28 Haziran 2014 Cumartesi

BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ?

MÜKEMMEL KİŞİYİ BULMA ARZUMUZ HAYALDEN Mİ İBARET?

-Evet psikanalistelerin görüşüne göre mükemmel kişiyi bulmamız tamamen fantezi... Biliyorum hayal kırıklığı ama bilimsel gerçek bu...
Benden size tavsiye mükemmeli aramaktan vazgeçin...
Psikanalistlerin bu konuda ki önerileri ise şu: Hiçbir sevgili ya da eşin çocukluğumuzdan bugüne kadar taşıdığımız tüm giderilmemiş ihtiyaçlarımızı karşılama imkanlarının olmadığını kabullenmek, birlikte olduğumuz kişileri kendi istek ve arzularımız doğrultusunda görmemek yani görmek istediğimiz gibi değil, gerçekçi bir bakış açısıyla algılamamız gerektiği... 

KADIN NE İSTER? ERKEK NE NE İSTER?

-Şu an bu soruya şöyle cevaplar verdiğinizi hayal ediyorum: Erkekler diyecek ki; ''kadın ne isteyecek para ister, romantizm ister. '' Kadınlar da diyecek ki; ''bir erkek ne isteyecek güzellik ister, gençlik ister...''
Bu cevaplar doğru gibi görünebilir çünkü genelde bu tip söylemler çok yaygındır, ancak gerçek böyle değiil. Yapılan araştırmalar daha ilginç sonuçlar veriyor. Her iki cinsin de beklentileri aynı aslında, bu saydıklarımın hiç biri liste başı değil... Listenin başındakiler ne mi? İYİLİK ve NEZAKET...

KADINLAR MI DAHA KOLAY AŞIK OLUR?ERKEKLER Mİ?

-Benim gözlemlerime göre halk arasında genel kanı kadınların daha kolay aşık olduğu. Katılırsınız ya da katılmazsınız. Eğer katılanlardansanız o zaman siz de yanılanlardansınız.
Neden mi çünkü erkekler daha kolay aşık oluyormuş da ondan.
Aşık kadınların sevgililerine bakması beynin farkı sosyal şebekelerini etkinleştiriyor. Bu şebekeler şöyle; bellek ve dikkatle ilgili bilişsel merkezler. Bu farklılık ise kadınların hislerini daha iyi tarttıklarını ve bir erkeği eş ya da aile bakabilecek biri olarak değerlendirdiklerini gösterir. Dolayısıyla aşık olmaları daha uzun sürer. Ayrıca erkekler alt yolu(duygular) kullanırken, kadınlar önce alt yolda(duygular) dolanır, ama sonra bir U dönüşü yaparak üst yola(mantık) dönerler.

EVLİ ÇİFTLER ZAMANLA NEDEN BİRBİRLERİNE BENZERLER?

-Uzun yıllar evli kalan çiftlerin yüzlerinin ilerleyen dönemlerde birbirlerine benzerlik gösterdiğine ya şahit olmuşuzdur ya da birilerinden duymuşuzdur. Araştırmacılar da bunun doğruluğunu kanıtlar çalışmalar yapmış. Bu mucize, insanlara evli çiftlerin- biri evlendikleri gün, diğeri yirmi beş yıl sonra çekilmiş- fotoğraflarından oluşmuş iki albüm gösterilip, hangi karı-kocanın birbirine daha çok benzediği sorulan bir çalışmada ortaya çıkmış. Çiftlerin yüzleri zaman içinde birbirine benzemekle kalmıyor, ayrıca evliliklerinde ne kadar mutlu olduklarını bildirmişlerse, yüzlerindeki benzerlik o kadar artıyordu.
Evli çiftlerin ahenk içinde olmaları, yıllar boyu aynı duyguları paylaşmanın yüz kaslarına verdiği şekil nedeniyle yüzleri sonuçta birbirine benziyor. Eşler birlikte gülüp,birlikte surat astıkça benzer yüz kasları güçleniyor. Zamanla benzer kırışık ve çizgiler oluşuyor.Bu da gittikçe yüz hatlarının birbirine benzemesine neden oluyor. 

SAĞLIK AÇISINDAN EVLİLİĞİN  KADIN VE ERKEK  ÜZERİNE ETKİSİ NEDİR?

-Kalp yetersizliği olan hastaların incelendiği bir çalımada, fırtınalı bir evliliğin kadınlarda erken ölüme yol açması olasılığının erkeklere oranla daha yüksek olduğu görülmüştür. Ayrıca boşanma ya da ölüm gibi ağır bir bunalım yüzünden duygusal stres yaşayan kadınların kalp krizi geçirmeleri daha olasıyken, erkeklerde kalp krizine yol açan şey daha çok bedensel çabadır.
Kadınların ilişkilerde yaşanan iniş çıkışlara daha fazla biyolojik tepki göstermeleri, evliliğin neden kadınların değil de erkeklerin sağlığı açısından yararlı göründüğü konusundaki bilimsel bilmecenin çözümü için bir ipucu vermektedir. Bu, bulgu evlilik ve sağlık araştırmalarında tekrara tekrar ortaya çıkmasına karşın her zaman doğru değildir. Zihinleri bulandıran şey,bilimsel hayal gücünün basit bir aksaması olmuştur...


