19 Ağustos 2016 Cuma
Sayfalar
Hırsla çeviriyorum sayfaları. Gözlerim mi satırları kovalıyor, satırlar mı gözleri mi, bilmiyorum. Kaybettiğim bir şeyleri arıyorum sayfalarda sanki bulacakmışım gibi. Ne aradığımı da bilmiyorum aslında. Öylesine kayıplık hissi.
Yitirilen zaman sayfalarda mı gizli? Olmadığını biliyorum ama kendime hakim olamıyorum. Bir şeyin öcünü alıyorum sayfalardan.
Okuma açlığı, sonsuz bilgiye ulaşma isteği kemiriyor ruhumu. Mümkün mü sonsuz bilgi? Her şeyi bilmek mümkün mü? Hiç sanmıyorum. Bir şey öğreniyorsun, okudukça yine yeni bir şey öğreniyorsun, yaşadıkça daha fazlasını öğreniyorsun bu böylece devam ediyor. En büyük problem okuduklarını, yaşam tecrübelerini sindirmek. Okuduklarından doğru bulduklarını hayatına adapte etmek. Gördüğün yanlışlarını doğrularla düzeltmek.
Alışkanlıklarından vazgeçmek, yerine yeni alışkanlıklar koymak imkansız değil, ama ciddi bir çaba gerktiriyor. Bir çok şeyi otomatik yapıyoruz çünkü. Sabah kalktığında kaç kere şimdi ne yapmam lazım diye düşünüyorsun. Önce yüzümü mü yıkamalıyım yoksa dişimi mi fırçalamalıyım ya da kahve mi içmeliyim diye düşünüyor musun hiç? Hayır! Rutinin belli... Kafa yormuyorsun... Karar vermiyorsun, seçim yapmıyorsun. Olduğu gibi akıyor her şey... Keşke her şey böyle olsa... Bir de kafa yorman gereken şeyler var ya hayatta, işte yaşamın en pis noktası da bu.
Ya karar vermek zorundasın ya da seçim yapmak zorunda...
Önünde duran kararsızlıklarla, kendinle çelişen duygularla, ikilemlerle baş etmekle yükümlüsün. Baş edemezsen de kaybedersin...
Bu kadar da basit aslında her şey;
Ya kaybedensindir ya da kazanan...
SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone
17 Ağustos 2016 Çarşamba
Bir Şarkıyı Bir Hite Nasıl Dönüştürürsünüz?
2003 yazında Arista Records'ın Steve Bartles adındaki promosyon yöneticisi, radyo DJ'lerini arayarak çok beğeneceklerine emin olduğu yeni bir şarkıdan bahsetmeye başladı. Hip-hop grubu OutKast'ın ''Hey Ya!'' adlı şarkısıydı bu.
''Hey ya!'', funk, rock ve hip-hop'un bir parçada Big Band swing'le birleştirildiği neşeli bir şarkıydı ve yeryüzünün en popüler gruplarından birine aitti. Radyolarda çalınan hiçbir şarkıya benzemiyordu. ''İlk duyduğumda tüylerim diken diken oldu'' dedi Bartles bana. ''Tam bir hite benziyordu. Bar mitzvah törenlerinde ve okulların mezuniyet balolarında yıllarca duyulacak türden bir şarkı gibiydi.'' Arista ofislerindeki yöneticiler koridorlarda birbirlerine şarkının nakaratını (''shake it like a Poloroid Picture'') söylüyorlardı. Hepsi de bu şarkı çok tutacak diye düşünmekteydi.
Bu kesin kanı yalnızca sezgilere dayanmıyordu. O zamanlar her yerde olduğu gibi müzik endüstrisinde de,veri analizlerine dayalı bir dönüşüm süreci yaşanmaktaydı. Perakendeciler nasıl alışverişçilerin alışkanlıklarını tahmin etmek için bilgisayar algoritmalarından yararlanıyorlarsa, müzik ve radyo yöneticileri de dinleyicilerin alışkanlıklarını tahmin etmek için bilgisayar programlarından yararlanıyorlardı. (Yapay zeka uzmanları ve istatistikçilerden kurulu, İspanya merkezli olan bir grup olan) Polyphonic HMI şirketi, Hit Song Science (Hit Şarkı Bilimi) adını taşıyan bir program yaratmıştı. Bu program, bir melodinin matematiksel özelliklerini inceleyip, popüler olma şansını tahmin ediyordu. Parçanın temposunu, perdesini, melodisini, akorlarını ve diğer faktörleri Polyphonic HMI'ın veritabanında depolanmış binlerce hit'le karşılaştırarak, melodinin başarılı olma şansının bulunup bulunmadığını öngören bir puan verebiliyordu.
Program, örneğin Norah Jones'un Come Away With Me adlı parçasının hit olacağını, endüstrinin büyük çoğunluğu albümü reddettikten sonra tahmin etmişti. (Albüm sonradan on milyon sattı ve sekiz Grammy kazandı.) Santana'nın ''Why Don't You and I'' adlı parçasının da popüler olacağını, DJ'lerin şüphelerine rağmen öngörmüştü. (parça Billboard'un Top 40 listesinde üç numaraya yükseldi.)
Radyo istasyonlarının yöneticileri ''Hey Ya!''yı Hit Son Science'dan geçirdiklerinde iyi bir sonuç aldılar. Hatta iyiden de iyi bir sonuçtu bu: Şarkı gelmiş geçmiş en yüksek puanlardan birini almıştı.
''Hey Ya!'', algoritmaya göre müthiş bir hit olacaktı.
4 Eylül 2003'te radyonun en çok dinlendiği saat olan 19:15'te, Philadelphia'daki Top 40 istasyonu WIOQ, radyoda ''Hey Ya!''yı çalmaya başladı. Şarkıyı o hafta yedi defa daha, ay boyunca da toplam otuz yedi defa yayınladı.
Aynı dönemde Arbitron adındaki bir şirket de yeni bir teknoloji test etmekteydi. Bu teknoloji, belli bir anda belli bir radyo istasyonunu kaç kişinin dinlemekte olduğu ve spesifik bir şarkı sırasında kaç kişinin kanal değiştirdiğinin anlaşılmasına imkan veriyordu. WIOQ da teste dahil edilen istasyonlardan biriydi. İstasyon yöneticileri ''Hey Ya''nın dinleyicileri radyonun başına mıhlayacağına emindi.
Derken veriler geldi.
Verilere göre dinleyiciler ''Hey Ya!''yı beğenmemekle kalmamış, ondan nefret etmişlerdi. Ondan o kadar çok nefret etmişlerdi ki, aşağı yukarı üçte biri şarkının ilk otuz saniyesi içinde istasyon değiştirmişti. Bu durum yalnızca WIOQ için geçerli değildi üstelik. Ülkenin dört bir yanında, Chicago, Los Angeles, Phoenix ve Seattle'daki radyo istasyonlarında ne zaman ''Hey Ya!'' şarkısı çalınsa, çok büyük sayılarda dinleyici başka kanallara geçiyordu.
Çeşitli yerel istasyonlarda yayınlanan ve her hafta sonu iki milyondan fazla insan tarafından dinlenen bir Top 40 radyo şovunun sunucusu olan John Garabedian, ''Onu ilk duyduğumda müthiş bir parça olduğunu düşündüm'' dedi. Ama başka şarkılara benzemiyordu, dolayısıyla yayınlandığı zaman bazı insanlar deliye döndü. Bir dinleyicim bana bunun hayatı boyunca duyduğu en berbat şey olduğunu söyledi.''
''İnsanlar Top 40'ı, ya en sevdikleri şarkıları, ya da tıpkı en sevdiklerine benzer şarkıları duymak için dinlerler. Farklı bir şey çalınınca bozulurlar. Tanıdık olmayan bir şey duymak istemezler.''
Arista ''Hey Ya!''nın tanıtımına çok para dökmüştü. Parçanın büyük başarı yakalmasına müzik ve radyo endüstrilerinin ihtiyacı vardı. Hit şarkılar servet değerindedir. Bunun tek sebebi insanlar şarkıyı satın almaları değildir. Hit şarkılar, dinleyicileri video oyunlarını ve İnternet'i bırakıp radyoya yönelmeye ikna da edebilir. Hit şarkılar televizyonda spor arabalar, moda mağazalarında giysiler sattırabilir. Hit şarkılar, reklam verenlerin, televizyon istasyonlarının, barların, dans kulüplerinin(hatta Apple gibi teknoloji firmalarının) bel bağladığı düzinelerce para-harcama alışkanlığının temelinde yer alır.
Ama şimdi, en çok umut bağlanan şarkılardan biri (algoritmaların yılın şarkısı olacağını tahmin ettiği bir melodi) çaresizlik içinde çırpınıyordu. Radyo yöneticileri ''Hey Ya!''yı bir hite dönüştürmenin bir yolunu bulmaya mecburdular.
Bu soru (''Bir şarkıyı bir hite nasıl dönüştürürsünüz? sorusu), müzik endüstrisinin varlık göstermeye başladığı zamanlardan beri çözümü bulunamamış bir bilmecedir. İnsanlar ancak son yirmi otuz yıldır spesifik cevaplara ulaşmayı denemişlerdir. Bu işin öncülerinden biri Rich Meyer adındaki eski bir radyo istasyonu yöneticisiydi. Meyer 1985'te karısı Nancy ile birlikte Chicago'daki evlerinin zemin katında Mediabase adlı bir şirket kurmuştu. Karı koca her sabah uyanıp, çeşitli şehirlerdeki radyo yayınlarının önceki gün kaydedilmiş bantlarını dinler, çalınmış olan her şarkıyı analiz edip, kaç kere çalındğını sayarlardı. Sonra Meyer hangi melodilerin popülarite açısından yükselişte veya düşüşte olduğunu gösteren haftalık bir haber bülteni yayınlardı.
İlk birkaç yıl boyunca, haber bülteninin yüz kadar abonesi oldu, dolayısıyla Meyer ile karısı şirketi ayakta tutmakta zorlandılar. Ama dinleyicilerini çoğaltmak için Meyer'in görüşlerinden faydalanmaya (ve özellikle de, onun dinleyici trendlerini açıklamak için icat ettiği formülleri incelemeye) başlayan istasyonların sayısı zamanla arttı. Sonuçta Meyer'ın haber bülteni, Mediabase'in sattığı veriler, sonra da giderek büyümekte olan veri-odaklı danışmanlık endüstrisi tarafından sağlanan benzeri hizmetler, radyo istasyonlarının çalışma tarzını değiştirdi.
