan itici bir kuvvet olduğu düşünülüyor. Tabii bu kadar güçlü bir itici kuvvetin karşısında durmak akıntıya tek dalla karşı gelmeye benziyor.
Yukarıda yazılanlar aşka ışık tutmak adına yapılmış araştırmalar, kanıta dayalı tıpın bize sunmuş olduğu veriler... Bunlar benim erişebildiğim çalışmalar, sizin de bildiğiniz, bulduğunuz çalışmalar, yayınlar varsa ve benimle paylaşırsanız mutlu olurum.
Bana göre ise aşk; aynı anda aynı noktaya bakıp, aynı şeyleri görüp, aynı şeyleri düşünebiliyorsan  işte o aşktır. Aynı gecede, aynı anda, gördüğün aynı rüyadır. Eğer kendimiz olamıyor, kendimiz gibi davranamıyorsak, gururu, onuru bir kenara bırakmışsak bu aşkın havada yarattığı büyüdür...    
Aşk çılgınlıktır, sen sen olmaktan çıkma halidir... Aşk mutasyondur... Aşk yakar, kavurur...Aşk yarası kılıç yarası gibidir, kalpte izi kalır...
Aşk bir çınar ağacının altında el ele oturup, birbirinin gözünün içine bakmak değildir. Bu tip aşklara ben yeni nesil aşklar diyorum...
Aşk başta iki kişiliktir ve sonunda tek olarak var olmak için iki kişiye ihtiyaç duyulur. Tek taraflı aşk, aşk değildir. Tek taraflı aşk, kendini bulamama durumudur. Mutsuz aşkların tarihine de baktığımızda, tek taraflı aşk değil, kavuşamama, erişememe hali söz konusudur...  
University College London araştırmacılarının yapmış olduğu çalışma Aragon'un ünlü sözü "Mutlu Aşk Yoktur''u mu doğrulamakta? bilemiyorum ama tarihte bütün yazılı aşk hikayelerinin üzerinde de kara bulutlar var... Kerem ile Aslı, Leylâ ve Mecnûn, Tahir ile Zühre, Romeo ve Jülyet daha bir çok hikaye... Bunlar benim ilk aklıma gelenler, sizin de aklınıza gelenler varsa, siz de yazın yorumlara.
Aragon '''Mutlu Aşk Yoktur'' derken kafasından ne geçiyordu bilemiyorum ama, ben bu kadar karamsar bakmıyorum bakamıyorum, belki de gerçek olan mutlu aşkın yazılı tarihi olmamasıdır...


Sevgi ve ışıkla kalın
Persephone



Olmadığını Olmaya Çalışmak

Olmadığını olmaya çalışmak çok fazla çaba gerektirir ve insanı tüketir. Oysa ki; kendin olmak en basit ve kolay yoldur. Hiç bir çaba gerektirmez...


Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

7 Mart 2013 Perşembe

Huzur bulasın diye,
Bugün özgür bıraktım seni ruhum,
Benden çok uzaklara giderken,
Arkandan el salladım mutluluğa uzanışına,
Yolun açık olsun,uğurlar ola...