Kaynakça: Daniel Goleman ''Sosyal Zeka''


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone
    

24 Haziran 2014 Salı

Sevgi Hormonu

Hayatta yapılacak en önemli şeylerden biri, eksiğiyle fazlasıyla önce kendini tanımak ve anlamak, sonra da karşında ki insanları tanımak ve anlamak. Yaşamak için ilk adım önce kendini adam etmekten başlar,diğerlerini adam etmekten değil!
Ne yazık ki; ne kendimizi tanımak için ne de karşımızdaki insanları anlamak ve tanımak için yeterince çaba harcamıyoruz... Aslında bütün mesele insan psikolojisini anlamakta hepsi bu...
Tüm hayatımız boyunca işte, sosyal hayatta, aşkta, aile hayatında ve evlilikte karşı karşıya olduğumuz insanken ve biz de aynı türe mensupken,neden kendi türümüzü tanımaktan bu kadar uzağız? Bencil yaradılışımızdan mı?
Belki her insanın kendi türünü tanımak için biraz daha gayrete ihtiyacı var...
Bir insan bir davranışı sergilediğinde bunun nedenini, niçinini anlayabilmek, empati kurabilmek neden bu kadar önemsiz görülüyor ki?
Ama sor!  Herkes insan sarrafı olmuş, atıp tutuyor... Herkes empatiklikten ölecek. Herkes farkındalık sahibi, herkes aklı başında. Ego tavan! Hiç eksik yönlerimiz yok, her şeyimiz tastamam hatta fazla fazla...  Yeterince atarlandım sanırım, ben gerçek konuma döneyim en iyisi...
Sosyal yaşamımızda, iş, aile, dostluk, evlilik ve aşk bağlılıklarımız da başarımız bir çok faktöre bağlı ve bunlardan biride beyinde hipotalamusta sentezlenen ve arka hipotalamustan salınan oksitosin isimli hormon... Oksitosin hormonu ''sevgi hormonu'' adı ile de anılmakta, bazı yerlerde ise ''mutluluk hormonu'' olarak geçmekte.. Bu hormonun etkileri yeni yapılan çalışmalarla ortaya çıkmış. İlk başlarda yalnızca doğum esnasında uterusun açılmasından ve annenin bebeğini emzirebilmesinden sorumlu olduğu düşünülüyormuş.
Oksitosinin yararları, sosyal etkileşimlerde, dugusal enerji alışverişinde ve her türlü şefkat içeriğinde ortaya çıkmakta. Sosyal bakımdan kendimize yakın bulduğumuz insanlarla ne kadar iç içe isek ve yalnızca o insanların yanında bile bulunmak hatta yalnızca düşünmek bile oksitosin salınımını etkilemekte. Oksitosinin en önemli görevlerinden biri de stres hormonu olan kortizolü baskılamasıdır. Ne yazık ki sorun şu ki; oksitosinin beyindeki yarı-ömrü kısa,yaklaşık bir kaç dakika içinde yok oluyor.
Peki oksitosin salgılama kaynağı bulunabilir mi? Evet!
Bunun için çevrenizdeki insanlarla olumlu, uzun süreli yakın ilişkiler bu hormon için kaynak olabilecektir. Bizi seven ve bizim de sevdiğimiz insanlarla geçirdiğimiz her iyi vakit tekrar tekrar oksitosin hormonunun salgılanmasını sağlayacaktır... Sevgi dolu bir kucaklaşma, dostça bir dokunuş ve her sevgi dolu an bu hormonun etkisini arttıracaktır.
Aman benim beynimde oksitosin salgılamayı versin diyorsanız, siz bilirsiniz!  Oksitosin eksikliğinde karşılaşabileceğiniz durumları da kısaca şöyle özetliyeyim: Sosyopati, psikopati, narsisizm ve genel manipülasyon eğilimi... Bence en büyük negatif getirisi de mutsuzluk olur sanırım...
Sosyalleşmek insanoğlunun vazgeçilmez bir parçası... Sonuçta insan sosyal bir varlık... Canlı, sosyal bağlantılar olumsuz ruh halimizi baskılar ve moralimizi yükseltip, stresimizi azaltır.
Boşuna dememişler ''yalnızlık bir tek Allah'a mahsus,'' diye.
Carnegie Mellon Üniversitesi psikologlarından Sheldon Cohen'in yaptığı bir çalışma var,vdetayına girmeyeceğim, yalnızca sonucu söyleyeceğim: Zengin bir sosyal ilişki ağına sahip olanlarla kıyaslandığında, yakın ilişkileri en az olanların nezleye yakalanma olasılığı 4,2 kat daha yüksekti; bu da yalnızlığın sigara içmekten daha riskli olduğunu gösteriyor...


Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

23 Haziran 2014 Pazartesi

FLÖRT SANATI

Bir cuma akşamı, şık giyimli erkekler ve kadınlar New York'un Yukarı Doğu Yakası'ndaki bir bara balık istifi doluşmuş. Herkes tek geldiği için, flört eden edene.
Bir kadın saçlarını arkaya doğru savurup kalçalarını sallaya sallaya barın yanından dolanarak tuvalete doğru yürüyor. İlgisini çeken bir erkeğin yanından geçerken, gözlerini bir an için onunkilere dikiyor ve adamın bakışına karşılık verdiğini hisseder hissetmez, hemen başka yöne bakıyor.
Kadının sössüz mesajı: Beni fark et.
O davetkar bakış ve arkasından gelen kışkırtıcı utangaçlık gösterisi, çoğu memeli türünde görülen bir yaklaşma-çekilme düzeninin taklididir; yeni doğan yavruların sağ kalımı bir babanın yardımını gerektirdiğinden, dişi erkeğinin takip etme ve bağlanma iradesini sınamak zorundadır. Kadının cilveli hareketi flört sanatının o kadar evrensel parçasıdır ki, hayvan davranışlarını inceleyen eteloglar bunu farelerde bile gözlemlemiştir: Dişi defalarca bir erkeğe doğru koşar ve ondan kaçar; ya da kafasını oynatarak yanından hızla geçip gider; bu arada yavru farelerin oynarken çıkardıkları aynı tiz çığlığı atar.
Cilveli gülümseyiş, Paul Ekman'ın dökümünü çıkardığı on sekiz davranış şekli arasında yer alır: Flört eden başını başka yöne çevirerek gülümser; sonra fark edilmeye yetecek kadar bir süre doğrudan arzusunun hedefine bakar ve hemen ardından gözlerini kaçırır. Bu utangaçlık taktiği, erkeğin beynine neredeyse sırf o an için yerleştirilmiş gibi görünen dahiyane bir sinir devresinden yararlanır. Londra'da bir sinirbilimci ekibi, bir erkek çekici bulduğu bir kadının doğrudan bakışına maruz kaldığında, beyninin bir parça zevk veren bir dopamin devresini etkinleştirdiğini keşfetmiştir. Sadece güzel kadınlara bakmak, ya da çekici bulunmayan biriyle göz teması kurmakta, bu devreyi harekete geçirememektedir.
Ancak erkekler belirli bir kadını çekici bulsalar da bulmasalar da, cilvenin kendine has bir getirisi vardır: Erkekler sıklıkla, daha albenili ama cilvesiz kadınlardan çok, bol cilve yapanlara yaklaşırlar
Flört (bir araştırmacının Samoa'dan Paris'e kadar bir fotoğraf makinesiyle belgelediği gibi), dünyanın tüm kültürlerinde görülen bir şeydir. Flört etmek, kur yapma sürecinin her aşamasında sürüp giden bir dizi sözsüz pazarlığın açılış hamlesidir. İlk stratetejik manevra da, geniş bir ağ oluşturarak ilişki kurmaya hazır olduğunu pervasızca yaymaktadır.
Çok küçük çocuklar da aynısını yapıp, karşılarına çıkan her dost tavırlı kişiyle ilişki kurmaya niyetli olduklarını belli eder ve karşılık veren herkese yanaşırlar. Yetişkinler arasındaki flörtte buna koşut davranış, sadece şu cilveli gülümseyişi değil-neredeyse dostluk ilişkisi için etrafı kolaçan eden küçük bir çocuk gibi-göz teması kurmayı ve abartılı el kol hareketleri yaparak yüksek perdeden bir sesle konuşmayı da içerir.
Bir sonra ki adım sohbettir. En azından Amerikan kültüründe, yeni başlayan bir flörtün bu temel aşaması neredeyse efsanevi bir niteliğe sahiptir: Satır aralarında, müstakbel eşin gerçekten bağlanmaya değer biri olup olmadığı okunur. Bu adım, o ana kadar büyük ölçüde alt yolda ilerleyen bir süreçte üst yola merkezi bir yol verir; kuşkulu bir ebeveynin, ergen çocuğunun çıktığı kişiyi araştırması gibi bir şeydir bu.