Meyer'ın en sevdiği bilmecelerden biri de, bazı şarkılar çalınırken dinleyicilerin radyo frekansını değiştirmeye neden hiç yeltenmediğiydi. DJ'ler arasında bu türden şarkılar ''yapışkan'' olarak nitelendirilirdi. Meyer yıllar yılı yüzlerce yapışkan şarkıyı takibe alarak, popülerliklerini neye borçlu olduklarını keşfetmeye çalışmıştı. Ofisi, üzerine çeşitli yapışkan şarkıların özelliklerini işaretlediği şema ve grafiklerle doluydu. Meyer her zaman yapışkanlığı ölçmenin yeni yollarını aradı. ''Hey Ya!''nın piyasaya çıktığı sıralarda, Arbitron'un gerçekleştirmekte olduğu testlerden elde edilmiş verilerle deney yapmaya başlamıştı. Amacı bu verilerin kendisine yeni sezgiler sağlayıp sağlamayacağını anlamaktı.
Zamanın en yapışkan şarkılarından bazıları çok bariz sebeplerden dolayı yapışkandı: Örneğin Beyonce'nin ''Crazy in Love'' Justin Timberlake'in ''Senorita''sı piyasaya daha yeni çıkmış ve çıkar çıkmaz tutulmuştu, ama bunlar tanınmış yıldızlar tarafından icra edilmiş müthiş şarkılardı, dolayısıyla yapışkan olmaları doğaldı. Halbuki bazı şarkılar, kimsenin tam olarak anlayamadığı sebeplerden ötürü yapışkandı. Örneğin 2003 yazı süresince istasyonlarda Blu Cantrell'in ''Breathe'' adlı parçası çalınırken hemen hiç kimse frekans değiştirmemişti. Şarkı hiç hatırda kalmayan, tempo ağırlıklı bir melodiydi. DJ'ler onu o kadar yavan bulmuşlardı ki, çoğu DJ'in bu parçayı çalsa da gönülsüzce çaldığını müzik yayınlarında ifade etmişlerdi. Ama insanlar, anketçilerin de sonradan keşfettikleri gibi, şarkıyı çok fazla sevmediklerini belirtmiş olsalar da radyoda her çalındığında nedense durup dinliyorlardı. 3 Doors Down grubunun ''Here Without You'' adlı parçası ve Maroon 5 grubunun hemen her şarkısı içinde aynı şey geçerliydi. Bunlar o kadar özelliksiz gruplardı ki, eleştirmenler ve dinleyiciler onların donuk sound'ları için (''bath rock'' adı verilen) yeni bir müzik kategorisi icat etmişlerdi. Ama şarkılar radyoda ne zaman çalınsa, hemen hiç kimse istasyon değiştirmiyordu.
Bir de, dinleyicilerin hiç hoşlanmadıklarını söyledikleri, ama yine de yapışkan olan şarkılar vardı. Mesela Christina Aguilera ve Celine Dion. Yapılan her ankette, erkek dinleyiciler Celine Dion'dan nefret ettiklerini, şarkılarına katlanamadıklarını söylüyorlardı. Ama ne zaman radyoda bir Dion melodisi duysalar, o istasyondan ayrılamıyorlardı. Los Angeles piyasası içinde, her saat sonu düzenli olarak Dion çalan istasyonlar(dinleyici sayısı ölçüldüğü zaman görüldüğü üzere) dinleyicileri yüzde 3 gibi bir oranla rahat rahat artırabiliyorlardı. Radyo dünyasında muazzam bir rakamdı bu. Erkek dinleyiciler Dion'dan hiç hoşlanmadıklarını düşünüyor olabilirlerdi, ama Dion şarkıları duydukları zaman onlara yapışıp kalıyorlardı.
Meyer bir gece oturup, bir sürü yapışkan şarkıyı art arda, döne döne, tekrar tekrar dinlemeye koyuldu. Bunu yaparken, aralarında bir benzerlik fark etmeye başladı. Şarkıların birbirine benzediği filan yoktu. Bazıları balad, bazıları pop melodileriydi. Ne var ki her biri Meyer'in bu özel kategoriye ait şarkılardan duymayı beklediği şeye tıpatıp uyduğu için, insan hepsinin birbirine benzediğini düşünüyordu. (Radyaodaki başka her şey gibi) kulağa tanıdık geliyorlardı, ama biraz daha gösterişli, kusursuz şarkının altın oranına biraz daha yakındılar.
Meyer bana şöyle anlattı: ''Bazen istasyonlar dinleyicileri telefonla arayarak bir şarkıdan küçük bir kuple dinletirler, dinleyiciler de 'Milyon defa duydum bunu. Bıkkınlık geldi artık' derler. Ama radyoda çalındığı zaman bilinçaltınız 'Ben bu şarkıyı biliyorum! Milyon defa dinledim onu! Eşlik edebilirim!' der. Yapışkan şarkılar radyoda duymayı beklediğiniz şarkılardır. Beyniniz o şarkıyı gizlice ister, çünkü o şarkı zaten duymuş ve beğenmiş olduğunuz başka her şeye çok benzemektedir. Tam size göredir.'
Bize ''tanıdık'' gelen sesleri tercih etmemizin nörolojimizin bir ürünü olduğunu gösteren kanıtlar vardır. Araştırmacılar insanların beyinlerini müzik dinlemekte oldukları sırada incelemiş, beynin hangi işitsel uyarıların kavranmasıyla ilişkili olduğunu gözlemlemişlerdir. Müzik dinlemek, işitme korteksi, talamus ve superior parietal korteks dahil, beynin bir çok bölgesini aktive eder. Aynı bölgeler, paternleri tanıma ve beynin hangi girdilere dikkat edip hangilerini göz ardı edeceğine karar vermesine yardımcı olma işlevleriyle de ilişkilidir. Başka bir deyişle, müziği işleyen beyin bölgesi, paternleri bulmak ve onlarda tanıdık özellikler aramak üzere tasarlanmıştır. Bu gayet mantıklıdır. Müzik ne de olsa karmaşık bir şeydir. Hemen her şarkının içinde (hatta gürültülü bir caddede konuşmaya çalışan birinin cümlelerinde) yer alan tonlar, perdeler, üst üste binmiş melodiler ve birbiriyle yarışan sesler o kadar yoğun ve kuvvetlidir ki, beynimizin bazı seslere odaklanıp diğerlerini yoksayma yeteneği olmasaydı her şeyi kakafoni olarak algılardık.
Beyinlerimiz müzikte tanıdıklık arar, çünkü dikkatimizi bütün o seslere dağıtmadan dinleyebilmemizi tanıdıklık sağlar. MIT'deki bilim insanları tarafından keşfedildiği gibi, davranışsal alışkanlıklar bizi aksi taktirde her gün vermek zorunda kalacağımız sayısız kararın altında ezilmekten nasıl kurtarıyorsa, dinleme alışkanlıkları da benzer bir sebep için vardır: Onlar olmasaydı, bir futbol maçında çocuğumuzun sesine mi, antrenörün düdüğüne mi, yoksa işlek bir caddeden gelen gürültüye mi konsantre olacağımıza karar vermemiz imkansızlaşırdı. Dinleme alışkanlıkları, önemli sesleri yok sayılabilecek seslerden ayırmamızı ve bunu farkında olmadan yapmamızı mümkün kılar.
(Daha önce hiç duymadığınız halde) kulağınıza ''tanıdık'' gelen şarkıların yapışkanlık kazanmasının sebebi de budur. Beyinlerimiz, daha önce duymuş olduklarımıza benziyormuş gibi gelen işitsel paternleri tercih etmek üzere tasarlanmıştır. Celine Dion piyasaya yeni bir şarkı çıkardıysa (ve bu şarkı onun diğer tüm şarkılarına olduğu gibi, radyoda çalan başka şarkılarında çoğuna benziyorsa) beyinlerimiz farkında olmadan onun tanıdıklığını arzulamaya başlar ve şarkı yapışkanlık kazanır. Bir Celine Dion konserine belki hiç gitmezsiniz, ama onun şarkılarını radyoda dinlerdsiniz, çünkü arabanızla işe giderken duymayı beklediğiniz türden şarkılardır onlar. Alışkanlıklarımızla mükemmelen uyumludurlar.
Hit Song Science programı da, müzik yöneticileri de ''Hey Ya!''nın bir hit olacağına eminken şarkının radyoda neden tutmadığı, işte bu anlayış yarımıyla açıklığa kavuştu: Problem ''Hey Ya!''nın kötü bir şarkı olması değildi. Problem Hey Ya'nın tanıdık olmamasıydı. Radyo dinleyicileri kendilerine sunulan her yeni şarkı için bilinçli bir karar vermek istemiyordu. Çoğu zaman, bir şarkıyı sevmeyi ya da sevmemeyi gerçek anlamda seçmeyiz. Böyle bir seçim yapmak çok fazla zihinsel efor gerektirecektir. Daha ziyade, işaretlere(''Bu şarkı şimdiye dek hoşuma gitmiş olan tüm diğer şarkılar gibi'') ve ödüllere (''Çalarken mırıldanmak da eğlenceliymiş!) tepki verir ve hiç düşünmeden ya şarkıyı söylemeye başlar ya da istasyon değiştiririz.
O halde DJ'ler ''Hey Ya!'' gibi şarkıları, sonunda tanıdık gelmeye başlayana dek sabırla dinlemeye dinleyicilerini nasıl ikna ederler?
Yeni bir şeye eski giysiler giydirerek ve tanıdık olmayanı tanıdık göstererek tabii ki.
DJ'ler çok geçmeden fark ettiler ki, ''Hey Ya!''yı bir hite dönüştürmek için kulağa tanıdık gelmesini sağlamak gerekiyordu. Bunu yapmak içinde özel bir şeye ihtiyaç vardı.