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone


Önce Duygular, Sonra Düşünceler

Akılcı zihnin kaydetmesi ve karşılık vermesi duygusal zihinden bir ya da iki dakika daha uzun sürdüğünden, duygusal bir durumda 'ilk dürtü' kafadan değil, kalpten gelir. Hızlı tepkiden daha yavaş ikinci bir tür duygusal tepki de, hissedilmeden önce düşüncelerimizde için için kaynayıp olgunlaşırr. Duyguları uyandırmaya yönelen bu ikinci yol daha fazla düşüncelerden kaynaklanır ve biz de düşüncelerin genellikle farkında oluruz. Bu tür bir duygusal tepkide daha uzun süreli bir değerlendirme vardır; düşüncelerimiz -biliş-hangi duyguların uyandırılacağını belirlemekte başrolü oynar. Bir kez bir değerlendirme yaptığımızda -'bu taksi şöförü beni kandırıyor' ya da 'bu bebek çok sevimli' -arkasından bunlara uygun bir duygusal tepki gelir.Bu daha yavaş sıralamada,daha tam olarak ifade edilen düşünce duygudan önce gelir. Mahcubiyet ya da yaklaşmakta olan bir sınavın heyecanı gibi daha karmaşık duygular, bu daha yavaş yolu takip eder ve açılımları saniyeler ya da dakikalar alır, bunlar düşüncelerden çıkan duygulardır.
Buna karşılık, hızlı tepki sıralamasında duygular düşünceden ya önce ya da onunla ayn anda gerçekleşir. Hızla ateşlenen bu duygusal tepki, ilkel ölüm kalım mücadelesi gibi acil durumlarda bize hakim olur. Bu tür hızlı kararların gücü, bir acil duruma karşılık vermemiz için bizi anında harekete geçirmesinde yatar. En yoğun duygularımız irade dışı tepkilerdir; ne zaman patlayacaklarına karar veremeyiz. Stendhall'ın yazdığı gibi, 'Aşk iradeden bağımsız olarak gelip geçen bir humma nöbeti gibidir.'  Sadece aşk değil, öfke ve korkularımız da çevremizi sararak, bizim seçimimiz olmaktan çok, bize olan bir şey gibi görünürler. Bu nedenle elimize bir mazeret verirler. Gerçek şu ki, sahip olduğumuz duyguları seçemiyoruz, diyor Ekman. Bu da insanlara, duygularının esiri olduğunu söyleyerek hareketlerini mazur gösterme fırsatı verir.
Anında algılama ve değerlendirici düşünce aracılığıyla duyguya giden hızlı ve yavaş yollar olduğu gibi, ayrıca çağrılarak gelen duygular da vardır. Bunun bir örneği, bir aktörün meslek icabı yaptığı kasten oynanan hislerdir; istenilen etkiyi yaratmak için bilerek kullanılan üzücü anların yol açtığı gözyaşları gibi. Aktörler, doğal olarak duyguya giden ikinci yol olan düşünme yoluyla hissetmeyi bilerek kullanmakta, hepimizden daha beceriklidir. Belli bir düşüncenin uyandıracağı belirli duyguları kolayca değiştirmesek de, çoğu zaman ne düşüneceğimizi seçebilir ve seçeriz de. Erotik fantezinin cinsel duygulara yol açması gibi,mutlu anılar bizi neşelendirir, melankolik düşünceler derinlere dalmamıza neden olur.
Ancak akılcı zihin, genellikle hangi duygulara sahip olmamız gerktiğine karar veremez. Bunun yerine duygularımız bize çoğu zaman oldu-bitti şeklinde gelir. Akılcı zihin, normalde bu tepkilerin seyrini kontrol edebilir. Birkaç istisna bir yana,ne zaman kızgın, üzgün vb. olacağımıza karar veremeyiz...


Daniel Goleman
Duygusal Zeka Neden IQ'dan Daha Önemlidir?


Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

24 Şubat 2013 Pazar

ŞaNs YaNı BaŞıNızDa



Yakın dönemde Avrupa'da çok tuhaf bir deney yapılmış. İşte deney ve sonuçları:
Bazıları kendilerini şanslı gören, bazıları ise görmeyen gönüllüler bir sınava tabi tutuldu. Her birine gazete veriliyor ve içinde yayınlanmış fotoğrafların tam sayısını birkaç dakika içinde hesaplamaları isteniyordu. Birkaç sayfa sonra, gazetenin tam ortasında büyükçe bir ilanla karşılaşmışlardı ve ilanda iri puntolarla şöyle yazıyordu: Bu gazetede 46 fotoğraf var.
Şanslı olduklarını düşünen insanların hepsi bu mesajı okuyunca saymaya son vermişler. Gazeteyi kapayıp araştırmacıya, 'kırk altı fotoğraf' var demişler.
Peki, sizce, şanssız olduklarını düşünenler ne yapmış?
Evet tam da tahmin ettiğiniz gibi gazetenin sonuna kadar saymaya devam etmişler. Ama onlara neden ilanı dikkate almadıkları sorulduğunda hepsi birden, ilan mı ne ilanı demiş? Hiçbiri ilanı görmemiş!!! 
Herkesin yaşamında karşısına sayısız fırsatlar çıkmakta...Bunun fırsat olduğunu kimimiz görüyoruz, kimimiz görmüyoruz. Hayatta herkesin şansının eşit olduğunu düşünüyorum. Tek fark görmeyi bilmek... Genelde görmeyi bilen kişiyi şanslı, görmeyi bilmeyen kişiyi de şanssız olarak tanımlıyoruz...
Hayatımıza yön veren seçimlerimizdir. Boşuna dememiş sanırım büyüklerimiz 'insan kendi şansını, kendi yaratır' diye...
 ‘Ne şanssız bir adamım ben' derseniz öyle olursunuz. ''Araştırmacı Richard Wiseman sekiz yıl boyunca şans faktörü üzerinde yaptığı yüzlerce deney, yüzlerce görüşme ve binlerce test sonucunda böyle söylüyor. Şans, insanların başlarına gelen iyi ya da kötü olayları açıklama biçimi. Ama Hertfordshire Üniversitesi araştırmacısı Wiseman, bu tanımlamayla yetinmeyip insan hayatındaki “şans faktörünü” ortaya çıkarmaya karar vermiş ve bu uğurda tam 8 yılını harcamış.
Ünlü araştırmacı “Şans, ilahi bir hediye ya da sihirli bir yetenek değildir. Aslında şans, bir zihin durumu, düşünme ve davranma biçimidir. İnsanlar şanslı ya da şanssız doğmazlar, düşünceleri, hisleri ve davranışlarıyla iyi ve kötü şanslarını kendileri yaratırlar'' görüşünde.
İnsanın kendi şansını kendisinin yarattığını savunan Richard Wiseman, içsesini dinlemenin, gelecekte iyi şans beklemenin ve talihsizliklerin üzerinde durmamanın şans için çok önemli olduğunun altını çiziyor. Ancak araştırmasının, şansın psişik güçlerle ya da zeka ile bir ilişkisinin olmadığını ortaya koyduğunu söylemeden de edemiyor...


Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

23 Şubat 2013 Cumartesi

Eski Zamanlardan Bir Şarkı...

Yolda dalgın dalgın,kafanda binbir düşünceyle seyir halinde giderken,radyoda bir şarkı takılır kulağına... 'Tracy Chapman Baby Can I Hold You' çalmakta...Sıyrılırsın bulunduğun zamandan,düşersin boşluğun sıcak,şefkatli kollarına...Aklının alamayacağı kadar uzaklaşır,bir anda o eski günlerin renkli çiçekli,düş bahçelerinde bulursun kendini...İşte bazen bir şarkı böyle sarar insanın benliğini...olmadık anda,olmadık zamanda....
 
 
 
Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone
 

22 Şubat 2013 Cuma

Herkes farkına varmadan kendi gerçekliğini yaratır ve kendi yarattığı inançlarının meyvesini toplar...