Alt yol bizi birbirimizin kollarına iterken, üst yol müstakbel eşi ölçüp biçer; önceki gecenin denemesinden sonra kahve içerken yapılan sohbetin önemi de burada yatar. Uzayan bir kur yapma evresi, her iki eşin de kendisi için önemli kıstaslar açısından-müstakbel sevgilinin anlayışlı ve düşünceli, duyarlı ve yeterlikli, yani daha yoğun bir bağlılığa değer olup olmadığı konusunda-ötekinin tam bir değerlendirmeye tabi tutulmasına olanak tanır.
Flörtün evreleri, müstakbel eşlere öteki kişinin tamamen bağlanmaya değer iyi bir yoldaş-ileride de belki iyi bir ebeveyn-olup olmayacağını tahmin etme fırsatını verecek bir tempoda ilerler. Eşler böylece ilk sohbetlerde birbirinin sıcaklığını, duyarlılığını ve yapılan jestlere karşılık verip vermediğini ölçüp,kesin olmayan bir seçim yaparlar. Bu, bebeklerin yaklaşık üç aylıkken kimlerle ilişki kuracakları konusunda daha seçici davranarak, kendilerine en çok güven veren insana odaklanmalarına benzer.
Bir eş bu sınavı geçtiğinde, hoşlanmaktan romantik arzular duymaya geçişin işareti eşzamanlılıktır. Hem bebeklerde hem de flört eden yetişkinlerde,uyum sağlamanın gitgide kolaylaştığı-hepsi de artan bir yakınlığı yansıtan-sevecen bakışlar, kucaklaşmalar ve sürtünmelerden anlaşılır. Bu evrede, sevgililer düpedüz çocuklaşır: Bebek gibi konuşmalar ya da sevimli takma adlarla hitaplar, yatıştırıcı fısıldamalar, nazik okşamalar devreye girer. Birbirleriyle tamamen rahat omaları, her birinin öteki için güvenli bir üs haline geldiğini işaret eder ki, bu da bebeklik çağının bir başka yankısıdır.
Kuşkusuz, flört süreci bir bebeğin hırçınlık nöbeti kadar fırtınalı olabilir. Sonuçta, aşıklar da bebeler kadar benmerkezli olabilirler. Ve bu genel şablon dönüşüm geçirerek, risk ve kaygıların çiftleri birbirine yakınlaştırabileceği-savaş zamanı aşkları ve gayri meşru ilişkilerden, kadınların ''tehlikeli'' adamlara vurulmasına kadar-tüm durumları kapsar. Belki de bunun içindir ki, bazıları aşık olmayı bebekliğin cilveleşmelerinden çok, madde bağımlılığına benzetir.
Sinirbilimci Jaak Panksepp'in kuramına göre, aşık çiftler kelimenin tam anlamıyla birbirinin müptelası olur. Panksepp, uyuşturucu alışkanlığının dinamiğiyle, en güçlü duyguları beslediğimiz insanlara karşı bağımlılığımız arasında sebep-sonuç ilişkisi bakımından sinirsel bir koşutluk görüyor. Ona göre, insanlarla kurduğumuz olumlu etkileşimlerin verdiği zevk, kısmen opioid sistemimizden, yani eroin ve diğer alışkanlık yaratan maddelerle bağlantı kuran şebekeden kaynaklanmaktadır.
Bu şebeke, anlaşıldığı kadarıyla, sosyal beynin iki anahtar yapısı olan orbitofrontal ve ön signulat kortekslerini içermektedir. Bunlar uyuşturucu krizine giren, sarhoş olan ya da ölesiye içen madde bağımlılarında etkinleşir. Bağımlı kişiler alışkanlıklarından kurtulmak için tedaviye girdiklerinde bu alanlar etkisizleşir. Söz konusu sistem, bağımlı kişinin tercih ettiği madeye aşırı değer vermesi kadar, bu maddeyi aramayı bıraktıracak herhangi bir engelleyiciden tamamen yoksun olmasından da sorumludur. Bunların hepsi, aşık olmanın sancıları sırasında ortaya çıkan bir arzu nesnesinde de geçerli olabilir.
Pansepp'in kuramına göre, bağımlıların uyuşturuculardan aldığı haz, sevdiklerimize bağlantı hissinden aldığımız doğal zevkin biyolojik bir taklididir; bu iki duyguyla ilgili sinir şebekesi büyük ölçüde paylaşılır .Panksepp, hayvanların bile, beraberken oksitosin ve doğal opioidler salgıladıkları hemcinsleriyle zaman geçirmeyi yeğlediklerini bulgulamıştır; dolayısıyla bu beyin kimyasallarının aile bağlarımız ve dostluklarımızın yanı sıra, aşk ilişkilerimizi de perçinlediği düşünülebilir.