Hit Song Science gibi bilgisayar programları insanların alışkanlıklarını öngörmekte oldukça başarılıydı. Ama bazen bu algoritmaların, henüz gerçek anlamda ortaya çıkmamış alışkanlıkları tespit ettiği de oluyordu. Şirketler pazarlama faaliyetlerini henüz edinmediğimiz ya da daha kötüsü, (acıklı baladlara olan gizli düşkünlüğümüz gibi) kendimize itiraf etmek istemediğimiz alışkanlıklara yöneltirlerse kepenk indirme tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Bir süpermarket ''Bizim şekerli gevrek ve dondurma reyonumuz çok zengindir!'' diye övünürse, alışverişçiler ondan uzak dururlar. Bir kasap ''İştre size akşam yemeğiniz için bir parça bağırsak'' diyecek olsa, 1940'ların ev kadını güveçte ton balığı yapmayı tercih eder. Bir radyo istasyonu ''Yarım saatte bir Celine Dion çalıyoruz!'' diye böbürlensw, kimse o istasyonu dinlemez.
''Hey Ya!''nın bir hit olabilmesi için, yerleşmiş bir dinleme alışkanlığının parçası haline gelmesi gerekiyordu. Bir alışkanlığın parçası haline gelebilmesi için de, önceleri biraz kamufle edilmesi gerekiyordu. İşte bu yüzden, Philadelphia'daki WIOQ'da(ve ülkenin dört bir yanındaki diğer istasyonlarda) DJ'ler ''Hey Ya!''yı her çaldıklarında onu çok popüler iki şarkı arasına sandviç yapmaya özen gösterdiler. ''Artık kitaplara geçmiş bir şarkı-listesi teorisidir bu'' dedi bir radyo danışmanı olan Tom Webster. ''Yeni bir şarkıyı, geniş çapta popülarite kazanmış iki hit parça arasında çalarsın.''
Ama DJ'ler ''Hey Ya!''yı gelişigüzel bir hit'in yanında yayınlamıyorlardı: Bu Cantrell, 3 Doors Down, Maroon 5, Christina Aguilera gibi sanatçılara ait, Rich Meyer'in diğerlerininkine benzemeyen bir yapışkanlığa sahip olduğunu keşfettiği türden şarkılar arasına sandviç yapıyorlardı. (Hatta bazı istasyonlar aynı şarkıyı iki defa kullanmaya çok hevesliydi.)
''Bir şarkı-listesini yönetmenin püf noktası, riski azaltmaktır' dedi Webster. ''İstasyonlar yeni şarkılar çalma riskini göze almak zorundadır, aksi taktirde insanlar dinlemeyi bırakır. Ama dinleyicinin asıl istediği, zaten sevdiği şarkılardır. Demek ki yeni şarkıları mümkün olduğunca hızlı bir şekilde tanıdıklaştırmamız gerekir.''
WIOQ ''Hey Ya!''yı Eylül başında (sandviç yapmadan) çalmaya başladığında, şarkı her çalındığında dinleyicilerin yüzde 26.6'sı istasyon değiştiriyordu. Ekim'e kadar şarkı yapışkan hitler arasında çalındıktan sonra bu ''istasyon değiştirme faktörü'' yüzde 13.7'ye düştü. Aralık ayına gelindiğinde yüzde 5.7 oldu. Ülkenin dört bir yanındaki diğer büyük radyo istasyonları da aynı sandviç tekniğini uyguladılar ve istasyon-değiştirme oranı onlarda da aynı paterni izledi.
Dinleyiciler ''Hey Ya!''yı tekrar tekrar dinledikçe şarkı tanıdıklaştı. İyice poüler olduğu zaman, WIOQ günde on beş defa ''Hey Ya!'' çalmaya başladı. Dinleme alışkanlıklarındaki değişim insanları ''Hey Ya!''yı beklemeye(hatta onu arzulamaya) sevk etti. Bir ''Hey Ya!'' alışkanlığı doğdu. Şarkı yoluna devam ederk bir Grammy kazandı, 5.5 milyondan fazla albüm sattırdı ve radyo istasyonlarına milyonlarca dolar kazandırdı. ''Bu albüm OutKast'in adını süperstarların arasına kazıdı'' dedi promosyon yöneticisi Bartles bana. ''Hip-hop'cu olmayan dinleyiciler de bu albüm sayesinde grupla tanıştılar. Şimdilerde yeni bir sanatçının bana single'ını dinlettikten sonra Bu şarkı yeni 'Hey Ya!' olacak dediğini duymak öyle hoşuma gidiyor ki.''
KİTAP: Alışkanlıkların Gücü
YAZAR: CHARLES DUHİGG
SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone
16 Ağustos 2016 Salı
Aynadaki Yüz
Bir gün kendinizle karşılaşsanız, kendinizle ilgili ne düşünürdünüz, hiç düşündünüz mü? Kendinizle karşılaşmayı hayal edebilir misiniz? Karşıdan biri geliyor ve o gelen kişi sizsiniz. Sizde uyanan ilk izlenim ne olurdu? Kendinizle ilgili ne söylerdiniz?
Mutlu, mutsuz... Sevimli, sevimsiz... Heyecanlı, heyecansız... Sevgisiz, sevgi dolu vs.
Ne hissettiniz? İnsanların sizinle ilgili ne hissettiğini anlayabildiniz mi? Böyle bir hissi yaşamak kolay olmasa gerek. Bir başkasıymış gibi kendinizle karşılaşmak! Ütopik! Ancak filmlerde görebileceğimiz bir sahne...
Belki her sabah aynaya bakıyoruz ve kendimizle karşılaşıyoruz. Yalnızca görmek için baktığımız şeyleri görüyor, bir çok şeyi gözden kaçırıyoruz. İnsanlardan bir şeyler bekliyoruz. Peki biz insanlara ne veriyoruz? Aynada ki yüzümüzle, insanlarda görmek istediğimiz yüz örtüşüyor mu? Bir çok konuda insanları eleştiriyoruz. Şu kişi çok mızmız, bu kişi kendini beğenmiş, şu da amma suratsız. Bu böylece uzayıp gidiyor. Olumlu yönlerini gördüğümüz insanlarda yok değil. Bazen huzurlarına bazen her gördüğümüzde ne kadar güler yüzlü diye aklımızdan geçirdiğimiz hatta gıpta ile baktığımız insanlar var.
Biz insanlara ne verdiysek onu mu alıyoruz? Yoksa insanlar bize ne verdiyse onu mu alıyor? Bilmiyorum. O kısmı muamma... Ama şuna inanıyorum ki; evrenin işleyen bir yasası var ve sen ne verirsen onu alırsın hayattan ve insanlardan... Er ya da geç.
SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone
14 Ağustos 2016 Pazar
Meteor Yağmuru
Şöyle gece yarısı uzanmak istiyorum kumsala. Bu gece de meteor yağmuru varmış, izlesem çıplak gözle diyorum. Çıplak gözle bile göreceksiniz diyor ya uzmanlar. Bakıyorum odamın penceresinden, geçemiyorum hayallerin ötesine. Hani nerede meteor yağmuru? Yok işte. İlla karanlık köşede, açık alanda mı olmak gerek. İlla da kumsala mı uzanmam gerek! Kandırıyorlar mı insanları yoksa; eğer ortalık karanlıksa evinizin balkonundan bile izleyebilirsiniz diye. Bakıyorum etrafa şehir karanlık, derin uykuda. Ne bir meteor var ortada ne yağmur ne de bir yıldız... Pıfff yine mi ıskaladı bizi bu şans. Haydi dedim kalsın yarına, belki yarın şans güler bana da... Hava kızıl mı kızıl... Yağmur ha yağdı ha yağacak. Hay ben bu şansa... Yok işte meteor yağmuru. Yine kaçırdım bu muhteşem doğa olayını. Arkası yarın başka yağmurlara...
SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone
13 Ağustos 2016 Cumartesi
İncecik Bir Gerçeklik Diliminde Mahsur Kalmak
Rengin, çevremizdeki dünyanın temel bir özelliği olduğunu düşünürüz; ama dış dünyada renk diye bir şey yoktur aslında.
Elektromanyetik ışınım bir nesneye çarptığında, bir kısmı nesneden seker ve gözlerimiz tarafından yakalanır. Dalgaboyu kombinasyonlarından milyonlarcasını ayırt edebiliriz; ama bunların renge dönüştüğü tek yer, kafamızın içidir. Renk dediğimiz şey, çeşitli dalgaboyları için yaptığımız ve yalnızca içsel dünyamızda varlık bulan bir yorumdan başka bir şey değildir.
İşin daha da tuhafı şu ki, sözünü ettiğimiz dalgaboyları yalnızca ''görünür ışığı'', yani kırmızıdan mora kadar olan dalgaboyu tayfını kapsar. Ama görünür ışık elektromanyetik tayfın on trilyonda birinden azını, yani yalnızca küçücük bir bölümünü oluşturur. Tayfın geri kalanı; radyo dalgaları, mikrodalgalar, X-ışınları, gama ışınları, cep telefonu konuşmaları, kablosuz bağlantıları vb.ni içerir. İşte bütün bu bileşenler, şu anda bile içimizden akıp geçmekteyken, bizler hiçbir şeyin farkında değilizdir. Bunun nedeni ise, tayfın geri kalanından gelen sinyalleri alacak özelleşmiş reseptörlerimizin bulunmayışıdır. Gerçekliğin görebildiğimiz incecik dilimi, biyolojimizle sınırlandırılmıştır.
Her canlı, yalnızca kendi gerçeklik dilimini algılayabilir. Bir kenenin, ışık ve sese kapalı dünyasında çevresinden algılayabildiği sinyaller sıcaklık ve vücut kokusuyla sınırlıdır. Bir yarasanın dünya algısı, konum belirlemede kullandığı hava basınç dalgası yankılarıyla(ekolokasyon), bir siyah hayalet bıçak balığının ki ise elektrik alanlarındaki sapmalarda tanımlıdır. Bunlar, bu canlıların ekosistemleri içinde algılayabildikleri ince dilimlerdir. Hiçbir canlı, nesnel gerçekliğin kendisini deneyimlemez; deneyimleyebildiği tek şey, geçirdiği evrim sürecinin izin verdikleriyle sınırlıdır. Buna rağmen, büyük olasılıkla kendi gerçeklik diliminin nesnel dünyanın tümünü kapsadığı varsayımıyla yaşamaktadır. Öyle ya, algıladıklarımızın dışında da bir şeylerin var olduğunu kurgulamanın ne anlamı olabilir ki?