Persephone

18 Şubat 2013 Pazartesi

Kutsal Avcı



Yunan mitolojisinde avcı tanrıça Artemis üzerine bir öykü vardır. Artemis avcıların en yücesiydi, çünkü çabasızca avlanıyordu. Gereksinimlerini kolaylıkla karşılıyor, ormanla kusursuz bir uyum içinde yaşıyordu. Ormandaki her şey Artemis'i seviyor, onun tarafından avlanmayı onur sayıyordu. Hiç avlanır gibi görünmexdi Artemis. Gereksindiği ona gelirdi. En iyi avcı olmasının nedeni buydu ama bu onu aynı zamanda da en güç av haline getiriyordu. Tanrıçanın hayvan biçimi, avlanması neredeyse olanaksız, büyülü bir geyikti.
Artemis, kralın Herkül'e bir görev verdiği güne dek ormanda kusursuz bir uyum içinde yaşadı.Herkül kendi kurtuluşu için savaşıyordu. Kralın verdiği görev Artemis'in büyülü geyiğini avlamaktı. Zeus'un yenilgi bilmez oğlu Herkül karşı çıkmadı. Geyiği avlamak için ormana girdi. Herkül'ü gören geyik korkmadı ondan. Yaklaşmasına izin verdi ama Herkül yakalamaya çalıştığında kaçtı. Artemis'ten bile iyi bir avcı haline gelmeden bu geyiği yakalamasının yolu yoktu.
Herkül, tanrılar ulağı, ölümsüzlüklerin en hızlısı Hermes'i çağırıp kanatlarını ödünç aldı. Artık Hermes kadar hızlıydı. Avların en değerlisi çok geçmeden elindeydi. Artemis'in tepkisini hayal edebilirsiniz. Herkül tarafından avlanmış, ödeşmek istiyordu elbette. O da Herkül'ü avlamak için elinden geleni yaptı, ama artık Herkül'dü en zor av. Öylesine özgürdü ki Herkül, Artemis ne yaptıysa da tutamadı onu.
Artemis'in Herkül'e hiç mi hiç ihtiyacı yoktu. Onu ele geçirmek için güçlü bir istek duydu. Ama bu,kuşkusuz bir yanılsamadan ibaretti.Herkül'e aşık olduğunu sandı,onu kendisine istedi.Kafasında tek bir şey vardı; Herkül'e sahip olmak. İsteği mutluluğunu alıp götüren bir saplantıya dönüştü. Artemis değişmeye başlamıştı. Artık zevk için avlandığından ormanla uyum içinde yaşamaz oldu. Kendi kurallarını çiğneyip yırtıcı bir hayvana dönüştü. Hayvanlar korkmaya, orman onu kendisinden uzaklaştırmaya başladı. Ama o aldırmadı. Gözleri gerçeği görmez olmuştu. Zihni Herkül ile doluydu.
Herkül'ün yapacağı çok iş vardı. Yine de kimi zaman ormana gider, Artemis''i ziyaret ederdi. Ormana her gelişinde Artemis onu avlamak için elinden geleni ardına komazdı. Herkül ile birlikte olmak onu çok mutlu ediyordu. Ama gideceğini biliyor, kıskanıyor, sahipleniyordu onu. Herkül'ün her ayrılışında acıya, gözyaşlarına boğuluyordu.
Herkül Artemis'in zihninde olup biteni bilmiyordu. Artemis'in kendisini avladığını fark etmemişti. Zihninde o hiçbir zaman av değildi. Artemis'i seviyor, sayıyordu. Tanrıçanın istediği ise bu değildi. Kutsal avcı ona sahip olmak istiyordu, avlamak ve onunla birlikte vahşi bir hayvan olmak istiyordu. Ormanda kendisinden başka her varlık Artemis'teki bu değişimin farkındaydı. Zihnindeyse o hala kutsal avcıydı. Yükseklerden düştüğünün ayırdında değildi. Onunla birlikte bütün avcıların düştüğünü, yırtıcı hayvanlara dönüştüğünü, bir zamanlar cennet olan ormanın cehennem olduğunu görmüyordu.
Günün birinde Hermes hayvan biçimine büründü. Artemis tam onu avlamak üzereyken yeniden Tanrı oldu.  Böylece, yitirdiği bilgeliğe yeniden kavuştu Artemis. Tanrı, avcı tanrıçaya ölümsüzlerin katından düşmüş olduğunu bildirdi. Artemis Herkül'den bağışlamasını diledi. Onu yükseklerden düşüren, kendisini önemsemesinden başka bir şey değildi. Herkül'le konuşurken aslında onu hiç kırmamış olduğunu fark etti. Nasıl kırsın? Herkül zihninden neler geçirdiğini bilmiyordu ki. Çevresine baktı, ormana neler yapmış olduğunu gördü. Sevgiyi yeniden kazanana dek her bir çiçekten, her bir hayvandan özür diledi. Bir kez daha kutsal avcı haline geldi.  
Sevmeye önce kendimizden başlayabilsek... Sevgiyi, adaleti ve mutluluğu avlamaktan vazgeçebilsek... İçimizdeki sevgiyi ele geçirip, kendimize teslim olsak... Belki o zaman içimizdeki sevgiyi hisseder ve gerçek sevgiyi bulur, ihtiyaçlarımzı karşılayacak sevgiyi aramaktan  vazgeçeriz...
Elimizde olmayanı başkasıyla paylaşamayız. Kendimizi sevmezsek başkasını da sevemeyiz...
Sevmeye, mutlu olmaya, eğlenmeye, gülmeye, sevgimizi paylaşıp sevgiyi almaya hepimizin hakkı var...

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

Mutluluk

Mutluluk; her şeye rağmen hayata gülümsemek... Her batan günün ardından, yeni bir günün doğacağını bilmektir... Her sabah doğan güneşin bir mucize olduğuna... Güneşin her doğduğu ufukta, umuda giden bir yolun mutlaka bulunduğuna inanmaktır...

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

8 Şubat 2013 Cuma

Başarı bir seyahattir, hedef değil.
Mutluluk, giden yolun üzerindedir, yolun sonunda değil.
Zira yolun sonunda olsa, ona varıldığında yol bitmiş ve vakit de geçmiş olurdu.
Mutlu olmanın zamanı ise bugündür, yarın değil.
Akıllı insan odur ki, sahip olmadığı şeyler için üzülmez.
Sahip olduğu şeylerin ise değerini bilir, sevinir.

Filozof Epiktetos

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone 

6 Şubat 2013 Çarşamba

Önce Kendini Değiştir

Bir manastırda bir piskoposun mezarı başında yazılı şu cümleler ne anlamlıdır:


Genç ve hür iken, düşlerim sonsuz iken, dünyayı değiştirmek isterdim. Yaşlanıp akıllanınca, dünyanın değişmeyeceğini anladım. Ben de düşlerimi kısıtlayarak, sadece memleketimi değiştirmeye karar verdim. Ama o da değişeceğe benzemiyordu.

4 Şubat 2013 Pazartesi

ÖLÜM

Doğan Cüceloğlu'nun eğitimdeki katılımcılarla aralarındaki konuşma:
Cüceloğlu:Arkadaşlar,aranızda ölümcül hastalığı olan var mı?
Katıtlımcılardan Biri:Allah'a şükür,hocam,bildiğimiz kadarı ile yok.
Cüceloğlu:Ne güzel!Peki,bana,istisnasız tüm insanların,yani altı milyar insanın da başına geleceği garanti bir şey söyler misiniz?Cevap neredeyse otomatik olarak çıkar.
Katılımcılardan Biri:ÖLÜM.
Cüceloğlu:Gerçekten de ölüm tüm insanların başına kesinlikle gelmiştir,ama bundan sonra gelmesi kesin tek şey ölümdür.Peki, madem öleceğimiz garanti,bu benim ölümcül bir hastalığım olduğunu göstermez mi?
Katılımcılar burada sessizce,başlarıyla onaylamaya başlar.Öleceğim belli ise benim ölümcül bir hastalığım olduğuda açıktır.Şu şekilde devam ederim:Peki,ne zaman öleceğimizi biliyor muyuz?
Katılımcılardan Biri:Hayır.
Cüceloğlu:Şu saniye içinde olma olasılığı var mı?
Katılımcılardan Biri:Var.
Cüceloğlu:Yarın?
Katılımcılardan Biri:Evet.

3 Şubat 2013 Pazar

Eski Bir Çin Hikayesi...

Köyün birinde yaşlı bir adam yaşarmış. Çok fakirmiş ama Kral'ın bile kıskandığı bir ata sahipmiş.Kral bu at için ihtiyara neredeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış. 'Bu at benim için; bir dost, insan dostunu satar mı?' dermiş.
Bir sabah kalkmışlar ki at yok! Köylü ihtiyarın başına toplanmış. 'Seni ihtiyar bunak, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın' demişler.