Daniel Goleman
Sosyal Zeka

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone            
  

22 Haziran 2014 Pazar

Üç Bağlılık Tarzı

Brenda ile Bob'un dokuz aylık kızlarının acıklı bir biçimde uykusunda ölmesinin üzerinden neredeyse bir yıl geçmiştir.
Bob oturmuş gazetesini okurken, Brenda elinde bazı fotoğraflarla içeri girer. Gözleri ağlamaktan kızarmıştır.
Brenda kocasına, bebeklerini plaja götürdükleri bir günde çekilmiş bazı fotoğraflar bulduğunu söyler.
''Hıı,''diye homurdanır Bob, başını bile kaldırmadan.
''Annenin ona aldığı şapka var kafasında,'' diye başlar Brenda.
''Hımmm,'' diye mırıldanır Bob. Karısına hala bakmaması ilgilenmediğini belli etmektedir.
Brenda resimeri görmek isteyip istemediğini sorunca, sadece ''Hayır,'' der ve gazetenin sayfasını sertçe çevirip, boş gözlerle taramaya başlar.
Brenda onu sessizce seyrederken, yüzünden gözyaşları süzülmektedir. Sonra dayanamayıp patlar :''Seni anlamıyorum. Bizim bebeğimiz değil miydi o?Özlemiyor musun hiç? Umrunda değil mi?''
''Tabii ki özlüyorum! Konuyu açmak istemiyorum, o kadar, ''diye hırlayan Bob, odadan dışarı fırlar.
Bu çarpıcı konuşma, bağlılık tarzlarındaki farklılıkların bir çiftin uyumu-sadece ortak bir travma karşısında değil, neredeyse her konuda-nasıl bozulabileceğinin bir örneğidir. Brenda hislerinden söz etmek isterken, Bob bundan kaçınmaktadır. Brenda kocasını soğuk ve ilgisiz bulmakta, Bob da karısının kendisine müdahale ettiğini ve ondan çok şey beklediğini düşünmektedir. Brenda kocasının hisleri hakkında konuşmasını sağlamaya ne kadar çabalarsa, Bob o kadar kabuğuna çekilmektedir.
Bu ''zorlama-kabuğuna çekilme'' modeli uzun süredir, Bob ve Brenda gibi çiftlerin kimi zaman aralarındaki kördüğümün çözülmesine yardım etmesi için başvurdukları evlilik terapistleri tarafından yorumlanmaktadır. Ancak yeni bulguların işaret ettiği gibi, bu klasik çelişkinin bir beyin temeli olabilir. Bu tarzların hiçbiri ''en iyisi'' değildir. Aslında,her iki eğilim altında yatan sinirsel modelleri yansıtmaktadır.
Çocukluğumuzun yetişkinlik tutkularımız üzerinde bıraktığı iz, en açık olarak ''bağlılık sistemi''mizde;yani bizim için en önemli kişilerle ilişki kurduğumuz zaman işleyen sinir şebekelerinde görülür. Gördüğümüz gibi, iyi bakılan ve bakıcılarının empatisini hisseden çocuklar, bağlılıklarında güvenli olurlar; insanlara ne aşırı yapışır, ne de uzak dururlar. Ancak duyguları ebeveynleri tarafından göz ardı edilen ve ihmale uğramış hissedenler, bir sevgi bağı kurmaktan umudu kesmişçesine, ilişkiden kaçınmaya başlarlar. Ebevenleri tutarsız duygular sergileyerek bir öfkeli, bir müşfik davranan çocuklar ise kaygılı ve güvensiz olurlar.
Bob, sakıngan bir tipin örneğidir; yoğun duygulardan hoşlanmadığı için onları asgariye indirmeye çalışmaktadır. Brenda kaygılı bir tiptir; duyguları engellenemez bir şekilde kabarıp taşmakta ve kafasını taktığı şeyler hakkında konuşma ihtiyacını duymaktadır.
Bir de duygularından rahatça söz eden, ama onları kafaya takmayan güvenli tip vardır: Bob böyle bir tip olsaydı, herhalde Brenda'nın muhtaç olduğu duygusal yakınlığı gösterebilirdi. Brenda güvenli olsaydı, Bob'ın şefkat göstererek duygularını paylaşmasına o kadar çaresizce ihtiyaç duymazdı.
Bağlanma tarzımız çocuklukta bir kez oluştuktan sonra, kayda değer biçimde sabit kalır. Bu apaçık bağlılık tarzları her yakın ilişkide kendilerini şu ya da bu ölçüde belli eder; en güçlü ortaya çıktıkları yer de, romantik bağlardır. Bağlılık ve ilişkiler üzerindeki bir çok araştırmaya önderlik etmiş olan, California Üniversitesi'nden psikolog Philip Shaver'ın bir incelemesine göre; bu tarzların her birinin, kişinin ilişki yaşamında bariz sonuçları vardır.