Öyleyse kafanızın dışındaki dünya gerçekte nasıl bir yerdir? Burada renk olmadığı gibi, ses de yoktur: Havanın sıkışması ve genleşmesi, kulaklar tarafından algılanıp elektrik sinyallerine dönüştürülür. Beyin, daha sonra bu sinyalleri bize tatlı sesler, hışırtılar, gümbürtüler, tıkırtılar, şıngırtılar vb. halinde sunar. Gerçeklik, kokusuzdur da aynı zamanda: Beyinlerimizin ötesinde koku diye bir şey yoktur bile. Havada süzülen moleküller burunlarımızdaki reseptörlere bağlanır ve beyin tarafından farklı kokular olarak yorumlanır. Gerçek dünya duyusal zenginliklerle dolu bir yer değildir; her şey, beynimizin kendi duyarlılığıyla dünyayı bizim için aydınlatmasından ibarettir.
Sizin Gerçekliğiniz, Benim Gerçekliğim
Kendi gerçekliğimin sizinkiyle aynı olduğunu nereden bileceğim? Bu sorunun yanıtını vermek, çoğumuz için olanaksızdır. Ama gerçeklik algısı bizimkinden ölçülebilir bir derecede farklı olan küçük bir grup da vardır.
Hannah Bosley'i ele alalım. Hannah alfabedeki harflere baktığında, renklerin de devreye girdiği içsel bir deneyim yaşıyor. 'J' harfi ona göre bariz biçimde morken 'T' de kırmızı. Harfler Hannah'da otomatik ve istemsiz biçimde renk deneyimlerine yol açıyor; kurduğu bağlantılar ise her zaman aynı. 'Hannah' ismi onun için sarıyla başlayan, sonra kırmızıya, sonra bulut rengine dönüşen bir günbatımını çağrıştırıyor. 'Iain' isminin çağrıştırdığı şeyse kusmuk (gerçi o ismi taşıyanlara karşı herhangi bir olumsuz yaklaşımı yok).
Hannah'ın bu özelliğinin ne şiirsellikle ne de mecaz eğilimiyle ilgisi var. Yaşadığı bu algısal deneyimler 'sinestezi' olarak bilinir. Sinestezi, duyuların(bazen de kavramların) birbiriyle harmanlaşmış olduğu bir durumdur ve bir çok farklı çeşidi vardır. Kimileri sözcüklerin tadını alırken kimileri sesleri renk olarak görür, kimileri de görsel hareketi işitir. Nüfusun yaklaşık %3 kadarında sinestezinin bir türü vardır.
Hannah, laboratuvarımda incelediğim 6.000'in üzerindeki sinestezik kişiden yalnızca biri; hatta kendisi laboratuvarımda iki yıl süreyle çalıştı da. Sinestezi üzerinde çalışmamın nedeni, bir başkasının gerçeklik deneyiminin benimkiyle ölçülebilir düzeyde farklı olduğunu açık biçimde gösteren az sayıdaki durumdan biri olmasıdır. Sinestezi bunun ötesinde, dünyayı algılayış biçimimizin standart olmadığını da gösterir.
Tıpkı komşu mahallelerde olduğu gibi, sinestezi de beynin duyu bölgeleri arasındaki karşılıklı konuşmaların bir sonucudur ve beyin devrelerinde ortaya çıkan mikroskobik değişimlerin bile farklı gerçekliklerle sonuçlanabileceğini gösterir.
Bu tür deneyimler yaşayan insanlarla ne zaman karşılaşsam, gerçekliğe ilişkin deneyimlerin kişiden kişiye -beyinden beyine- farklı olabileceğini bir kez daha hatırlarım.
Kitap: Beyin Senin Hikayen
Yazar: David Eagleman
SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone
3 Ağustos 2016 Çarşamba
İç Çekiş
Ah bu gidişler,
Bir de dönüşleri olmasa
Gidip gidip geri dönmeler
Geçmişle edilen mücadeleler
Sonu gelmez hüzünler
Derin iç çekişler...
Yarınlarda olamayışlar
Hayaller ve gerçekler arasındaki bocalamalar...
Güzelliklerin arasında,
Umutların eşliğinde
Yapılan doyumsuz yolculuklar...
Tadına doyulmayan rakı, beyaz peynir, kavun...
Bir de yanında musiki,
Arka fonda Zeki Müren...
Bir de eşsiz dost muhabbetleri...
Günbatımına yüz vuran kuşlar...
Maviliğin serinliğinde iç huzur...
Adalar kadar yalnız, açan begonviller kadar şen...
SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone
Bir de dönüşleri olmasa
Gidip gidip geri dönmeler
Geçmişle edilen mücadeleler
Sonu gelmez hüzünler
Derin iç çekişler...
Yarınlarda olamayışlar
Hayaller ve gerçekler arasındaki bocalamalar...
Güzelliklerin arasında,
Umutların eşliğinde
Yapılan doyumsuz yolculuklar...
Tadına doyulmayan rakı, beyaz peynir, kavun...
Bir de yanında musiki,
Arka fonda Zeki Müren...
Bir de eşsiz dost muhabbetleri...
Günbatımına yüz vuran kuşlar...
Maviliğin serinliğinde iç huzur...
Adalar kadar yalnız, açan begonviller kadar şen...
SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone
1 Ağustos 2016 Pazartesi
Sevgilim, Bir Günün
Sevgilim, bir günün ortası şimdi
Taşıtlar hızla gelip geçiyor, her yer kalabalık,
Ben seni düşünüyorum bir bodrum kahvesinde
Uzat bana uzat ellerini
İzinli askerler görüyorum, kırıtarak yürüyen işçi kızlar
İstanbul her günkü yaşantısı içinde, uğultulu,
Güvercinler güneşten bir sessizliği biriktiriyor
Taşıtlar hızla gelip geçiyor, her yer kalabalık,
Ben seni düşünüyorum bir bodrum kahvesinde
Uzat bana uzat ellerini
İzinli askerler görüyorum, kırıtarak yürüyen işçi kızlar
İstanbul her günkü yaşantısı içinde, uğultulu,
Güvercinler güneşten bir sessizliği biriktiriyor
Ben seni düşünüyorum seni
Hani tıpkı o ilk günlerdeki gibi
Kalbim diyorum kalbim
Daha dün tezgâhtan çıkmış bir su sayacı gibi
Aşkı anılar besliyor düşler kadar
Bu yüzden diyorum ki aşk eskidikçe aşktır
Sevgi eskidikçe sevgi.
Hani tıpkı o ilk günlerdeki gibi
Kalbim diyorum kalbim
Daha dün tezgâhtan çıkmış bir su sayacı gibi
Aşkı anılar besliyor düşler kadar
Bu yüzden diyorum ki aşk eskidikçe aşktır
Sevgi eskidikçe sevgi.
Günümüz ekmeğimiz, türkümüz
Çoluğumuz çocuğumuz
Binalar yan yana yükselip gidiyor
Vapurların ağzı köpük içinde
Uzaklarda ne kapılar açılıyor
Tirenin biri bir istasyona varıyor
Ordan çıkıyor biri.
Çoluğumuz çocuğumuz
Binalar yan yana yükselip gidiyor
Vapurların ağzı köpük içinde
Uzaklarda ne kapılar açılıyor
Tirenin biri bir istasyona varıyor
Ordan çıkıyor biri.
Her şey biliyor her şey
Sen biliyor musun bakalım
Seni nice sevdiğimi?
Üstüne titrrediğimi?
Sen biliyor musun bakalım
Seni nice sevdiğimi?
Üstüne titrrediğimi?
Geldiğimi?
Gittiğimi
Gittiğimi
Hadi!
Cemal Süreya
Sevdiklerinize sımsıkı sarılın...
SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone
31 Temmuz 2016 Pazar
Gün Bu Gün
Sen orada ben burada
Ne kadar adil bu dünya,
Mutluluk iki dudak arasında...
Güneş tepemde doğuyor bugün,
Akşamda tepemde batacak bu gün...
Varsın olsun akşam...
Aydınlıklar hepimizin...
Teselliler hep göğsümüzün sol tarafında...
Neşeyle doğsa da güneş,
Hep bir hüzünle batıyor...
Gel birlikte doğuralım günü,
Birlikte aydınlatalım bugünü...
Elele son verelim hüzünlere...
Güneş tepemizde batsa da,
Ay dünyamızı aydınlatsın...
Yıldızlar parlatsın geleceğimizi...
Aydınlıklar bizim olsun,
Karanlıklar gömülsün toprağa...
SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone
29 Temmuz 2016 Cuma
Dijital Aşk
İnternette tanışıp evlenen çiftlerin ilişkilerinin kötü gitmesi ve ayrılmaları daha olasıdır. Doğru mu Yanlış mı?
Yanlış. Bu türde yapılan ve 20.000 Amerikalıyı kapsayan 2013 yılına ait bir araştırma internette veya internet dışında tanışan evli çiftlerin aynı mutluluk puanlarına sahip olduğunu bulgulamıştır. Son derece mutsuz= 1, Kusursuz= 7 olan bir ölçekte internette tanışan çiftler için ortalama mutluluk skoru 5,64 iken internet dışında tanışanlar için bu skor 5,48'dir. Yani, illa bir etkiden bahsedeceksek, internette tanışan çiftler ilişkilerinde daha mutlular. Keza, saha araştırması süresince (yedi yıl) ayrılan çiftlerin oranı internette tanışanlarda (yüzde 5,96) diğerlerine göre (yüzde 7,67) daha azdı.
Peki eşinizle nerede tanıştığınız gerçekten önemli mi? İnternette tanışanlara bakacak olursanız, hiç önemli değil. Bu yüzden bir erkekle barda tanışmışsanız, ilişkinizin sonunun kötü biteceğini söyleyen parlak magazin dergilerinin Doğru Erkek mi Yoksa Bu Gecelik Doğru mu? adlı anketlerini bir kenara atabilirsiniz. Sanal dünyada tanışan çiftlerin ayrılık oranları azıcık daha fazladır, ama bunun dışında pek bir fark yok.
Tahmin edeceğiniz üzere, internette tanışmanın en popüler yolu arkadaşlık siteleridir. Bu durumda bazı sitelerin diğerlerinden daha iyi olup olmadığı sorusu akla gelmektedir. Hiç kuşkusuz alan araştırmasını yaptıran(öncü arkadaşlık sitelerinden birinin pazarlama yöneticileri) kişilerin aklında bu soru vardı. Neyse ki bu şirket araştırmacılara verileri manipüle etmeleri için hiçbir baskı yapmadı ve çeşitli arkadaşlık sitelerinde bir fark bulunmadı.
Yani yalnızsanız alacağınız ders basit: hemen gidip birini bulun. İnternette mi yoksa dışarıda mı tanıştığınızın hiçbir önemi yok. Gerçekten de, eğer amacınız evlilikse, söz konusu araştırmanın dayandığı gerçeği bilmeniz gerekir: artık her üç evlilikten biri internette başlıyor.
Kitap: psy-q
Yazar: Ben Ambridge
SEVGİ ve IŞIK'la kalınız...
Sevgiler...
Yanlış. Bu türde yapılan ve 20.000 Amerikalıyı kapsayan 2013 yılına ait bir araştırma internette veya internet dışında tanışan evli çiftlerin aynı mutluluk puanlarına sahip olduğunu bulgulamıştır. Son derece mutsuz= 1, Kusursuz= 7 olan bir ölçekte internette tanışan çiftler için ortalama mutluluk skoru 5,64 iken internet dışında tanışanlar için bu skor 5,48'dir. Yani, illa bir etkiden bahsedeceksek, internette tanışan çiftler ilişkilerinde daha mutlular. Keza, saha araştırması süresince (yedi yıl) ayrılan çiftlerin oranı internette tanışanlarda (yüzde 5,96) diğerlerine göre (yüzde 7,67) daha azdı.
Peki eşinizle nerede tanıştığınız gerçekten önemli mi? İnternette tanışanlara bakacak olursanız, hiç önemli değil. Bu yüzden bir erkekle barda tanışmışsanız, ilişkinizin sonunun kötü biteceğini söyleyen parlak magazin dergilerinin Doğru Erkek mi Yoksa Bu Gecelik Doğru mu? adlı anketlerini bir kenara atabilirsiniz. Sanal dünyada tanışan çiftlerin ayrılık oranları azıcık daha fazladır, ama bunun dışında pek bir fark yok.
Tahmin edeceğiniz üzere, internette tanışmanın en popüler yolu arkadaşlık siteleridir. Bu durumda bazı sitelerin diğerlerinden daha iyi olup olmadığı sorusu akla gelmektedir. Hiç kuşkusuz alan araştırmasını yaptıran(öncü arkadaşlık sitelerinden birinin pazarlama yöneticileri) kişilerin aklında bu soru vardı. Neyse ki bu şirket araştırmacılara verileri manipüle etmeleri için hiçbir baskı yapmadı ve çeşitli arkadaşlık sitelerinde bir fark bulunmadı.
Yani yalnızsanız alacağınız ders basit: hemen gidip birini bulun. İnternette mi yoksa dışarıda mı tanıştığınızın hiçbir önemi yok. Gerçekten de, eğer amacınız evlilikse, söz konusu araştırmanın dayandığı gerçeği bilmeniz gerekir: artık her üç evlilikten biri internette başlıyor.
Kitap: psy-q
Yazar: Ben Ambridge
SEVGİ ve IŞIK'la kalınız...
Sevgiler...
28 Temmuz 2016 Perşembe
Hasta Odası
Hafif solgun, uykulu, acılara şahitlik etmiş bir hastane odasındayım. Penceresinden gecenin ıssızlığı eşliğinde, bahçesini seyrediyorum şimdi. Kulaklığımdan yükselen ses; Bülent Ortaçgil'in sesi 'Sensiz Olmaz' diyor... Kimbilir kimler gözyaşları içinde hastalarına, kaybettiklerine sensiz olmaz demişti bu bahçede...
Havanın serinliğinde binalar gözümde daha bir devleşiyor, taşları daha bir soğuk geliyor. Sokak lambasının ışığında ağaçlar daha bir yeşil. Camda asılı şanlı bayrağımız daha bir kırmızı.
Havanın deniz tuzu karışmış taze yaz kokusunu içime çekerken, hastanelerin o tuhaf kokusunu almaz olduğumu farkettim. Asıl tuhaf olan insanın her şeye alışıyor olması oysa ki. Yıllar yılı hastane koridorlarında dolaşmak bu kokuya karşı beni hissizleştirmiş. Bir çok şeye hissizleştiğim gibi. Alıştıkça hissizleşiyor insan. Sıradanlaşıyor alışılmaması gerekenler. Bir tuhaf duygu yitimi...
Odanın içine dalıyor gözlerim. Kimler gelip geçmişti bu odadan. Canlandırmaya çalışıyorum gözümde. Yapamıyorum. Kim acıları görmek ister ki gören gözleriyle? Bembeyaz duvarlar sağlığın timsali gibi. Bu duvarlar arasından kimileri mutluluklarıyla, kimileri acılarıyla birlikte ayrılıyor. Çare arayana çare olamamak zor. İnsan merhem olmak istiyor yaralara. Biliyorum ki herkesin bir derdi var, hangi derde çare olayım...
Koridordan gelen bir hastanın acılı haykırışı uzaklaştırıyor beni düşüncelerimden. Daha bir sessizleşiyor, içime kapanıyorum iyiden iyiye...
Dua ediyorum; 'Allah'ım dünyadaki tüm acıları dindir' diye.
Acılar da biz insanoğlu için mutluluklar da...
SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone
Havanın serinliğinde binalar gözümde daha bir devleşiyor, taşları daha bir soğuk geliyor. Sokak lambasının ışığında ağaçlar daha bir yeşil. Camda asılı şanlı bayrağımız daha bir kırmızı.
Havanın deniz tuzu karışmış taze yaz kokusunu içime çekerken, hastanelerin o tuhaf kokusunu almaz olduğumu farkettim. Asıl tuhaf olan insanın her şeye alışıyor olması oysa ki. Yıllar yılı hastane koridorlarında dolaşmak bu kokuya karşı beni hissizleştirmiş. Bir çok şeye hissizleştiğim gibi. Alıştıkça hissizleşiyor insan. Sıradanlaşıyor alışılmaması gerekenler. Bir tuhaf duygu yitimi...
Odanın içine dalıyor gözlerim. Kimler gelip geçmişti bu odadan. Canlandırmaya çalışıyorum gözümde. Yapamıyorum. Kim acıları görmek ister ki gören gözleriyle? Bembeyaz duvarlar sağlığın timsali gibi. Bu duvarlar arasından kimileri mutluluklarıyla, kimileri acılarıyla birlikte ayrılıyor. Çare arayana çare olamamak zor. İnsan merhem olmak istiyor yaralara. Biliyorum ki herkesin bir derdi var, hangi derde çare olayım...
Koridordan gelen bir hastanın acılı haykırışı uzaklaştırıyor beni düşüncelerimden. Daha bir sessizleşiyor, içime kapanıyorum iyiden iyiye...
Dua ediyorum; 'Allah'ım dünyadaki tüm acıları dindir' diye.
Acılar da biz insanoğlu için mutluluklar da...
SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone
27 Temmuz 2016 Çarşamba
Sosyal Yatırım Sayesinde Hayatta Kalmak ve Serpilmek
Sosyal desteğe duyduğumuz ihtiyaç yalnızca kafamızın içinde değildir. Evrim psikologları sosyal bağlar ve ilişkiler kurmaya duyduğumuz ihtiyacın biyolojik yapımızın bir parçası olduğunu söylemektedirler. Olumlu bir sosyal bağ kurduğumuzda salgılanan haz verici oksitosin hormonu huzursuzluğumuzu azaltarak odaklanma yetimizi arttırır. Her sosyal bağlantı kardiyovasküler, nöro-endokrin ve bağışıklık sistemlerimizi güçlendirir, dolayısıyla ne kadar fazla bağ kurarsak o kadar sağlıklı hale geliriz.
Sosyal destek için öyle bir biyolojik ihtiyacımız vardır ki bedenimiz onsuz düzgün çalışmaz. Örneğin sosyal temasın olmayışı bir yetişkinin kan basıncına 30 puan ekleyebilmektedir. Chicago Üniversite'sinde psikolog olan John Caicoppo 'Yalnızlık' adlı ufuk açıcı kitabında otuz yıldan fazla bir zamana yayılan çalışmaları derlemiştir. Cacioppo kitabında sosyal bağlantıların yoksunluğunun bazı hastalıklar kadar ölümcül olabileceğini ortaya koymuştur. Doğal olarak bu durum fizyolojik açıdan da zarar vermektedir. 24.000 çalışan üzerinde yapılmış olan ulusal bir araştırmanın sonuçları, sosyal bağı zayıf olan kişilerin, sosyal bağları güçlü olanlara oranla iki ya da üç kat daha fazla depresyon yaşadığını ortaya koymuştur.
Diğer yandan, sağlam bir sosyal desteğe sahip olduğumuzda daha dayanıklı hale geliriz, hatta bu durum hayat süremizi bile etkileyebilmektedir. Bir araştırmada kalp krizi geçirdikten sonraki altı ay boyunca duygusal destek alan kişilerin, almayanlardan üç kat daha fazla yaşama şansına sahip oldukları ortaya konmuştur. Meme kanseri destek gruplarının ameliyat olan katılımcıların yaşamını iki kat uzattığı bir araştırmayla ortaya konmuştur. Araştırmacılar sosyal desteğin kişilerin yaşam süresinde sigara içmek, yüksek tansiyon, obezite ve spor kadar etkililolduğunu göstermişlerdir. Bir grup doktorun ifade ettiği üzere, 'Bir cankurtaran botunu denize indirirken kimse mobilyaları saklayıp yiyecekleri denize atmaz. Eğer insan hayatının bir bölümünden vazgeçmek zorundaysa bir arkadaşla geçirilen zaman listenin en sonunda olmalıdır: Hayatta kalmak için bu bağ gereklidir.' Denizdeyken yalnızca sala değil, saldaki arkadaşlarına da sarılanların suyun üzerinde kalacakları görünmektedir.
Kitap: Mutluluk Avantajı
Yazar: Shawn Achor
SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone
Sosyal destek için öyle bir biyolojik ihtiyacımız vardır ki bedenimiz onsuz düzgün çalışmaz. Örneğin sosyal temasın olmayışı bir yetişkinin kan basıncına 30 puan ekleyebilmektedir. Chicago Üniversite'sinde psikolog olan John Caicoppo 'Yalnızlık' adlı ufuk açıcı kitabında otuz yıldan fazla bir zamana yayılan çalışmaları derlemiştir. Cacioppo kitabında sosyal bağlantıların yoksunluğunun bazı hastalıklar kadar ölümcül olabileceğini ortaya koymuştur. Doğal olarak bu durum fizyolojik açıdan da zarar vermektedir. 24.000 çalışan üzerinde yapılmış olan ulusal bir araştırmanın sonuçları, sosyal bağı zayıf olan kişilerin, sosyal bağları güçlü olanlara oranla iki ya da üç kat daha fazla depresyon yaşadığını ortaya koymuştur.
Diğer yandan, sağlam bir sosyal desteğe sahip olduğumuzda daha dayanıklı hale geliriz, hatta bu durum hayat süremizi bile etkileyebilmektedir. Bir araştırmada kalp krizi geçirdikten sonraki altı ay boyunca duygusal destek alan kişilerin, almayanlardan üç kat daha fazla yaşama şansına sahip oldukları ortaya konmuştur. Meme kanseri destek gruplarının ameliyat olan katılımcıların yaşamını iki kat uzattığı bir araştırmayla ortaya konmuştur. Araştırmacılar sosyal desteğin kişilerin yaşam süresinde sigara içmek, yüksek tansiyon, obezite ve spor kadar etkililolduğunu göstermişlerdir. Bir grup doktorun ifade ettiği üzere, 'Bir cankurtaran botunu denize indirirken kimse mobilyaları saklayıp yiyecekleri denize atmaz. Eğer insan hayatının bir bölümünden vazgeçmek zorundaysa bir arkadaşla geçirilen zaman listenin en sonunda olmalıdır: Hayatta kalmak için bu bağ gereklidir.' Denizdeyken yalnızca sala değil, saldaki arkadaşlarına da sarılanların suyun üzerinde kalacakları görünmektedir.
Kitap: Mutluluk Avantajı
Yazar: Shawn Achor
SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone
13 Temmuz 2016 Çarşamba
Tüketiyoruz
Yürüyorum hızlıca,
Zamanla yarışıyorum,
Duruyorum arada,
Yalnızca bir yudum nefes almak için...
Bir sağa bir sola savruluyorum.
Kim farkında bunun benden başka?
İnişler, çıkışlar...
Kim görüyor bunları benden başka?
Kimse!
Çünkü bu savruluş; benim!
Bu iniş çıkışlar; benim!
Bugün giymek ister misin benliğimin örtüsünü?
Anlamak, gerçekten anlamak ister misin beni?
Bugün bir kez benim yerime nefes almak ister misin?
Bakmak ister misin benim penceremden?
Var mı buna cesaretin?
Bir kez de senin bulunduğun yeri, benim gözlerimle görmek ister misin?
Nasıldır durduğun yer!
Ne kadar kolay insanları yargılamak...
Kendi adaletinle dar ağacına yollamak...
Bir başkasının duygularını, varlığını hiçe saymak...
Görmezden gelmek...
Ucuz ve seviyesiz politikalar üretmek...
Değersizleştirmek, hiçe saymak...
Ne kadar kolay değil mi?
Bir insanı anlamamak!
Anlamaya çalışmamak..
Tüket,
Durmadan tüket,
Her şeyi tüket,
İnsanı,
Duyguları,
Dünyayı,
Değerleri,
Dostlukları,
Arkadaşlıkları,
Akrabalıkları,
Aşkları....
Yozlaştır dilediğince...
Basite indirge bir çok şeyi...
Ucuz bir dedikodu gibi...
Unut gün gelip, devranın döneceğini...
Unut ki; rahat rahat ezip geçebilesin önüne gelen her şeyi...
Ne uğruna?
Bunu sen de gayet iyi biliyorsun!
Bir hiç uğruna!!!
Doğduk, beşyüz milyonda bir ihtimalle...
Ne büyük şans değil mi aslında?
Söylemesi bile zor 'beşyüz milyonda bir!'
Ve işte her şeye rağmen, beşyüz milyonda bir ihtimale rağmen, sen de ben de yaşıyoruz...
Bugün sen benden üstünsün, yarın ben senden...
Aslında kimse, kimseden üstün değil...
Bu yalnızca;
Bir yanılgı...
Yanılsama...
Algıda seçicilik...
Ve sana küçük bir sır vereyim mi?
'Sen de ben de öleceğiz,
Seni de beni de bir avuç toprak örtecek...'
Bilmem anlatabildim mi?
Sevgi ve Işıkla kalın…
Persephone
12 Temmuz 2016 Salı
Kafamda Deli Sorular
Gerçek ve hayal arasındaki fark ne?
Kim söyleyebilir bunu?
Yarattığın gerçekliğin, hayalden ibaret olmadığını kim kanıtlayabilir sana?
İnandıklarından ibaret değil mi gerçeklerin?
Ne gerçek, ne hayal...
İnandıklarından ibaret değil mi gerçeklerin?
Ne gerçek, ne hayal...
Ayırt edebilir misin bunu?
Sen inanmak istediğin için değil mi gerçeklerin?
Sen yaratmadın mı gerçeklerini?
Sen seçmedin mi inandıklarını?
Yoksa inandıklarını öğrettiler mi sana?
O zaman sen de gerçek değilsin!!!
Sen öyle inandığın için, öyle olsun istiyorsun her şey!!!
Sen öyle inandığın için, öyle olsun istiyorsun her şey!!!
Sen öyle düşünürken, ben niye böyle düşünüyorum?
Farkı yaratan ne?
Karakterimiz mi?
Kişiliğimiz mi?
Bizi eğiten öğretmenlerimiz mi?
Bizi büyüten ailelerimiz mi?
Hangisi?
Bilmiyorsun...
Anlam veremiyorsun hiçbir şeye...
Farklı insanlar, farklı bakış açıları...
Doğru tek doğru mu?
Yanlış tek yanlış mı?
Peki ya gerçek tek mi?
Din, dil, ırk ayırt eder mi?
Nedir bizi farklı kılan?
Hayallerimiz mi?
Neden farklıyız?
Gerçek tekse, doğru tekse, yanlış tekse?
Söylesene!
Söylesene!
Söyleyemezsin di mi?
Sen de bilmiyorsun, tıpkı benim gibi!!!
İnanmak istiyorsun!
Öyle olsun istiyorsun!
Yalnızca...
Benim ben!!!
Her şey benim diye haykırmak istiyorsun dünyaya!!!
Yalan mı?
Yanlış mı?
Belki evet! Belki de hayır!
Belki de tek gerçeği sen değil, ben biliyorum!
Ya öyleyse!
Ya öyleyse!
Evet evet gerçeği, doğruyu, yanlışı, neyin hayal olduğunu ya bir tek ben biliyorsam!
Ne olacak şimdi?
Çıkmaz sokaktasın BİNGO!!!
Ah insanoğlu!!!
İşte o kocaman egonla karşı karşıyasın, hadi şimdi ayıkla pirincin taşını!
Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone
20 Şubat 2016 Cumartesi
Acı
Acılara kelepçe vurulmaz,
Bırak rüzgara savrulsun...
Düşünme geçmişi,
Gelecek, geçmişin üzerinden hızla geçti...
Özgürleştir içindeki kelebekleri,
Haykır tüm kelimelerini derin boşluğa,
Kavuştur onları gün yüzüyle,
Tutma yüreğinde, diz çöktürme kelimelere...
Dünyan aydınlanacak,
Sen de etrafını aydınlatacaksın...
Acılar bir gün bitecek ve huzur gelecek,
SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone
26 Ocak 2016 Salı
Hüzünler Nehri
Gözlerin… iki hüzün nehri,
İki müzik nehri gibi… beni
Ötelere… zamanların ötelerine taşıdılar
İki müzik nehri, kayboldular
Sultanım… sonra beni kaybettiler
Üzerlerindeki siyah gözyaşı
Piyanonun nağmelerine düşüyor…
Gözlerin, tütünüm, içkim
Ve onuncu kadeh beni kör etti
Ben koltukta… yanıyorum
Ateşim ateşimi yiyor
Seni sevdiğimi söyleyeyim mi? Ey kamerim…
Ah! Keşke yapabilseydim
Ben dünyada yalnızca
Gözlerin ve hüzünlerime
Sahibim
Limanda gemilerim ağlıyor
Körfezler üstünde parçalanıyor
Sarı kaderim beni parçaladı
Göğsümde inancımı parçaladı
Sensiz yola çıkayım mı Leyleğim?
Ey göz kapaklarımdaki Tanrı’nın gölgesi!
Ey yeşil yazım, ey güneşim!
Ey renklerimin en güzeli… en güzeli!
Senden ayrılayım mı? Oysa hikayemiz
Nisanın geri dönüşünden daha güzel
İspanyol saçın zifiri karanlığındaki
Gardenya çiçeğinden daha güzel
Ey biricik aşkım… ağlama!
Göz yaşların ruhumu kazıyor
Ben dünyada yalnızca
Gözlerin ve hüzünlerime
Sahibim
Seni sevdiğimi söyleyeyim mi? Ey kamerim…
Ah! Keşke yapabilseydim
Ben kaybolmuş bir insanım
Dünyada yerimi bilmiyorum
Kaybetmiştir yolum beni… kaybetmiştir
İsmim beni… kaybetmiştir adresim beni…
Mazim! Bir mazim yok
Ben unutulmuşların unutulmuşuyum
Demir atmayan bir çapayım
İnsanların yüzlerinde bir yarayım
Söyle bana, sana ne vereyim?
Üzüntümü mü? İnkarımı mı? Mide bulantımı mı?
Sana…
Şeytanın avucunda dans eden
Bir kaderden başka ne vereyim?
Seni binlerce kez seviyorum… uzaklaş
Benden… ateşimden ve dumanımdan
Ben dünyada yalnızca
Gözlerin ve hüzünlerime
Sahibim.
Nizar Kabbani
SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone
İki müzik nehri gibi… beni
Ötelere… zamanların ötelerine taşıdılar
İki müzik nehri, kayboldular
Sultanım… sonra beni kaybettiler
Üzerlerindeki siyah gözyaşı
Piyanonun nağmelerine düşüyor…
Gözlerin, tütünüm, içkim
Ve onuncu kadeh beni kör etti
Ben koltukta… yanıyorum
Ateşim ateşimi yiyor
Seni sevdiğimi söyleyeyim mi? Ey kamerim…
Ah! Keşke yapabilseydim
Ben dünyada yalnızca
Gözlerin ve hüzünlerime
Sahibim
Limanda gemilerim ağlıyor
Körfezler üstünde parçalanıyor
Sarı kaderim beni parçaladı
Göğsümde inancımı parçaladı
Sensiz yola çıkayım mı Leyleğim?
Ey göz kapaklarımdaki Tanrı’nın gölgesi!
Ey yeşil yazım, ey güneşim!
Ey renklerimin en güzeli… en güzeli!
Senden ayrılayım mı? Oysa hikayemiz
Nisanın geri dönüşünden daha güzel
İspanyol saçın zifiri karanlığındaki
Gardenya çiçeğinden daha güzel
Ey biricik aşkım… ağlama!
Göz yaşların ruhumu kazıyor
Ben dünyada yalnızca
Gözlerin ve hüzünlerime
Sahibim
Seni sevdiğimi söyleyeyim mi? Ey kamerim…
Ah! Keşke yapabilseydim
Ben kaybolmuş bir insanım
Dünyada yerimi bilmiyorum
Kaybetmiştir yolum beni… kaybetmiştir
İsmim beni… kaybetmiştir adresim beni…
Mazim! Bir mazim yok
Ben unutulmuşların unutulmuşuyum
Demir atmayan bir çapayım
İnsanların yüzlerinde bir yarayım
Söyle bana, sana ne vereyim?
Üzüntümü mü? İnkarımı mı? Mide bulantımı mı?
Sana…
Şeytanın avucunda dans eden
Bir kaderden başka ne vereyim?
Seni binlerce kez seviyorum… uzaklaş
Benden… ateşimden ve dumanımdan
Ben dünyada yalnızca
Gözlerin ve hüzünlerime
Sahibim.
Nizar Kabbani
SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone
28 Aralık 2015 Pazartesi
Kitap Yorumu: Kendime Düşünceler - Marcus Aurelius Antoninus
M.S. 121'de Roma'da doğan Marcus Aurelius M.S. 161'de Roma imparatoru oldu.Tarihte az rastlanılır olan İmparator - Filozof Marcus Aurelius, stoacı düşünceden etkilendiği 12 kitaptan oluşan eseri Kendime Düşünceler'i, 170 - 180 yılları arasında askeri harekatlar sırasında yunanca olarak kağıda döker. Kitabı basmak amacıyla değil, kendine notlar olarak yazmıştır.
Stoacılar için insanın temel amacı mutluluktur. Mutluluğa ulaşmak içinse doğaya uygun yaşamak gerekir.
Marcus Aurelius Kendime Düşünceler'i stoacı felsefinin süzgecinden geçirerek notlarını düşüyor. Bir insanın her sabah uyanıp aynaya bakarak kendisiyle yüzleşmesi gibi kendisiyle yüzleşiyor Marcus ve vicdanını sorguluyor.
Kendime Düşünceler; 1. kitap Marcus'un hayatına anlam katan herkese ve her şeye teşekkürle başlıyor ve 12. kitap sonuna kadar kendine öğütler ve düşünceleri ile devam ediyor.
Kendime Düşünceler; yaşam kılavuzu niteliğinde bir kitap. Bir başucu kitabı.
12 Kitaptan oluşan Kendime Düşünceler'den alıntılar:
- Dostlarına özen göstermeyi, onları sıkmamayı, ne de onlara düşkünlük göstermeyi; her durumda kendi kendine yetmeyi ve dinginliği. İleriye bakmayı, her şeyi, en önemli ayrıntıları bile düzenlemeyi, ama bunun gösterişsizce yapmayı... Her şeyde ölçülü ve kararlı olmayı, yeniliklere karşı kabaca davranmamayı ne de bunlar için yanıp tutuşmayı.
- Başkalarının ruhunda olup bitenlerin ayrımına varamadığı için mutsuz olan bir insana rastlamak zordur; ama kendi ruhunun devinimlerinin ayırımına varmayan bir insanın mutsuz olması kaçınılmazdır.
- Hiçbir zaman istemine karşı, bencilce, düşüncesizce ya da gönülsüzce davranma; birbirine karşıt nedenler sürüklemesin seni; düşünceni allayıp pullayarak güzelleştirmeye çalışma. Fazla konuşmaktan, gereğinden fazla işe karışmaktan kaçın... İçin huzur dolu olsun, başkalarının sağlayabileceği yardıma ya da dinginliğe gereksinimin olmasın. Kısaca dimdik durmalısın, başkaları ayakta tutmamalı seni.
- Şeyleri, fikrini zorla kabul ettirmek isteyen kimsenin yargıladığı ya da senin onları yargılamanı istediği gibi değil, gerçekte olduğu gibi gör.
- Her zaman mutlu yaşayabilirsin, çünkü doğru yolu izlemek, ona göre düşünmek ve davranmak senin elindedir. Şu iki ilke Tanrı'nın ve insanların ve her ussal yaratığın ruhlarının ortak niteliğidir; başkalarının seni engellemesine izin verme, kendi iyiliğini doğruyu istemekte ve doğru davranmakta ara ve arzularını buna göre sınırlandır.
- Bir şeyi başarmak sana zor geliyorsa, bunun insan yeteneğini aşan bir şey olduğunu düşünme hemen; tersine, bir şey olanaklı ve insanın yapabileceği bir şeyse, senin de onu başarabileceğini düşün.
- Olmayan şeyleri varmışlar gibi düşünme, var olan şeyler arasından en hoşuna gidenleri seç, eğer olmasalardı, onları nasıl isteyeceğini düşün. Ama sahip olmaktan mutluluk duyduğun şeyleri aşırı değerlendimemeye alıştır kendini; yoksa onları bir gün yitirirsen sarsılırsın.
- Kendi kendime acı vermek yaraşmaz bana, çünkü başkasına hiçbir zaman isteyerek acı vermedim.
- Utanmazın biri seni incitirse, hemen şunu sor kendine: ''Dünyada utanmazların bulunmaması olanaklı mıdır?'' Olanaksızdır. Öyleyse olanaksız olanı isteme; çünkü bu insan da dünyada var olması kaçınılmaz olan utanmazlardan biridir. Bu düşünceyi, bir hırsızla, bir hamle, ya da başka bir kötü insanla karşılaştığında da aklında tut, çünkü bu tür insanların var olmalarının olanaksızlığını anımsar anımsamaz, onlara daha kolay katlanırsın.
- Birinin yaptığı her eylemde, kendi kendine: ''Bu adam bu eylemiyle neyi amaçlıyor?'' diye sormaya alıştır kendini, olabildiğince. Ama kendinden başla; önce kendini incele.
- Birisi beni küçümseyecek mi? Varsın küçümsesin. Ama ben kendi adıma kimsenin küçümsenecek bir şey yaptığımı ya da söylediğimi görmemesi için özen gösteririm. Birisi benden nefret mi edecek? Varsın etsin. Ama ben herkese karşı iyiliksever ve iyi niyetli olmayı sürdüreceğim, özellikle de o kişiye hatasını göstermeye hazır olacağım; ama onu kınayarak ya da sabrımla ona gösteriş yapmaksızın, içtenlikli ve sevecen bir biçimde yapacağım buınu, tıpkı ünlü Phocion gibi; eğer olduğundan başka türlü görünmüyorsa. Çünkü insan, tanrılara hiçbir şeye öfkelnmeye ya da yakınmaya eğilimli olmayan birisi gibi görünmek için yüreğinin derinliklerinde böyle olmalıdır. Çünkü şu anda doğana uygun olanı yapıyorsan, evrensel doğa için uygun olanı şu ya da bu yolla ortak yararını gerçekleştirilmesi için çaba harcayan bir insan gibi hoşnutlukla karşılıyorsan, başına ne kötülük gelebilir?
- Her şey senin düşüncene bağlı; düşüncen de sana. Bunun için, istediğin zaman düşünceni ortadan kaldır, burnu döner dönmez, dingin bir denizde, tek bir dalganın bile olmadığı bir koyda bulursun kendini.
Yazar: Marcus Aurelius Antoninus
Çeviri: Ceyda Eskin
Sayfa: 142
Oda Yayınları
SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone
27 Aralık 2015 Pazar
Kitap Yorumu: Hayvanlardan Tanrılara Sapiens
Kitabın yazarı 1976 doğumlu Yuval Noah Harari Oxford Üniversite'sinde tarih doktorasını tamamlamış. Şimdilerde Kudüs Üniversitesin'de Tarih Bölümü'nde dünya tarihi dersleri veriyor. Kitabı, ''Hayvanlardan Tanrılara Sapiens''i dört ana başlıkta ele almış: ''Bilişsel Devrim'', ''Tarım Devrimi'', ''İnsanoğlunun Birleşmesi'', ''Bilimsel Devrim''.
Son zamanlarda okuduğum en etkileyici kitaplardan biri '' Hayvanlardan Tanrılara Sapiens''. 2,5 milyar yıl önce Doğu Afrika'da insanlığın doğumuyla başlayan ve günümüze gelen Homo Sapiens'in gelişimini yalın, anlaşılır bir dille anlatmakta Harari.
Kitapta anlatılan bir çok konu günümüzden veya tarihten örneklerle detaylandırılıyor, bu da anlatılan konuyu akılda kalıcı kılıyor. Kitapta Türkiye'den ve Osmanlı tarihinden bir çok örnekle karşılaşıyor ve şaşırıyorsunuz. Tabii benim gibi kitabın başında yer alan minik yazılarla not düşülmüş yayıncının notunu gözden kaçırdıysanız. Yazar Harari, orjinal metinde yer almayan ancak kitabın yayınlanacağı her ülkeye özel değişiklikler yapmış. Gerçekten etkileyici ve güzel bir düşünce.
Harari; Homo Sapiens'in hoşgörüsüz bir canlı olduğunu, bilim iklimle bağdaştırsa da Homo Sapiens'in ayak bastığı her yerde canlı türlerinin çoğunluğunu yok ettiğini savunuyor.
İnsanların dedikodu becerilerinin, insanlığın ilerlemesinde çok büyük payı olduğunu iddia ediyor. Bunu da insanların dedikodu sayesinde kime güvenebileceğine dair bilgi, küçük grupların daha büyük gruplara dönüşmesine, dolayısıyla Homo Sapiens'in daha sıkı ve karmaşık işbirliği yöntemleri geliştirmesine yol açmasıyla açıklıyor.
Tarım Devrimi'ni neredeyse insanlık tarihinin talihsizliği olarak görüyor ve avcı - toplayıcı iken Homo Sapiens'in beslenmesinin daha çeşitli olduğunu, doğanın sırlarını daha iyi bildiklerini, Tarım Devrimi'nin insanlığın elindeki gıda miktarını arttırdığını ancak daha iyi beslenme yaratmadığını ve bununla birlikte nüfus patlamasına yol açarak şımarık seçkinler yarattığını ortaya koyuyor.
Paranın, mitlerin insan üzerindeki büyük etkisini, imparatorlukları, dini, mutluluğu, emparyalizmi, kapitalizmi, teknolojiyi mercek altına alıyor ve insalığın geleceği için ürkütücü senaryoları dile getiriyor.
Kitap, bir çok şeye farklı bir bakış açısı kazandırıyor.
Harari, kitabının son sözünde okurun tam kalbine nişan alıyor. ''Tanrıya Dönüşen Hayvan''.
SONSÖZ
TANRIYA DÖNÜŞEN HAYVAN
Maalesef dünyadaki Sapiens rejimi şu ana kadar gurur duyabileceğimiz çok fazla şey üretmedi. Etrafımızı şekillendirdik, gıda üretimini arttırdık, şehirler yaptık, imparatorluklar kurduk, çok uzak ve geniş ticaret ağları oluşturduk, ama dünyadaki acıyı azalttık mı? Tekrar vurgulamakta fayda var, insan gücündeki büyük artış birey olarak Sapiens'in durumunu daha iyi hale getirmedi ve genellikle diğer hayvanlara çok büyük acılar çektirdi.
Geçtiğimiz on yıllarda nihayet insanların durumuyla ilgili bazı somut gelişmeler sağlayabildik ve kıtlığı, salgınları ve savaşı azaltabildik. Öte yandan, diğer hayvanların durumu her zamankinden de hızlı kötüleşiyor ve insanların durumundaki düzelme de hem çok yeni, hem de kesinlikle emin olmak için henüz çok erken.
Dahası, insanların yapabildikleri olağanüstü şeylere rağmen hedeflerimiz konusunda değiliz ve her zamanki kadar memnuniyetsiziz. Kano ve kadırgalardan buharlı gemilere ve uzay mekiklerine vardık ama kimse nereye gittiğimizi bilmiyor. Her zamankinden daha güçlüyüz ama bunca güçle ne yapacağımızı bilmiyoruz. Daha da kötüsü, insanlar her zamankinden daha sorumsuz gibiler. Uymamız gereken yegane yasalar fizik yasaları ve kendi kendini yaratmış küçük tanrılar olarak kimseye hesap vermiyoruz. Diğer hayvanları ve etrafımızdaki ekosistemi sürekli mahvediyoruz ve bunun karşılığında sadece kendi konforumuzu ve eğlencemizi düşünüyoruz, üstelik tatmin de olmuyoruz.
Ne istediğini bilmeyen, tatminsiz ve sorumsuz tanrılardan daha tehlikeli bir şey olabilir mi?
Kitap: Hayvanlardan Tanrılara Sapiens
Yazar:Yuval Noah Harari
Çeviri: Ertuğrul Genç
Sayfa: 411
Kolektif Kitap
Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone
Persephone
21 Aralık 2015 Pazartesi
Dünya Yuvarlaktır
Sakince oturup izliyorum insanları, hiçbir şey düşünmeden, hiçbir yorumda bulunmadan. Yalnızca izliyorum, yorumlarımı sonraya bırakıyorum.
İzlenim edinmeye devam etmek istiyorum. Yapamıyorum. Duraksıyorum ve kendimi sorguluyorum; ''Bu izlenmleri edinirken ne kadar objektifim acababa?'' ''Benlik duygumu bir kenara bırakabildim mi?''
Elimden geldiğince tarafsız bakmaya çalışıyorum. Sorularım sürekli kafamda dönüyor ve tek tek soruyorum kendime: ''Herkes kendini iyi ve mükemmel görürken bu dünyada yaşanan kötülüklerin kaynağı kim? Herkes olayları kendi bakış açısından yorumlarken ne kadar haklı? Neden empati yapmak, yapabilmek bu kadar güç? Neden iyinin, doğrunun ne olduğunu kendisinin bildiğini iddia eder insan?''
Dünya karşıt fikirlerle dolu. Toplumun genel geçer kuralları, doğruları var. Peki bunlardan birine karşı çıktığımızda yanlış mı yapmış oluruz? Haksız mıyızdır? İnsan her zaman haklı olamaz, eğer her zaman haklı olduğunu düşünüyorsa ortada bir yanlış vardır. Herkesin doğru kabul ettiğine yanlış diyorsa da haksız olduğu söylenemez kimi zaman. Bunun en güzel örneklerinden biri kabul ettiğim Galileo. Galileo dünya yuvarlaktır dediğinde tüm kabul görmüş fikirlere karşı çıkmış ve idam edilmek istenmemiş miydi? Bugün ise dünyanın yuvarlak olduğunu hepimiz kabul ediyoruz.
Her birimiz olayları, dünyayı farklı algılıyoruz. Olaylar karşısında tutum ve davranışlaımız birbirinden çok farklı. Kendi talep ve ihtiyaçlarımız doğrultusunda bir çok yargıya varıyoruz. Yaşanan olaylara ben gözüyle bakarsak her zaman haklıyızdır. İnsanların sen gözüyle de bakmaya ihtiyaçları vardır. Bu bakış açısını kazanamıyorsak zamanla kaybeden olmaya mahkum olur, yalnızlaşırız.
Yine kafamda deli sorular beliriyor:
''Önce ben demeden yaşayabiliyor muyuz? Şu yaşadığımız maddi dünyada manevi duygularımız mı güçlü yoksa önce maddi değerlerimiz mi geliyor bizim için? Olaylara bakış açım objektiftir diyebilir miyiz? Bu dünyada iyilik dolu bir kalbe sahip olduğumuzu iddia edebilir miyiz? Karşımızdakileri acımasızca yargılarken, kendimizi sorgulamayı düşünüyor muyuz?''
Önce insan kendi içine dönmeli... Birini yargılayacaksa, önce kendinden başlamalı... Bunu başarabildiğimiz gün bir adım daha ilerlemiş olacağız... Belki o zaman iyilik dolu kalplerin varlığından söz edebileceğiz...
SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone
15 Aralık 2015 Salı
NOSTALJİK PAZARTESİ: KENDİN OL
Sevgili blogger arkadaşımız EQ geçen hafta güzel bir fikirle çıkageldi karşımıza: ''Nostaljik Pazartesi.''
Geçmişte yazmış olduğumuz, sararmaya yüz tutmuş yazılarımızı gün yüzüne çıkartıyoruz yeniden. Bu fikir bir çok blogger arkadaşımızın da çok hoşuna gitti, tabii ki benim de. Neden olmasın dedik ve mazide yazdıklarımızı her pazartesi yad ediyoruz artık.
Ben de 7 Nisan 2014'te yazmış olduğum ''Kendin Ol '' yazımı hatırladım ve tekrar sizlere görücüye çıkardım;)
Yazıyı okumak, bir göz atmak için tık tık ---> Kendin Ol
SEVGİ ve IŞIK'la kalın
Persephone
Geçmişte yazmış olduğumuz, sararmaya yüz tutmuş yazılarımızı gün yüzüne çıkartıyoruz yeniden. Bu fikir bir çok blogger arkadaşımızın da çok hoşuna gitti, tabii ki benim de. Neden olmasın dedik ve mazide yazdıklarımızı her pazartesi yad ediyoruz artık.
Ben de 7 Nisan 2014'te yazmış olduğum ''Kendin Ol '' yazımı hatırladım ve tekrar sizlere görücüye çıkardım;)
Yazıyı okumak, bir göz atmak için tık tık ---> Kendin Ol
SEVGİ ve IŞIK'la kalın
Persephone
6 Aralık 2015 Pazar
Siddhartha
![]() | ||
Siddhartha; Hesse'nin bireysel bunalımların çözümünü doğu felsefesinde arayışının bir örneğidir.
Roman kahramanı Siddhartha'nın önünde tek bir hedefi bulunuyor: Arınmış olmak, susamalardan arınmış. Ölerek kendinden kurtulmak, ben olmaktan çıkmak, boşalmış bir yürekle dinginliğe kavuşmak, benliksiz düşünmelerle mucizelere kapıları açmak, işte buydu onun hedefi. Ben tümüyle saf dışı bırakılıp öldürüldü mü, gönüldeki tüm tutku ve dürtülerin sesleri kısıldı mı, işte o zaman gözlerini açacaktı en son şey, varlıktaki artık Ben olmayan öz, o büyük giz.
Siddhartha; bu hedefine ulaşmak için tuhaf yollardan geçecekti. Bir Brahman olarak başladığı hayatına aradığını bulmak için en sevdiği insan, gölgesi Govinda ile birlikte çilekeşlerin peşine düşecek onlardan; soğuk ve sıcakta yaşamayı, aç kalmayı, nefsini terbiye etmeyi öğrenecekti. Buddha'yla tanışacak, öğretisini öğrenecek ve bununla da yetinmeyecekti. Bir kente doğru yola çıkacak orada Kamala'dan sevme sanatını, Kamaswami'den ticaret sanatını öğrenecekti. Ancak bunlarda ruhunu doyurmayacaktı.
Ve özüne, aradığını bulmaya tekrar ormana döncekti Yine bir çocuk olup, yeniden başlayabilmek için ırmağın kıyısında yaşayan, kayıkçı Vasudeva'nın (Sanskritçe'de Irmak Tanrısı anlamına gelir) yanına yerleşecek, gerçek bilgiye burada ulaşacak, aydınlanacak ve içinde aradağı Atman'a ulşacaktı.
Siddhartha'nın bu tuhaf yolunu izlerken, konunun içine çekiliyor, bir çok şeyi sorgulmaya başlıyorsunuz. Bir yol, bir öğreti sunuyor Hesse size. Bazı kitaplar, dönüp tekrar okutur kendini. Ben ikinci kez okudum. Tekrar dönüp okuyacağım belki de kimbilir.
Kitap: Siddhartha
Yazar:Hermann Hesse
Sayfa Sayısı: 148
Can Yayınları
SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone
Kaydol:
Yorumlar (Atom)