John Bowlby'den Amerikalı takipçisi Mary Ainsworth'e geçen meşaleyi Shaver taşımaktadır. Ainsworth, öncü çalışmalarında dokuz aylık çocukların annelerinden kısa süreli bir ayrılığa nasıl tepki verdiklerine bakarak, bazı bebeklerin bağlılıklarında güvenli,diğerlerinin ise çeşitli şekillerde güvensiz davrandıklarını ilk saptayan kişidir. Bu içgörüyü yetişkin ilişkilerinin dünyasına taşıyan Shaver, bir dostlukta, evlilikte ya da ebeveyn-çocuk arasındaki gibi yakın ilişkilerde ortaya çıkan bağlılık tarzlarını tanımlamıştır.
Shaver'in araştırma grubunun bulgularına göre,(bebeklik,çocukluk ya da yetişkinlik çağındaki) Amerikalıların %55'i, başkalarıyla kolayca yakınlaşan ve bağlılıklarında kendini rahat hisseden ''güvenli'' kategorisine girmektedir. Güvenli kişiler romantik bir ilişkiye girerken, eşlerinin duygusal bakımdan açık ve uyumlu olmasını, zor zamanlarda da -tıpkı kendilerinin yapacağı gibi-yanlarında durup destek vermesini beklerler. Güven içinde bağlanan kişiler kendilerini ilgi,şefkat ve sevgiye layık bulur, başkalarını ise erişebilir, güvenilir, kendilerine karşı iyi niyetli olarak görürler. Sonuç olarak da, ilişkilerinde içli dışlı olur ve birbirlerine güvenirler.
Buna karşılık, yetişkinlerin yaklaşık %20'si aşk ilişkilerinde ''kaygılı'' olan, eşinin kendisini pek sevmediğinden ya da terk edeceğinden endişelenmeye yatkın kişilerdir. Evhamlı ve güvenmeye muhtaç olmaları yüzünden, bazen eşlerini istemeden de olsa kendilerinden uzaklaştırılar. Kendilerini sevgi ve ilgiye layık görmezler, sevgililerini ise idealleştirmeye eğilimlilerdir.
Kaygılı tipler bir ilişki kurdukları anda, terk edilecekleri ya da bir şekilde kusurlu bulunacakları korkusuna kolayca kapılabilirler. ''Aşk iptilası''nın tüm belirtilerini göstermeye eğilimlidirler: Saplantılı bir şekilde kafaya takma, içe dönük kaygılanma ve duygusal bağımlılık. Genelde endişe ve korkuyla güdümlendiklerinden, ilişkileri hakkında-eşleri tarafından terk edilecekleri gibi-her türlü evhama kapılırlar, ya da aşırı tetikte olur ve eşlerinin hayali kaçamaklarını kıskanırlar. Çoğunlukla aynı aşırı ilgiyi arkadaşlıklarına da taşırlar.
Yetişkinlerin %25 kadarı ''sakıngan''dır, yani duygusal yakınlıktan hoşlanmaz, bir eşe güvenmekte ya da duygularını paylaşmakta zorluk çeker ve eşleri duygusal bakımdan yakınlaşmaya çalıştığında tedirgin olurlar. Kendi duygularını, özellikle de sıkıntılı hislerini bastırmaya eğilimlidirler. Sakıngan kişiler eşlerinin duygusal bakımdan güvenilir olmasını beklemediklerinden, yakın ilişkilerden hoşlanmazlar.
Kaygılı ve sakıngan tiplerin temel sorunu, katılıklarıdır. Her iki tipte belirli bir durumda aslında mantıklı olan, ama işe yaramadığında bile vazgeçilmeyen stratejilerin temsilcisidir. Örneğin,gerçek bir tehlike söz konusuysa, kaygı hazırlıklı olmaya yol açar, ama yersiz kaygı ilişkide sorun yaratır.
Bu iki tipten insanlar, sıkıntılı zamanlarında yatışmak için genellikle birbirinden farklı stratejileri benimserler. Brenda gibi kaygılı kişiler, teskin edici etkileşimleri gücüne güvendiklerinden başkalarına dönerler. Kocası Bob gibi sakıngan tipler ise katı bir bağımsızlık içinde, üzüntülerini kendi başlarına gidermeyi tercih ederler.
Güvenli sevgililer, ilişkilerinin çok sarsılmaması için kaygılı bir eşin huzursuzluklarıyla aralarına tampon koyabilirler. Taraflardan biri güvenli bir yapıdaysa, çift görece daha az çatışma ve bunalım yaşar.Ama her ikisi de kaygılıysa, doğal olarak anlaşmazlıklara ve öfke patlamalarına yatkın olurlar ve ilişkileri sürekli olarak yoğun bir dikkat gerektirir. Evham, kırgınlık ve üzüntü sonuçta bulaşıcıdır.

Daniel Goleman
Sosyal Zeka

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

Bağlılık Ağları

Bilim insanlarına göre, insan kalbinin arazisinde, hepsi de bizi kendine yönlendiren en az üç bağımsız ama birbiriyle ilişkili beyin sistemi devreye girmektedir. Sinirbilim, sevginin gizemini çözebilmek için bağlılık, ilgilenme ve seksle ilgili sinir ağlarını birbirinden ayırır. Bunların her biri farklı beyin kimyasallarıyla beslenir ve ayrı bir sinir devresinden geçer. Her biri sevginin farklı türlerine kendi kimyasal baharatını katar.
Bağlılık, kimlerden yardım bekleyeceğimizi belirler; bunlar yanımızda bulunmadıklarında yokluğunu en çok hissettiğimiz insanlardır. İlgilenme, en çok önemsediğimiz kişilerin bakımını üstlenme itkisi doğurur. Birine bağlılık duyduğumuz zaman, ona sarılırız; ilgilendiğimiz zaman, gereksindiği şeyleri sağlarız. Sekse gelince sekstir işte.
Bu üç şebeke, her şey yolunda gittiği taktirde, Doğa'nın türlerin devamını sağlamaya yönelik tasarımını sürdüren zarif bir denge içinde birbiriyle etkileşir. Sonuçta, seks tek başına işi başlatmaya yarar. Bağlılık, yalnızca bir çifti değil, aileyi de bir arada tutan yapıştırıcı işlevini görür. İlgilenme ise bütün bunlara, çocuklarımızın büyüyüp kendilerinin de çocuk sahibi olabilmeleri için, soyumuzdan gelenlere bakma itkisini ekler. Sevginin bu üç kolunun her biri, insanları farklı biçimlerde birbirine bağlar. Bağlılık, ilgilenme ve cinsel çekimle iç içe geçtiğinde, tam kapsamlı bir aşk ilişkisinin tadını çıkarabiliriz. Fakat bu üç koldan biri eksikse, romantik sevgi tökezler.
Temeldeki bu sinirsel donanım, değişik bileşimler halinde sevginin-romantik aşk, aile ve ebeveyn sevgisi gibi-farklı türlerinde olduğu kadar; ister arkadaşlık, ister şefkat ya da sadece bir kediye gösterilen düşkünlük şeklinde olsun, bağlantı kurma yetilerimizde de etkileşime girer. Bunun uzantısı olarak, aynı devreler şu ya da bu ölçü de-ruhsal yakınlık ya da açık hava ve ıssız kumsallarda duyulan özlem gibi-daha geniş alanlarda da rol oynayabilir.
Sevgiyle ilgili bir çok sinirsel patika alt yoldan geçer; salt bilişe dayanan dar bir sosyal zeka tanımına uyan biri, bu noktada yolda kalacaktır. Bizi birbirimize bağlayan sevgi güçleri, rasyonel beynin ortaya çıkmasından önce oluşmuştur. Sevginin nedenleri korteksaltı bölgelerle ilişkisi olmuştur, uygulaması ise özenli bir planlamayı gerektirebilir.Dolayısıyla yeterince sevmek, tam bir sosyal zekayı gerektirir. Bu yollardan biri ya da öteki, tek başına güçlü, doyurucu bağlar kurmaya yetmeyecektir.
Sevgiyle ilgili bu karmaşık sinir ağının çözülmesi, kendi kafa karışıklıklarımızla sorunlarımızın bazılarına ışık tutabilir. Sevmenin bu üç ana sisteminden-bağlılık, ilgilenme ve cinsellik-her biri kendi karmaşık kurallarını izler. Belirli bir anda, bu üçünden herhangi biri-sözgelimi, bir çift sıcak bir beraberlik duygusu yaşarken, ya da bir bebeği kucaklarken, ya da sevişirken-yükselişe geçebilir. Bu üç sevgi sistemi hep birlikte işlediklerinde, aşk ilişkisini besleyerek en doyurucu hale getirirler: Karşılıkla bir uyumun geliştiği, huzurlu, şefkatli ve tensel bir bağlantı kurulur.
Böyle bir birlik oluşturmanın ilk adımı, arama ve keşfetme biçiminde, bağlılık sistemini devreye sokar. Gördüğümüz gibi, bu sistem en erken bebeklik döneminde çalışmaya başlayarak, bir bebeği başkalarının, özellikle de annesinin ve diğer bakıcılarının himayesiyle ilgisini aramaya sevk eder. Ayrıca hayattaki ilk bağlılıklarımızı kurma şeklimizle, bir sevgiliyle ilk bağlantımızı kurma şeklimiz arasında çok ilginç koşutluklar vardır.

Daniel Goleman
Sosyal Zeka


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone          

12 Haziran 2014 Perşembe

Fırtına





Fırtınalar gelir yıkar, yok eder ve gider. Hiçbir fırtına kalıcı değildir ama geride bıraktığı hasar büyüktür. Önemli olan hasarın büyüklüğü değil, bu hasar karşısında alınan tavırdır...

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

9 Haziran 2014 Pazartesi

Ben - Sen - O

İnsan ilişkilerimizde belirlediğimiz iki farklı iletişim şekli vardır; bunlardan biri BEN-SEN, bir diğeri BEN-O.
BEN-SEN tarzı ilişkiler genelde aile bireyleri, sıkı dostluklar ve arkadaşlıklar arasında görülür. Daha çok empatik yaklaşım içerir. BEN-SEN ilişkisinde iletişim karşındakinin hissettiğini hissetmeye dayalıdır. Duygu, saygı, şefkat gibi sevgimizi göstermenin çeşitli şekil ve yolları söz konusudur. Daha samimi ve içten bir ilişki şeklidir.Kendimizi daha rahat ve güvende hissettiğimiz, huzurlu bir tarafı vardır. Bu tarz ilişki kendi başına bir amaçtır.
BEN-O tarzı ilişkilerde ise mesafeli ve duygu dışı bir ilişki durumu söz konusudur. Empatik yaklaşım söz konusu değildir. BEN-O tarzı bir ilişki amaçtan çok bir amacın araçları şeklindedir. Menfaate dayalı bir ilişki demek tam doğru bir yaklaşım olur mu açıkçası emin değilim...
Her SEN bir O'ya dönüşebildiği gibi, her O'da bir SEN'e dönüşebilir. İlişkilerdeki beklenti hayal kırıklığı olabilir. Nasıl mı? Eğer karşınızdaki kişi ya da kişilerden SEN tarzı bir yaklaşım beklerken, karşılaştığınız O tarzı bir yaklaşımsa oldukça can sıkıcı bir ruh haline bürünebilirsiniz. Bu da oldukça normaldir. Dışlanmışlık hissi, duygusal çöküntü söz konusu olabilir...
BEN-SEN tarzı bir ilişki acıtmaz. Değer verildiğinizi, farklı algılandığınızı ve karşınızdaki insan ya da insanların sizi farklı konumlandırdığını hissedersiniz. Empati yoğundur bu tarz ilişkilerde ve empati; insan zulmünün başlıca engellerinden biridir.
Tabii ilahi bir güce sahipseniz tüm insanlarla BEN-SEN tarzı bir ilişki kurabilirsiniz... Eğer ki ilahi bir gücünüz yoksa BEN-O tarzı ilişkilerde de bulunmanız mümkün... Sanırım önemli olan insan olarak BEN-SEN-O dengesini kurabilmek. Daha empatik bir yaklaşım sergilemek, insan duygularını hissedebilmek, insana insan olarak değer vermek, insanlara insan olarak değerli olduklarını hissettirebilmek (bence insan olabilen herkes değerlidir) doğru yolu bulmamızda ve bu dengeyi sağlamımız konusunda bize yardımcı olacaktır diye düşünüyorum (Tabii bu saydıklarımın yanına bir çok şey daha eklenebilir...).


Not: Ben-Sen ilişki formülü Martin Buber'e ait...BEN - SEN - O benim yorumum...


Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

8 Haziran 2014 Pazar

Duygular


Duygularımız virüs gibidir, etrafımızdaki insanlara hızla geçer. Akşam eve gidip ayağımızı oh be diye uzattığımızda geçen günümüzü sorguladığımızda iyi ya da kötü bir gün geçirip geçirmediğimizi o gün duygu değiş tokuşunda bulunduğumuz durum ve kişiler belirler. Duyguların bulaşıcı olmasının en kötü tarafı da yanlış zamanda yanlış kişilerle aynı ortamda bulunmaktır. Bir kişinin zehirleyici duygularına maruz kalmak bizi de zehirler. Kişinin ya da kişilerin negatif duygularını, öfke patlamalarını, nefretlerini bize yansıtmaları beynimizdeki sinir devrelerinde aynı sıkıntılı duyguları harekete geçirir. Aynı negatif hisleri bizde yaşamaya başlarız.
En önemli soru şu ki: ''Bu duygu bulaşması nasıl oluyor?''
Beynimizin bir bölümü olan Amigdala duygusal hafıza ve duygusal tepkilerin oluşmasında en önemli role sahip olan bölgedir ve ne yazık ki en çok korku tarafından uyarılır...
Çevremizden bir alarm geldiğine Amigdala harekete geçer. Tüm algımızı bizi korkutan şeye odaklar. İçgüdüsel olarak daha fazla dikkat kesilir ve tehlike olabilecek işaretleri yorumlamaya çalışır, birinin bizimle ilgili niyetini ortaya çıkarmak için işaretleri takip etmeye başlarız, sinsi bir gülümseme, çatık kaşlar, gergin vücut dili gibi...
Amigdala sayesinde farklı bir ruhsal hale büründüğümüzde insanların duygularına yoğunlaşır, dikkatimizi odaklarız. Bu yoğunlaşma ise insanların duygularını derin bir biçimde hissetmemize neden olur ve duyguların bulaşma hızı artar.
Kısacası etrafımızdan kaptığımız  duyguların (ki ben buna virüs duygular diyorum) olumlu ya da olumsuz sonuçları vardır... Bunun farkındalığı ile bu duyguları nasıl yöneteceğimizi kavramak iyi bir yol olacaktır. Algıladığımız şeyin anlamını değiştirdiğimizde hissettiğimiz duygularında anlamını değiştiririz. Alt yol duygularımızı, üst yol mantığımızı kullanmamızı sağlar. Hissettiğimiz duyguları tanımlamaya başladığımızda Amigdala'yı sakinleştiririz. Sakinleşen Amigdala sonrasında duygu yoğunluğuyla hareket ettiğimiz bir durum karşısında olumsuz tepkilerimizi gözden geçirir, tekrar düşüncelerimizi tartar ve her iki taraf içinde daha olumlu ve fayda sağlayabilecek davranış ya da tutumlar sergileriz. Alt yol seçenek sunar, ancak izin verirseniz üst yol sonucu belirleyeci olabilir.
Marcus Aurelius'un binlerce yıl öncesinden bize gelen mesajı:''Istırap; o şeyin kendisine değil, sizin onun hakkındaki değerlendirmenize bağlıdır ve bunu da her an geri alabilirsiniz.''



Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone