30 Aralık 2014 Salı

MUTLU YILLAR



İyisiyle kötüsüyle, inişleriyle çıkışlarıyla, mutluluklarıyla hüzünleriyle,başarılarıyla başarısızlıklarıyla bir yılı daha geride bırakmaya saatler kaldı... Yeni gelen yıl sevgi, mutluluk, sağlık, huzur, başarı, bol şans ve herkesin gönlünden geçenleri bol bol verecek bir yıl olması dileğiyle...
Herkese şimdiden MUTLU YILLAR  dilerim... Sevgiler...




SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

24 Aralık 2014 Çarşamba

MUTLULUK ARAYIŞI

Bütün zamanlarda iyi insanlar hakikatte bütün bağlardan müstağnidirler. İlahi yolda olanlar, arzuları için boş sözler sarf etmezler. Zevk veya ızdırap geldiğinde, bilge olan zevkin ve ızdırabın üstünde kalır. 
             Buda

Olayların olmalarını istediğiniz gibi olması için çabalamayın, bunun yerine oldukları gibi olmalarını isteyin, o zaman yaşamınız yolunda gidecektir.
Epiktetos

Mutluluğu parayla ve güçle satın alabiliyor olsaydık, muhtemelen Tevrat'ın Vaiz bölümünü kaleme alan kişinin başı göğe ermiş olurdu. Bu bölüm Kudüslü bir kralın geçmişteki mutluluk ve tatmin arayışını yad etmesini anlatır. Kral, servetinde saadetin izini sürerek kendini bir ''tatmin sınavı''na çeker:

Büyük işler yaptım; kendim için evler inşa ettim, bağlar yetiştirdim, kendime bahçeler ve parklar yaptım ve türlü meyve ağaçları diktim... Ayrıca, Kudüs'te benden öncekilerden daha büyük koyun ve sığır sürülerim oldu. Kendi gümüş ve altınlarımı ve kralların ve eyaletlerin hazinelerini elde ettim; hem kadın hem de erkek şarkıcılarım, bedensel hazlarım ve çok sayıda cariyem oldu. Böylece fevkalade biri haline geldim. Kudüs'te benden önce var olan herkesi gölgede bıraktım; bilgeliği de elden bırakmadım. Gözlerimin arzu ettiğini onlardan esirgemedim. (Vaiz 2:4-10)
Fakat orta yaş bunalımının ilk belirtileriyle birlikte bir anda her şey anlamsızlaşır:
Sonra ellerimle yaptığım her şeyi ve onları yaparken çektiğim zahmeti düşündüm ve tekrar her şey beyhude ve rüzgarı kovalamaya kalkışmak gibi geldi; aslında güneşin altında kazanılacak hiçbir şey yokmuş.(Vaiz 2:11)
Kral geçmiş hayatında nasıl kendisini çok çalışmaya, öğrenmeye ve şaraba verdiğini anlatır. Ama hiçbirine kanaat etmemiş; yaşamının bir hayvanınkinden daha gerçek bir değeri veya amacı olmadığı duygusunu içinden atamamıştır. Kralın derdini, Buda ve Stoacı filozof Epiktetos gayet iyi açıklar: Mutluluğun peşinden koşma. Budizm ve Stoacılık felsefesine göre dünyevi mal mülk veya arzularımıza karşılık veren bir dünya arayışına girmek, rüzgarı kovalamaya kalkışmakla aynı anlama gelir. İnsan mutluluğu, yalnızca dünyevi nesnelerle bağlarını kopararak ve kendini razı olmaya adayarak, kendi içinde bulabilir. (Elbette Stoacılar ve Budistler de ilişki kurabilir, iş ve mal-mülk sahibi olabilir ama onları kaybettiklerinde hayal kırıklığı yaşamamk için, onlarla duygusal bağ kurmamalıdır.) Bu fikir, İkinci Bölüm'de ele aldığımız hakikat öğretisinin bir uzantısıdır:
''Yaşam onu nasıl varsayıyorsanız öyledir ve şu anki düşüncelerimiz yarınki hayatımızı hazırlar.''  Ama psikoloji alanındaki son araştırmaları inceleyince, Buda ve Epiktetos'un fazla ileri gitmiş olabileceğini anlıyoruz. Bazı şeyler, uğruna çabalamaya değer ve neye odaklanacağımızı bilirsek, dışsal şeylerle de epey mutlu olabiliriz.



ALINTI
Mutluluk Varsayımı
Yazar: Jonathan Haidt



SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone 

8 Aralık 2014 Pazartesi

GERÇEK

Buzdağının arkasındadır hayat, görünenlerden çok görünmeyenlerden ibarettir yaşam... Bakmaktan ziyade, çoğu zaman görmeyi bilmek gerektirir, yaşananları anlayabilmek, hissedebilmek için. Çünkü; birçok zaman hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Sezgi gerektirir, ince bir anlayışa ihtiyaç vardır bilmek için... Bilmek; bilmediğin şeyi bilene kadar hiçbir şeyi bilmediğindir, yalnızca bildiğini zannettiğindir... Önyargıları bir kenara bırakıp, objektif bakabilmek aslolandır. Yalın gözlerle, tarafsız bakıldığında görülür gerçekler, bu da her yiğidin harcı değildir... Gül bahçesi gördüğün yerde fırtınalar kopuyordur belki de, bunu görebilmekte farklı bir bakış açısı gerektirir...
Önce insan kendini sorgulamalı, kendini yargılamalı, iç hesaplaşmasını önce kendisiyle yapmalı, başını kaldırıp sonra etrafına bakmalı... Belki de aranılan gerçek çok uzakta değildir...

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

28 Kasım 2014 Cuma

MESELE

Yaşamak zor... Herkesi mutlu etmek, sevdiklerini mutlu etmek, kendini mutlu etmek. Her daim seçimler yapmak zorunda olmak, zorunda bırakılmak. Kimi zaman kişiliğinden ödün vermek, istemeden de olsa, bu ben değilim; bunu yapamam desen de bazı şeyleri yapmak zorunda kalmak, zorunda bırakılmak. Oluyor işte istemesen de... Şartlar zorluyor benliğini...
Büyük büyük laflar etmemeli şu hayatta! Yeri  gelir çarpar yüzüne yüzüne, savurur dört bir yana yaprak gibi... Ne olduğunu anlamazsın bile...
Yüzün gülse de bedenin ruhuna dar gelir ya bazen... Anlatamazsın içindekileri, kelimelere dökmek zordur ya bazen... Dersin ki; kendine! Sus o zaman... Sus ki; sükunet iyi gelsin, hırpalanmış ruhuna... Hırçın dalgalar acımasızca düşüncelerini aşındıra dururken, susmak da yetmiyor ya bazen neyse...
Silmek, yıkmak kolay da zor olan taş üstüne taş koymak değil mi?
Olmayanı var etmek, ortaya bir şeyler koymak yoran insanı...
Yoktan var etmek... İşte bütün mesele bu!


SEVGİ ve IŞIK'la kalın..
Persephone




26 Kasım 2014 Çarşamba

AŞK'A DAİR

''Aşk sizi çağırdığı zaman, onu izleyin,
Yolları zorlu ve dik olsa da,
Kanatları sizi sardığı zaman, ona teslim olun,
Tüyleri arasına gizlenmiş kılıç sizi yaralayack olsa da,
Ve aşk sizinle konuştuğu zaman, ona inanın,
Bahçeyi tarımar eden kuzey rüzgarı gibi darmadağın etse de düşlerinizi sesiyle.
Çünkü aşk hem taç olur başınıza hem çarmıha gerer sizi.  
Hem besler büyütür hem de budar sizi.
Yücelerinize tırmanıp okşar, sever güneşte titreyen en körpe dallarınızı,
İnip sonra aşağı, sarar toprağa tutunmuş köklerinizi,
Mısır demetleri gibi derer aşk sizi,
Harman yerinde dövüp çırılçıplak bırakır.
Kabuklarıızı elemek için kalburdan geçirir,
Apak edinceye kadar öğütür sizi,
Yumuşayana kadar yoğurur;
Ve sonra atar sizi kutsal ateşine, Tanrı'nın kutsal şölenine kutsal ekmek olasınız diye.
Aşk bütün bunları, yüreğinizin sırlarına ermeniz ve bu bilgiye 'Hayat'ı yüreğinin bir parçası olabilmeniz için yapacaktır.
Fakat eğer korkularınız içinde, sadece aşkın huzurunu ve hazzını aramaksa muradınız,
O zaman çıplaklığınızı örtüp aşkın döven yerinden çıkın daha iyi.
Girin güleceğiniz ama doyasıya gülmeyeceğiniz, ağlayacağınız ama bütün gözyaşlarınızı dökemeyeceğiniz o mevsimsiz dünyaya.
Kendinden başka bir şey vermez aşk ve kendinden başkasından almaz.
Ne sahip olur aşk ne de kendisine sahip olsun ister,
Çünkü aşk yeter.
Sevdiğiniz zaman 'Tanrı yüreğimde' değil, 'Ben Tanrı'nın yüreğindeyim' demelisiniz;
Ve aşka rota çizebileceğinizi sanmayın. Çünkü sizi layık bulursa eğer rotanızı aşk çizer.
Aşkın kendini tamama erdirmekten başka bir tutkusu yoktur.
Fakat aşıksanız ve tutkularınız olacaksa mutlaka, şunlar olsun tutkularınız;
Erimek ve akan bir dere olmak ezgisini geceye söyleyen,
Tanımak aşırı muhabbetin sızısını,
Yaralanmak kendi aşk idrakinizle; kan ağlamak isteyerek ve sevinçle,
Şafak vakti kanatlanmış bir yürekle uyanmak ve minnet duymak aşkla dolu yeni bir güne,
Öğleyin dinlenmek ve aşkın coşkusun düşünmek derin derin,
Akşamleyin eve şükranla dönmek,
Ve sonra da uyumak yüreğinizde sevgiliye bir dua ve dudaklarınızda bir şükran şarkısıyla...''

Halil Cibran



Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

22 Kasım 2014 Cumartesi

Çocuklar Sizin Çocuklarınız Değil


Çocuklarınız sizin çocuklarınız değildir.
Onlar kendini özleyen hayatın oğulları ve kızlarıdır.
Onlar sizin vasıtanızla gelir, ama sizden gelmezler.
Ve sizinle birlikte olmalarına karşın, size ait değildirler.
Siz onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil,
Çünkü onların kendi düşünceleri vardır.
Onların bedenlerini barındırabilirsiniz, ruhlarını değil,
Çünkü onların ruhları,rüyalarınızda bile ziyaret edemiyeceğiniz yarının sarayında yaşar.
Sizler onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz, ama onları kendinize benzetmeye çalışmayın.
Sizler, çocuklarınızı canlı oklar olarak fırlatan yaylarsınız.
Oku atanın elinde seve seve eğiliniz.

Halil Cibran


Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

18 Kasım 2014 Salı

KABUSNAME




Âşık olma!

Ey oğul, âşık olmamaya çalış. Eğer ansızın âşık olursan gönlüne uyma. Çünkü gönlü aşka gönderince, kişi kendi de ona uymuş olur. Gönül şehvetine uymak, akıllı kişilerin işi değildir.

Şimdi… Ne çaban varsa göster. Gönlü aşka bağlamaktan sakın. Âşıklık hiçbir belaya benzemeyen tehlikeli bir iştir. Meselâ bir yıllık kavuşma rahatı, bir günlük ayrılık sızısının zahmetini karşılamaz. Hele âşıklığın ayrılığı ve vuslat baştan başa dert ve mihnettir.

Gerçi aşkın derdi hoşça derttir. Çünkü ayrılıkta isen zaten azaptasındır. Vuslatta isen ayrılığın korkusundan yine azaptasındır.

Eğer sevgili huysuz olursa -Allah korusun- onun gibisinin anlamsız nazı ve pis huyu yüzünden, vuslat lezzetinden bile hiç haz ve tat bulamazsın.

“Ayrılık, sonu ayrılık olan vuslattan bin kat daha iyidir.”

Keykavus, Kaabusnâme, 1082



SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone 

11 Kasım 2014 Salı

HAYATI ISKALAMA LÜKSÜN YOK SENİN




Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat olsun.
Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır.

Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya hazırdır.
Hani ağzınla kuş tutsan “Bu kuşun kanadı neden beyaz değil?” diye bir soruyla bile karşılaşabilirsin…

İki ucu keskin bıçaktır bu işin.

Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her zaman.
Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur.
İyi halin cezanda indirim sağlamaz.

Sen, “Ama senin için şunu yaptım” derken o, “şunu yapmadın” diye cevap verecektir.
Ve ne söylesen karşılığında mutlaka başka bir iddiayla karşılaşacaksındır.

Üzülme, sen aşkı yaşanması gerektiği gibi yaşadın.
Özledin, içtin, ağladın, güldün, şarkılar söyledin, düşündün, şiirler yazdın. “Peki o ne yaptı” deme.
Herkes kendinden sorumludur aşkta.

Sen aşkını doya doya yaşarken o kendine engeller koyuyorsa bu onun sorunu.
Bir insan eksik yaşıyorsa, ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için?
Hayatı ıskalama lüksün yok senin.
Onun varsa, bırak o lüksü sonuna kadar yaşasın.
Her zamanki gibi yaşayacaksın sen.

“Acılara tutunarak” yaşamayı öğreneli çok oldu.
Hem ne olmuş yani, yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil.
Sen mutluluğu hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki…

Epeydir eline almadığın kitaplar seni bekliyor.
Kitap okurken de mutlu oluyorsun Unuttun mu?
Kentin hiç görmediğin sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif verecek sana.
Yine içeceksin rakını balığın yanında.

Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de çabası…

Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun aslolan yürektir.
Yürek sesi ne bilmeyenler, ya da bilip de duymayanlar acıtsa da içini unutma; yasadığın sürece o yürek var olacak seninle birlikte.

Sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda duygusunu.
Elbet bitecek güneşe hasret günler.
Ve o zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler değil, güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini…


Nazım Hikmet 

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

27 Ekim 2014 Pazartesi

BİLL GATES'İN BAŞARISININ SIRRI




Matematiğin genç, parlak, harika çocuğu bilgisayar programcılığını keşfediyor. Harvard'ı terk ediyor. Arkadaşlarıyla Microsoft adlı küçük bir bilgisayar şirketi kuruyor. Sadece ve sadece zeka, azim ve sezgiyle yazılım dünyasının dev olmayı başarıyor. Ana hatlarıyla böyle. Şimdi biraz derinlere inelim.
Gates'in babası Seattle'da zengin bir avukattı; annesi de hali vakti yerinde bir bankerin kızıydı. Bill büyümüş de küçülmüş bir çocuktu ve derslerinden çabuk sıkılırdı. Bu nedenle, anne babası onu yedinci sınıfa başlarken devlet okulundan alı Seattle'da seçkin ailelere hizmet veren özel bir okula, Lakeside'a gönderdiler. Gates, Lakeside'daki ikinci yılının ortalarındayken, okul bir bilgisayar kulübü kurdu.
''Okulun Anneler Kulübü her yıl bir kermes düzenlerdi ve elde edilen paranın nereye gideceği hep bir soru işareti olurdu'' diye aktarıyor anımsadıklarını Gates. ''Bir bölümü varoş çocuklarının kampüse getirildiği yaz okuluna giderdi. Bir bölümü öğretmenler için harcanırdı. O yıl daha sonra bizim kontrolümüze geçecek olan o küçük komik odaya 3000 dolarlık bir bilgisayar terminali alıp koydular. Oldukça büyüleyici bir şeydi.''
Kuşkusuz ''büyüleyici bir şey''di, çünkü yıl 1968'di. 1960'larda çoğu üniversitenin bile bilgisayar kulübü yoktu. Daha da dikkate değer olan, Lakeside'ın satın aldığı bilgisayarın türüydü. Okul öğrencilerine programlamayı 1960'larda neredeyse herkesin kullandığı o zahmetli bilgisayar kartı sistemi üzerinden öğretmedi. Lakeside bunun yerine ASR-33 Teletype adlı sistemi kurdu; bu Seattle merkezindeki ana bilgisayara doğrudan bağlı, zaman paylaşımlı bir terminaldi. ''Bütün o zaman paylaşım fikri daha 1965'te geliştirilmişti'' diye devam ediyor Gates. ''Birileri son derece ileri görüşlüydü.'' Bill Joy programlamayı zaman paylaşımlı bir sistemde öğrenmesini sağlayan o olağanüstü, erken fırsata 1971'de, üniversite birinci sınıfta sahip oldu. Bill Gates ise gerçek zamanlı programlamayı 1968'de sekizinci sınıftayken yapabildi.
Gates o andan itibaren bilgisyar odasında yaşar oldu. Gates'in yanısıra birkaç kişi daha bu yeni garip cihazın nasıl kullanıldığını kendi kendilerine öğrenmeye başladılar. ASR'nin bağlı olduğu ana bilgisayar üzerinde zaman satın almak -Lakeside gibi zengin bir kurum için bile - hiç kuşkusuz pahalıydı ve Anneler Kulübü tarafından sağlanan 3000 doların suyunu çekmesi uzun sürmedi. Anne  babalar biraz daha para topladı. Öğrenciler harcadı. Sonra Washington Üniversitesi'nden bir programcı, yerel şirketlere bilgisayar üzerinde süre kiralayan Computer Center Corporation (ya da C-Cubed) adlı bir donanım oluşturdu. Şans eseri, şirketin kurucularından biri olan Monique Rona'nın oğlu Lakeside'da okuyordu; Gates'in bir sınıf üstündeydi. Rona, Lakeside bilgisayar kulübünün hafta sonları bedava programlama süresi karşılığında şirketin yazılım programlarını deneyip deneyemeyeceğini merak etti. Hiç kuşkusuz! Gates okuldan sonra otobüse atlayıp C-Cubed ofisine gidiyor ve akşam geç saatlere kadar programlama yapıyordu.
C-Cubed sonunda iflas ettiği için Gates ve arkadaşları Washington Üniversitesi'ndeki bilgisayar merkezi çevresinde dolanmaya başladılar. Çok geçmeden ISI (Information Sciences Inc.) adlı bir oluşumla tanıştılar; ISI, şirket bordrolarının otomasyonunda kullanılabilecek bir yazılım üzerinde çalışmaları karşılığında onlara bilgisayarda bedava süre vermeyi kabul etti. 1971'de yedi aylık bir dönem içinde Gates ve yoldaşları ISI ana bilgisayarında 1575 saat çalıştılar ki bu haftada yedi gün, günde sekiz saat demekti.
İlk lise yıllarından söz ederken ''Bu benim takıntımdı,'' diyor Gates. ''Sporu boşverdim. Geceleri oraya gidiyordum. Hafta sonları programlama yapıyorduk. Orada 20, 30 saat harcamadığımız hafta  yok gibiydi. Bir ara bazı şifreleri çalıp sistemi bozduğumuz için Paul Allen'la birlikte başımız belaya girdi. Kovulduk. Bütün yazar bilgisayar kullanmadım. 15, 16 yaşındaydım. Sonra Paul  Allen'ın Washington Üniversitesi'nde bedava bilgisayar bulduğunu öğrendim. Bu makineler tıp merkezi ve fizik bölümündeydi. 24 saatlik bir programa bağlıydılar, ancak uzun boş bir dönem de söz konusuydu; gece üç ila sabah altı arasında hiçbir programları olmuyordu.'' Gates gülüyor. ''Gece, yürüyebiliyordum. Ya da otobüse binerdim. Washington Üniversitesi'ne karşı her zaman bu kadar cömert olmamın nedeni de bu; bilgisayardan o kadar çok süre çalmama izin verdiler ki'' (yıllar sonra Gates'in annesi şöyle diyordu: ''Sabahları uyumakta neden o kadar zorlandığını hep merak ederdik.'')
ISI kurucularından Bud Pembroke o dönem teknoloji şirketi TRW'den bir çağrı aldı; şirket Washington Eyaleti'nin güneyindeki devasa Bonneville enerji santralinde bir bilgisayar sistemi kurmak için bir anlaşma imzalamış bulunuyordu. Bilgisayar devriminin bu ilk günlerinde bu tür uzmanlık deneyimine sahip programcılar bulmak zordu. Ancak Pembroke kimi arayacağını çok iyi biliyordu: ISI ana bilgisayarı üzerinden binlerce saat pratik yapmış şu Lakeside Lisesi öğrencileri. Gates şimdi son sınıftaydı ve her nasılsa öğretmenlerini bağımsız bir araştırma projesi maskesi altında Bonneville'e gitmeye izin vermeye ikna etti. Orada ilkbaharı John Norton adlı bir adamın denetiminde kod yazarak geçirdi; ki Gates ondan programlama konusunda tanıdığı hemen herkesten öğrenmiş olduğundan daha fazla şey öğrendiğini söylüyor.
Bir numaralı fırsat, Gates'in Lakeside'a gönderilmiş olmasıydı. 1968'de dünyada kaç okulun zaman paylaşımlı bir terminale erişimi vardı ki? İki numaralı fırsat, Lakeside annelirinin okulun bilgisayar ücretlerini ödeyecek kadar parasının olmasıydı. Üç numaralı fırsat, bu paranın tükendiği noktada, anne babalardan birinin, haftasonları kodları test edecek ve haftasonlarının iş gününe dönüşmesine aldırmayacak birilerine gereksinim duyan C-Cubed'da çalışıyor olmasıydı. Dört numarılı fırsat, Gates'in ISI'dan haberdar olması ve ISI'nın da tam o sırada bordro yazılımında çalışacak birine gereksinim duymasıydı. Beş numaralı fırsat, Gates'in Washington Üniversitesi'ne yürüme mesafesinde oturuyor olmasıydı. Altı numaralı fırsat, üniversitenin bilgisayarının gece üç ila sabah altı arasında boş olmasıydı. Yedi numaralı fırsat, TRW'nin Bud Pembroke'u aramış olmasıydı. Sekiz numaralı fırsat, Pembroke'un söz konusu sorunla ilgili olarak tanıdığı en iyi programcıların iki lise öğrencisi olmasıydı. Ve dokuz numaralı fırsat, Lakeside'ın bu çocukları ilkbahar döneminde bilgisayar kodu yazmaları için millerce öteye göndermeye istekli olmasıydı.
Ve bu fırsatların hemen hepsinin ortak özelliği neydi? Bill Gates'in ekstra pratik sağlamaları. Gates kendi yazılım şirketinde şansını denemek için ikinci sınıftan sonra Harvard'ı terk ettiğinde, pratikte tam yedi yıldır programlama yapıyordu. 10 bin saatin çok ilerisindeydi. Dünyada kaç genç Gates gibi bir deneyime sahiptir? ''Dünyada böyle 50 kişi olsaydı şaşırırdım,'' diyor. '' C-Cubed ve yaptığımız o bordro işi vardı, sonra TRW; bütün bunlar bir aray geldi. Yazılım geliştirme konusunda genç bir yaşta o dönem için sanırım diğer herkesten daha iyi bir biçimde haşır neşir oldum ve bütün bunlar son derece şanslı bir olaylar dizisi sayesinde oldu.''  

''İneklere iyi davranın. Muhtemelen onlardan birisi için çalışacaksınız.'' Bill Gates

ALINTI
OUTLİERS- Çizginin Dışındakiler
Yazar: Malcolm Gladwell



SEVGİ ve IŞIK'la kalın..
Persephone


DOĞUŞTAN YETENEK DİYE BİR ŞEY VAR MI?

Exhibit A, yetenek tartışmasında, 1990'ların başlarında psikolog K. Anders Ericsson ve Berlin'deki seçkin Müzik Akedemisi'nden iki arkadaşı tarafından yapılmış bir çalışma, Akademi'deki profesörlerin yardımıyla okuldaki kemancılar üç gruba ayrıldı. Birinci grupta yıldızlar vardı; dünya klasmanında solo kemancı olma potansiyeline sahip öğrenciler. İkinci grup sadece ''iyi'' olduklarına karar verilenlerdi. Üçüncü grupta ise, profesyonel olarak keman çalmaları beklenmeyen, ancak milli eğitim sistemi içinde müzik öğretmeni olmaya niyetli öğrenciler vardı. Sonra bütün kemancılara aynı soru yöneltildi: Kemanı ilk kez elinize aldığınız andan başlayarak bütün kariyeriniz boyunca kaç saat pratik yaptınız?     
Üç gruptan da herkes kabaca aynı yaşta -5 yaş civarında- keman çalmaya başlamıştı. Bu birkaç yıl, herkes kabaca aynı oranda -haftada iki üç saat kadar- pratik yapmıştı. Ancak öğrenciler 8 yaş civarına geldiğinde gerçek farklılıklar ortaya çıkmaya başlamıştı. Sınıfın en iyisi olma noktasına ulaşan öğrenciler, herkesten daha fazla pratik yapmaya başlayanlardı; 9 yaşında haftada altı saat, 12 yaşında haftada sekiz saat, 14 yaşında haftada on altı saat ve böylece giderek arıyordu ta ki 20 yaşında haftada otuz saatten fazla pratik yapıyor -daha iyisini başarmak niyetiyle enstüramanlarını bilerek, isteyerek çalıyor- olana dek. Hatta 20 yaşında çok iyi performans gösterenlerden her biri toplam 10 bin saatlik bir pratiğe ulaşmış durumdaydı. Sadece iyi olan öğrenciler toplam 8 bin saatlik pratik yapmıştı; geleceğin müzik öğretmenleri ise sadece 4 bin saati biraz aşmış durumdaydı.
Ardından Ericsson ve arkadaşları amatör piyanistlerle profesyonel piyanistleri karşılaştırdılar. Ortaya aynı model çıktı. Amatörler çocuklukları boyunca asla haftada yaklaşık üç saatten fazla pratik yapmamıştı ve 20 yaşına geldiklerinde toplam 2 bin saat pratik yapmış durumdaydılar. Oysa profesyoneller pratiklerini her yıl sürekli arttırmış, 20 yaşına geldiklerinde tıpkı kemancılar gibi 10 bin saate ulaşmışlardı.
Ericsson'ın çalışmaının çarpıcı yanı, ''doğal'' öğrencilerle -pratiğe akranlarının harcadığı zamanın belli bir parçasını harcayıp da tepeye fazla çabalamadan çıkan örneklerle -hiç karşılaşmamalarıydı. ''İnek'' öğrencilerle, herkesten daha fazla çalışan, ancak ön safları yarmak için gerekli şeye sahip olmayan örneklerle de karşılaşmadılar. Araştırmalar şunu gösteriyor ki bir öğrenci en iyi müzik okullarından birine gidebilecek kadar yetenekliyse onun performansını bir diğerininkinden ayıran ne kadar çok çalıştığı oluyor. O kadar. Dahası, zirvedeki insanlar sadece daha fazla çalışmakla, hatta herkesten çok daha fazla çalışmakla kalmıyor. Çok çok daha fazla çalışıyor.
Karmaşık bir görevi mükemmel biçimde yerine getirmenin en az kritik düzeyde bir pratik gerektirdiğine ilişkin fikir, uzmanlık çalışmalarında tekrar tekrar su yüzüne çıkıyor. Hatta araştırmacılar gerçek uzmanlık için sihirli sayının 10 bin saat    olduğuna ilişkin inançlarında fikir birliğine varmış durumda.
''Bu tür çalışmalardan ortaya çıkan tablo -herhangi bir şeyde- dünya klasmanında bir uzman olmayı sağlayacak ustalık düzeyine ulaşmak için 10 bin saat pratik gerektiğine işaret ediyor,''   diyor nörolog Daniel Levitin. ''Besteciler, basketbol oyuncuları, kurmaca yazarları, buz patencileri, konser piyanistleri, satranç oyuncuları ve diğerleri üzerine ardı ardına yapılan çalışmalarda bu sayı tekrar tekrar ortaya çıkıyor. Hiç kuşkusuz, bu kimilerinin yaptığı pratikten neden diğerlerinden daha fazla şey sağladığını açıklamıyor. Ancak henüz hiç kimse, gerçek anlamda dünya klasmanında uzmanlığın daha kısa zamanda yakalandığı bir vaka ile karşılaşmadı. Göünen o ki gerçek uzmanlığa ulaşmak için beynin bilmesi gerekenlerle kaynaşması bu kadar zaman alıyor.''
Bu durum dahi olduğunu düşündüğümüz insanlar için bile geçerli. Örneğin, Mozart  müzik yazmaya altı yaşında başladı. Ancak psikolog Micheal Howe, Genius Explained adlı kitabında şöyle yazıyor:  ''Olgun bestecelerin standartlarına göre, Mozart'ın ilk yapıtları çok iyi değildir. İlk parçaların hepsi büyük olasılıkla babası tarafından yazıldı. Wolfgang'ın çocukluk kompozisyonlarından birçoğu örneğin, piyano ve orkestra için yazdığı ilk yedi konçerto, büyük oranda diğer bestecilerin yapıtlarının arajmanlarıdır. Sadece Mozart'ın özgün müziğini içeren konçertolardan ilki, şimdi bir başyapıt olarak kabul edilen No. 9, K. 271, daha önce hiçbir 21 yaş altı müzisyen tarafından bestelenmemiştir. Mozart o zamanda 10 yıldır konçerto besteliyordu.''
Müzik eleştirmeni Harold Schonberg daha da ileri gidiyor: En büyük yapıtlarını ancak 20 yılı aşkın bir zamandır beste yapmaktayken bestelediğine göre, Mozart'ın gerçekte ''geç gelişim gösterdiğini'' ileri sürüyor.
Görünen o ki satrançta büyük usta olmak da yaklaşık 10 yıl alıyor. (Sadece efsanevi Bobby Fisher daha kısa zamanda bu seçkin düzeye ulaştı: Onun dokuz yılını aldı.) Peki 10 yıl ne demek? Evet, 10 bin saatlik somut pratik kabaca 10 yıl alıyor. 10 bin saat mükemmelliğin sihirli sayısı.


ALINTI 
Outliers ( Çiginin Dışındakiler)
Yazar: Malcolm Gladwell


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

22 Ekim 2014 Çarşamba

İLİŞKİDE NARSİSTİK YAKLAŞIM

Evlilikler ve diğer ciddi duygusal ilişkilerde genellikle iki önemli unsur vardır. Biri, ilişkiyi başlatan ve büyük ölçüde ilişkiye derinlik katan duygusal bileşen olan sevgidir. Sevgi tipik olarak sıcaklık, şefkat ve tutku duygularını içerir. İlk aşamalarda sevgi genellikle tutku olarak yaşanır ve evlilik ilerledikçe daha çok şefkat üzerine temellenir. Diğer unsurlar eşe bağlılık ve fedakarlıktır.Bu, birbirini  maddi olarak destekleme, akşam yemeğini sırayla hazırlama ve çocuk bakımı ile ev işleri sorumluluklarını bölüşmeyi de kapsayabilir.
Bu temel ilişki modeli, cinsel tutku unsuru olmaksızın diğer ilişkilerde de işlemektedir. Anne babalar ve çocuklar birbirlerine karşı sevginin yanı sıra bağlılık hissederler ve sorumluluk duyarlar. Keza arkadaşlıkta da sevgi ve bağlılık vardır ama sadakat ve güven üstünde de durulur. Arkadaşlıklar istekle kurulduğundan ve sonlandırılmaları da oldukça kolay olduğu için, arkadaşla birlikteyken güzel vakit geçirmek oldukça önemlidir. Sevgi, bağlılık ve sadakat üzerine kurulu ilişkiler geniş topluluklar içinde yararlıdır: İstikrarlı ilişkiler, daha iyi vatandaşlar, daha iyi arkadaşlar, daha iyi öğrenciler ve daha iyi liderler olan istikrarlı bireyler demektir.
Narsistlerin ilişkilere yaklaşımlarını anlamak için bu görüşleri alın ve bir kenara atın. Bir başkasına duyulan sevginin yerine kendini sevmeyi koyun, şefkatin yerine istismarı koyun ve bağlılığa ''işime geldiği sürece'' ifadesini ekleyin. Narsistlerin ilişkiye yaklaşımları basittir: İlişki tamamen kendilerine yöneliktir. İyi görünmek ve iyi hissetmek isterler ve eğer ilişki bu amaçlar için bir yöntemse ne ala, değilse başka birini bulmanın zamanı gelmiştir. ''Egoyu beslemek'' terimi, narsistlerin ilişkilere yaklaşımlarını tanımlamak için kullanılır. Eğer ilişki besleyici çıkarsa yürür, çıkmazsa yürümez. İlişkiler bir narsistin egosunu sayısız yolla besler. Güzel görünümlü ve ihtiyaçlarını karşılayan biriyle evlenebilir -sözde vitrin eş. Ya da bir çok arkadaş edinebilir, itibar görmek için başkalarını sömürebilir, etrafına bir hayran dalkavuk grubu toplayabilir veya sadece sözlü sataşmalarıyla insanlara üstünlük taslayabilir. Üstünlük havasını sürdürebilmek için konuşurken bakışlarını donuklaştırabilir ya da gördüğü her spot ışığına atlayabilir. Sözünü ettiğimiz durumların hepsinde ''ilişki'', tamamen benliğin ihtiyaçlarına yöneliktir. Don McLean'in klasik şarkısı Everybody Loves Me, Baby, narsisizmin bu yönünü gayet iyi yakalamış: ''Ben geçerken okyanus ikiye ayrılır. Beni herkes sever, bebeğim, senin derdin ne?''
Narsistin egosunu besleyen yalnızca ilişkiler değildir ama narsistler için ilişkiler birbirlerinin yerine geçebilir. İktisatçıların bunun için harika bir terimleri var: mübadelesi mümkün mal. Benzinin mübadelesi mümkündür; bir benzin istasyonundan ya da diğerinden alabilirsiniz, arada bir fark yoktur. Narsistler için ilişkilerin tazmini mümkündür: bir ''vitrin eş'', bir başkasıyla değiştirilebilir ve narsistin egosu aynı miktarda hayranlıkla beslendiği sürece sorun yoktur. Narsistler için ilişkiler ve maddi eşyalar neredeyse birbirlerinin yerine  geçebilen şeylerdir. Kocanızla ilişkinizi yepyeni güzel bir evle ya da kız arkadaşınızı ilişkinizi bir Porche ile değiştirdiğinizi düşünün. Eğer ilişkiden almayı düşündüğünüz şey mevki, itibar ve ilgiyse, neden olmasın? O şeyi sevgilinizden çok, bir Porche otomobilden alabilirsiniz.
MTV kanalındaki bir belgesele konu olan 25 yaşında Scott'u ele alalım. Scott'ın Rachel ile ''çıkar arkadaşlığı'' var, yani düzenlü olarak görüşüyorlar ve yatıyorlar ama hiçbir şekilde bağlılıkları yok. Rachel, Scott'a bağlanmaya başladığını hissettiğini söyleyince Scott, umursamaz bir tavırla ellerini başının arkasına atıp (klasik üstünlük pozu), ''Ben bağlandığımı hiç sanmıyorum'' dedi. ''Gerçek bir çıkar arkadaşlığında böyle konuşmalar asla geçmez. Karşındakinin duygularına karışmamama gerekiyor, akışına bırak'' dedi. Rachel üzülünce Scott, ''Ben bağlanmak istemiyorum. Sana daha fazla yalan söylemeye başlamam gerek. Belki bu her şeyi düzeltir. Bilmediğin şey sana zarar vermez dedi. Rachel dairesinden gittikten sonra Scott röportajcıya itiraf etti. ''Rachel'da bir kızda aradığım her şey yok. Bu şimdilik beni oyalayan bir ilişki. Yalnız olacağıma, onunla olmayı yeğliyorum.''
Kendi egosunu beslemek için şekilden şekile girebilme özelliği her türden çirkin ilişki davranışına yol açar. İlişkilerde narsistlerin davranışlarının büyük çoğunluğu ''oyun oynamadır.'' Aldatıcı ve sahtekardırlar; bir an bağlılık sinyali verir, bir an sonra geri çekilirler; insanları birbirlerine düşürürler ve bağlanmaktan kaçınırlar. Oyun oynamanın narsist eş, sevgili ya da çalışan için bazı gerçek kazançları vardır; ilişkide asgari çıkarı olan tarafın en güçlü olduğunu varsayan ''asgari çıkar ilişkisinden'' dolayı, narsiste başkalarının üzerinde baskı kurma gücü verebilir. Oyun oynamanın ''seçeneklere açık olmakla'' özgürlük sağlama avantajı da vardır. Eğer potansiyel ''yatak arkadaşları'' ya da sizi işe alabilecek şirketler aramayı sürdürürseniz, ilişkinizi ya da işinizi çabucak değiştirebilirsiniz.
Bu oyun stratejisi, narsistler için gayet güzel yürür ama mevcut partnerleri için durum pek de öyle değildir. Narsistle yaşanan bu kısa süreli ilişkiler, her zaman dinlediğiniz kadar heyecan verici veya eğlenceli değildir. Narsistler mevki ya da öz saygı yükseltme beklentilerini karşılamayan ilişkileri sonlandırmaya eğilimlidirler -ya da ilişkideki partneri, bu ister eş ister çalışanı olsun, sonunda usanır ve narsisti bırakır. Örneğin; MTV'deki belgeselin sonunda Rachel ile Scott, ''çıkar arkadaşlıklarına'' son verdiler; bunun en büyük nedeni, Rachel'in kendisini açık açık umursamayan biriyle birlikte olmaktan bıkmasıydı. Narsislerle olan ilişki harika başlar ama ilişki tatmini zaman ilerledikçe çabucak söner ve narsistin olumsuz yönü belirginleşir.
Narsist, ilişkideki partnerine yakıt gözüyle bakar. Mevkilerini ve itibarlarını güçlendirmek için insanları kullanırlar ve yanlarındaki kişi arık bunu sağlamadığı zamanda onu çöp sepetine atıverirler. Bir dizi ''vitrin eşi'' olan erkek, bunun klasik bir örneğidir. İşişki ancak vitrin görevi gören eş, işini yaptığı ve narsistin güçlü ve önemli görünmesini sağladığı sürece devam eder. Vitrin eş eskisi kadar çekici görünmediğinde (ya da daha güzeli bulunduğunda) yerine yenisi geçirilir. Bazı narsistler birbiri ardına genç kadınlarla evlenirler, her biri cazibesini ve güzelliğini kaybedinceye kadar elde tutulur. Narsistlerle yaşadıkları ilişkileri bitirenlerin pek çok kez ''beni bitirdi'', ''kanımı kuruttu'' ya da ''beni yaktı'' gibi ifadeler kullandıklarını duymuşuzdur. Birini sevmek, sonra da kimi zaman yıllar sonra - o kişinin aslında sizi hiç umursamadığını anlamak kesinlikle korkunç bir duygudur.
Narsistlerin partnerlerinin kendilerini böyle zara görmüş hissetmeleri hiç de şaşırtıcı değildir. Daha da kötüsü, bu duygularını; genellikle eleştiriye inkarla, küfürle, hatta şiddetle karşılık veren eşlerine güvenli biçimde ifade edememeleridir. Bir narsiste yapacağınız herhangi bir eleştiri, düşmanca bir tepkiye neden olabilir. Narsistlerle birlikte yaşayanlar ve çalışanlar, düşüncelerini kendilerine saklamayı hemen öğrenirler. Ya da kendini beğenmişliğin dozunu biraz düşürmesini tatlılıkla belirtmek adına bu önerileri, bir çocuğun Cadılar Bayramı'nda yediğinden de fazla şekerle kaplarlar -narsistin kendini beğenmişliği dayanaksız olduğundan değil, sadece başkaları doğal olarak narsistin yüceliğini görüp kıskançlığa kapılmasınlar diye. Sosyal dışlanma da, partnerlerini bu kadar çok umursamadıklarından değil, gurur ve sahiplenme duyguları yüzünden, narsistlerde güçlü tepkilere neden olur. Eşlerin şiddet uyguladığı birçok vaka, narsistin kendini reddedilmiş veya terk edilmiş hissettiği zaman meydana gelir. Aynı zamanda narsistler özgürlüklerinin kısıtlandığını hissettiklerinde de -başka bir deyişle istedikleri şeyi yapamadıklarında- öfkelenir ve saldırganlaşırlar. Brad Bushman ve mesletaşları bu tepkinin, bir narsiste ''hayır'' dendiği ve bunun saldırganlığını harekete geçirdiği kimi tecavüz vakalarında da meydana geldiğini buldular. Saldırganlığı tetikleyen bu üç davranış -ego tehdidi, reddetme ve hayır deme -narsistle yaşanan ilişkiyi mayın tarlasında parmak ucunda yürümeye dönüştürür. Başlangıçtaki heyecan, ardından gelen strese, endişeye ve kimi zaman da korkuya değmez.

Yazar: Jean M. Twenge - W. Keith Campbell
Kitap: ''Asrın Vebası: Narsisizm İlleti'


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone            
     

21 Ekim 2014 Salı

NARSİSTİK EĞİLİM



Her geçen gün etrafımızda narsisizmin hızla yayıldığını görmezden gelmek pek mümkün değil. Televizyonda reklamların, dizilerin, filmlerin, magazin programlarının ve internetin de buna çanak tuttuğunu söylemek çok da yersiz olmayacak. Tabii yeni yetişen neslin aileleri tarafından, bir önceki nesillere göre çocuklarını çok farklı yetişdirdiğini de göz ardı edemeyiz...
Bugün aileler 4-5 yaşlarındaki çocuklarına araba seçimi, ev seçimi yaparken bile fikirlerini sormakta ve hiçbir bedel ödemeden eşit söz hakkı tanımaktalar. Bu durumda söz hakkının doğuştan edinildiği fikri uyanıyor çocuklarda. Evet çocuklarınıza bir elbise alırken, bir kitap seçerken fikrini sorun ama araba alırken değil. Sanırım psikologların çocuğunuzun fikrini alın, söz hakkı tanıyın derken kastettikleri şey araba ya da ev değil!
Aileler çocuklarına sen özelsini empoze ederken, bunu herhangi bir kaynağa dayandırmadan yapmaları, övgü yağdırmaları yetişkinlik dönemlerinde aynı ilgi ve özeni beklemelerine neden oluyor ve ne yazık ki hayat böyle bir şey değil. Bir işte çalışmaya başladıklarında patronları, durduk yere övgüler yağdırmayacak ve çocuklarınıza özel muamele yapmayacak. Ve hayal kırıklıkları büyük olacak.
Bugün çevremde üniversitede okuyan ya da yeni mezunlara bakıyorum, hepsinin hayalleri büyük. Çünkü herkes özel olduğunu ve iyi işlere layık  olduğunu düşünüyor. Hiçbirinin hayali önce bir işte tecrübe kazanmalıyım, iş hayatında bir şeyler yapıp kendimi geliştireyim değil. Herkes mezun olur olmaz iyi bir işte çalışacağını ya da daha yaygın olarak kendi işini yapacağını, çalıştığı yerde üç beş sene de ceo olacağını, çok iyi paralar kazanıp büyük evlerde yaşayıp, iyi arabalarla gezip, bol bol yurt dışı tatilleri yapacağını hayal ediyor. Tabii gönül ister ki herkesin hayali gerçek olsun. Ancak hayaller gerçekleşmeyince, hayatın gerçekleriyle karşılaşınca yıkımların derinliği artıyor. Evet hayal kurmak güzel, faydalı da ama gerçekleri de yok saymak pek akıllıca değil.
Medyanın ünlü insanları, ideal insanmış gibi göstermeleri, bir çok insanda bir gün ben de ünlü olmalıyım ve böyle yaşamalıyım fikrine yol açıyor. Aileler tarafından özel hissettirilen, özgüveni yüksek olan çocuklarda bu talebi uygunsuz bulmamız yanlış olur. Özel insanlar bunu hak eder. Çocuklar haklı!
Amerika'da üniversiteliler arasında yapılan bir araştırma bu gerçeği gözler önüne seriyor. Mezun olduktan sonra ne iş yapmak istersinizin cevapları enteresan ...İlk üç şöyle: Müzisyen, oyuncu, yönetmen...Diğerleri de yazar, şov programı sunucusu olarak devam ediyor. Ve okuduğu okulun hiçbir önemi olmaksızın bu cevaplar verilmiş. Bizde de durumun çok farklı olmadığını düşünüyorum, ne de olsa biz de küçük bir Amerika modeliyiz. Artık avukat, doktor, mühendis, hemşire olmak isteyen çocuklar yetişmiyor.
Bir çok ünlü narsistik eğilim sergilemekte (istisnalar hariç) ve bu iyi bir şeymiş gibi insanlara bir tepside sunulmakta. Bu gidişle başımız çok ağrıyacağa benzer. Bu konuya nereden mi geldim? Gazetede okuduğum bir haberden. Bir program jüriliğinden dolayı Özgü Namal'ı mercek altına almışlar ve bir psikologa danışmışlar, narsistik eğilim sergileyip sergilemediğini sormuşlar.Ve narsistik eğilimleri olduğu sonucuna varmışlar. İki ay önce bu konuyla ilgili okuduğum bir kitap da beni bu yazıyı yazmaya itti.
Şimdi soruyorum: Hangimiz narsistik eğilim sergilemiyoruz ki?
Bu kadar sen özelsin mesajı sunulurken, daha iyi eve, daha iyi arabaya layık olduğumuz vurgulanırken nasıl narsistleşmeyelim ki? Bu durumda Özgü Namal narsist mi? değil mi? diye tartışmak yersizleşiyor.
Narsistlik bize pek bir şey kazandırmıyor, her zaman önce ben dedikçe ilişkiler zedeleniyor, çokluk içinde yalnızlaşıyoruz. Çünkü; narsizmin boyutu arttıkça amaçlara ulaşmak için insanlar araç olarak kullanılmaya başlanıyor.
Kendimizi sevmeliyiz ama bunu bencilleşmeden, narsistik boyutlara taşımadan yapmalıyız. Her insan özel, her insan değerli, her birimizden bir tane var. Ve herkes her şeyin en iyisini hak ediyor.Ama bu kadar özel insan içinde ne kadar özel olabiliriz ki? Bunu da unutmamalı.


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

14 Ekim 2014 Salı

KAÇAK AYNA

Uzun yıllar, başkalarının yaptıklarından daha büyük bir şey yapmayı düşündüm. Bu ana kadar kısır güçbeğenirliliğimin arkasında sürüklendim, hep mucizeye, geleceğe umut bağlayarak. Artık yargılıyım, her şeyi tadıyorum. Tam anlamıyla yararsız olan varlığımı körelteceğim. Aynı gün yıllarıma ve yaşamıma son vereceğim. Buna kesin kararlıyım, kimse döndüremez beni bundan. Ben de başka biri için kendimi kurban edeceğim, ölümüm doğumum gibi boşa gitmiş olmayacak. İyi dinle, şimdi söyleyeceklerim seni ilgilendiriyor. Kendimi, senin yerine öldürüyorum, senin yaşamanı kurtarmak için kendi yaşamımdan vazgeçiyorum. Söylediğim gibi, sen umut bağladığım tek insansın. Son zamanlarda benim yapmadığımı senin yapmanı, benim olmadığım kişi olmanı istiyordum. Sende deha anları, deha tohumları, başkalarından daha derin, farklı belirtiler var. Sana umut bağlamıştım, hâlâ da bağlıyorum, her ne kadar ne söylediklerimi ne de beklediklerimi anlamaya istekli değilsen de. Bir süredir hoşuma gitmeyen bir yaşam sürüyorsun. Artık okumuyorsun, çalışmıyorsun, beni aramıyorsun. Budalalarla birlikte sürüye katıldın, yazdıkların soğuk, berbat şeyler; etkisiz, kahvelerle, salonlarla ilgili. Artık kırlık yerlere gittiğini görmüyorum; artık seni yalnız değil, vebadan kaçar gibi kaçman gereken insanlarla birlikte görüyorum. Artık kendin değilsin: Bütün tutkuların çürümüş kanallar gibi düştü; şaşmaktan çok kazanmayı düşünüyorsun, daha yükseklere çıkmaktan çok, halinin vaktinin iyi olmasına çabalıyorsun. Bugüne dek, sana böyle şeyleri hiç böylesine katı biçimde söylememiştim; bunları seni seven, ölmekte olan birinin sözleri gibi dinleyebilirsin. Bu nedenle, seni kurtarmak için son bir umarsız girişimde bulunmayı düşündüm. Ne olursa olsun, öbür gün ölmek zorundayım, ama senin için öldüğümü bilmeni istiyorum. Yaşama gereğinden çok bağlısın, kendini öldürme yürekliliğin yok. Bu son aylar geçtikten sonra, ne olduğunu, ne olmak istediğini bir kez daha düşünürsen, kendini öldürmen gerekir, ama bunu yapamayacağını biliyorum. Senin yerini ben alıyorum, günahlarını da ben yükleniyorum. Senin kendini unutmanın acıklı görünüşüne artık dayanamadığım için, yapman gereken ama göze alamadığın şeyi ben yapıyorum. Ölümümün, ruhun için büyük bir sarsıntı olacağı, ruhunun yeniden yüzeye çıkacağı, ölümüne dek özünü değiştireceği umuduyla öldürüyorum kendimi. Özveride bulunmaksızın, kan dökmeksizin hiçbir şey elde edilemez. Ben, senin uğruna kurban ediyorum kendimi; kanımı senin yücelmen için döküyorum. Ben de İsa gibi, otuz üç yaşında gönüllü olarak ölüme gidiyorum. O, bütün insanları kurtarmak için öldü; bense, Tanrı olmadığımdan, yalnızca bir insanı kurtarmak için ölüyorum. Benim özverimin onunkinden daha şanslı olacağını umalım. Belki de kendimi kandırıyorum, belki de sen çoktan ılımlılığın çamuruna öylesine batmışsındır ki, benim ölümümün etkisi, seni yeniden ayağa kaldıramayacak, gerçek kendini anımsatamayacak sana. Ama ben son dakikaya dek ummak istiyorum. Değer verdiğin bir insanın, seni böyle aşağılarda görmenin acısıyla, sana gerçek kendi yazgını vermek umuduyla kendini öldürdüğünü öğrendiğinde, belki de şu anda olduğu gibi gülümseyemeyeceksin artık. Şaka yapmıyorum. İki gün içinde şaka yapıp yapmadığımı ya da sana gerçekten de, bir insanın başka bir insana verebileceği en yüce sevgi kanıtını verip vermediğimi anlayacaksın. O ana dek hiç sözünü kesmemiştim, uzun söylemini sık sık elimde olmaksızın aptal aptal gülerek dinlemiştim. Ama ben de bir şey söylemek istiyordum. En ciddi anlarda bile mantığı unutamam.

Kaçan Ayna'dan alıntı...
Papini

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone



3 Ekim 2014 Cuma

KIRMA...

İncitirsin, kırarsın, dökersin, yaralarsın ve zannedersin ki bu yaptıkların bir gün sana aynı şekilde dönmeyecek... İşte bu büyük yanılgı! Ne verirsen, onu alırsın... Ve insan dilindekini söylemeden, harekete geçmeden önce iki kez düşünmeli!!! Korkmalı belki de yapacaklarından... Çünkü; bu hayatta her şeyin bir bedeli var! Bazı şeylerin bedeli de  zannedilenden daha ağır... Ya müfakatlandırılır ya da ödenmesi gerekenler fazlasıyla ödenir...


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone;)

YARALARA DAİR



Yaşlı ve çirkin bir tüccar; karşılığını parayla ödeyeceği zevk gecesi için olağanüstü güzel, ama taş kalpli bir hayat kadınına gitmiş... Sabaha karşı, yaşlı adamın uykuya dalmasını fırsat bilen genç kadın, soyguncu dostlarını çağırmış. Ne var ki tüccar, tilki uykusundan fırladığı gibi olanca gücüyle karşı koymaya, dövüşmeye başlamış. Haydutlar hem kalabalık, hem de işinin ehliymiş.Onu kolayca köşeye sıkıştırmışlar.
Ancak ne kadar vururlarsa, bu zayıf ve çirkin bedende yara açılmadığını, can alıcı darbelerin hiç iz bırakmadığını görmüşler...Bıçaklarını, kılıçlarını çekmişler... Ancak en keskin bıçak, en acımasız kılıç bile tüccara hiç bir şey yapamıyormuş.... Sonunda korkup kaçmışlar.... Dövüşü izleyen kadın, yaşlı adamın mucizevi gücünden etkilenmiş, bir kez daha -ama bu kez aşk adına- tüccarla sevişmek istemiş. Onu hayranlıkla, arzuyla, şefkatle okşamaya başlamış... Gel gelelim güzel kadının her dokunuşunda tüccarın bedeninde yeni bir yara beliriyormuş. Dövüşün, darbelerin, bıçakların, kılıçların açtığı yaralarmış bunlar... İçten bir ilgi ve şefkat görene dek gizli kalmışlar. Sonunda tüccar kanlar içinde kadının kollarına yığılmış, ölmüş....
Tam bu türden hayatlar yaşamıyor muyuz ?
Aşktan bunca korkmamız bu yüzden değil mi? Kimsenin kollarında yığılıp can vermek istemiyoruz. Çünkü zaten, her yanımız "kılıç yaralarıyla" dolu. Ama bir şekilde kapanmış, kabuk bağlanmış yaralar onlar.... Nasıl yapmışsak yapmışız üstesinden gelmişiz... Ama biri, kabuk tutmuş yaraları okşamaya başladığında, cırt diye açılıveriyor ve oluk oluk kanama başlıyor yeniden.... Birine teslim olduğumuzda, anlatmaya başladığımızda, içimizi döktüğümüzde bedenimiz ve ruhumuz kan içinde kalıveriyor....
O yüzden değil mi içimizi tutmamız? Birisine teslim olmaktan korkmamız? Ortalıkta tedirgin ve gergin dolanmamız? "Anlatsam mı, anlatmasam mı?" kararsızlığımız. "Bu sevgi beni acıtır mı?" kuşkularımız....
Her zaman seni üzecek birileri olacaktır. Yapman gereken insanlara güvenmeye devam etmek, kime iki defa güveneceğini iyi seçmek....

Gabriel Garcia Marquez


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

30 Eylül 2014 Salı

RÜZGAR



foto: Persephone Güncesi

Arzularım muayyen bir haddi aşınca
Ve kulaklar sözlerime sağırlaşınca
Bir ihtiras duyup vahşi maceralara
Çıkıyorum bulutları aşan dağlara.
Tanrıların başı gibi başları diktir,
Bu dağları saran sonsuz bir genişliktir,
Ben de katıp vücudumu bu genişliğe,
Bakıyorum aşağılarda kalan hiçliğe.

Bu dağların bir rakibi varsa rüzgardır.
Rüzgar burda tek başına bir hükümdardır.
Burda insan duman gibi genişler, büyür.
Bu dağlarda ıstıraplar, sevinçler büyür.
Buralarda her düşünce sona yakındır,
Burda her şey bizden uzak, ‘O’ na yakındır.
Burda yoktur insanların düşündükleri,
Rüzgar siler kafalardan küçüklükleri.
Yanağıma çarpar geniş kanatlarını,
Ve anlatır mabutların hayatlarını.
Arasıra kulağını bana verdi mi,
Ben de ona anlatırım kendi derdimi.

‘Ey dağların dertlerini dinleyen rüzgar!
Benim artık yalnız sana itimadım var.
Gelmiş gibi uzaktaki bir seyyareden
Yabancıyım bu gürültü dünyasına ben.
Etrafımın sözlerine aklım ermedi,
Etrafım da bana asla kulak vermedi.
Senelerden beri hala anlaşamadık,
Ben de kestim anlaşmaktan ümidi artık.
Gözlerimde hakikati sezen bir nurla
Etrafımı süzüyorum biraz gururla.

Bir dürbünün ters tarafı gibi bu dünya
En büyük şey, en asil şey küçülür burda.
Burda yalan para eden biricik iştir,
Burda her şey bir yapmacık, bir gösteriştir.
Kimi coşar din uğruna geberir, yalan!
Kimi gider vatan için can verir, yalan!
Bir filozof yetmiş eser yazar, yalandır;
Bir kahraman istibdadı ezer, yalandır.
Şairlerin büyük aşkı fani bir kızdır,
Bu dünyada herkes sinsi, herkes cılızdır.
Ne hakiki aşktan burda bir çakan vardır,
Ne de onu görse dönüp bir bakan vardır,
Her büyüklük cüzzam gibi dökülür burda,
En muazzam ölüm bile küçülür burda.

Benim kafam acayip bir dimağ taşıyor,
Her dakika insanlardan uzaklaşıyor.
Zaman zaman mağlup olsam bile etime,
İnsan olmak dokunuyor haysiyetime.
Büyük, temiz bir arkadaş arıyor ruhum,
İşte rüzgar, şimdi sana sığınıyorum!
Asaletin yeri yoktur gerçi hayatta,
En asil şey seni buldum kainatta,
Güneş gibi ne bin türlü ışığın vardır,
Ne de süse, gösterişe baktığın vardır.
Deniz gibi muamma yok derinliğinde,
Bir ferahlık, bir saflık var serinliğinde.
Bir dev gibi küçük, mızmız sesleri yersin,
Allah gibi görünmeden hüküm sürersin.

Düşmanıyım ben de cılız güzelliklerin,
Rüzgar! Bu dağ başlarında çırpınan serin
Kanatların gökyüzünde akan bir seldir,
Bana kudret ve cesaret veren bir eldir.
Beşerlikten uzaktayım senin ülkende,
Senin gibi azamete aşıkım ben de.
İşte Rüzgar! Senin gibi ben de deliyim.
Islıklarım senin gibi inlemelidir,
Herkes beni ürpererek dinlemelidir.
Rüzgar! Sana, yalnız sana benzemeliyim.'
Sabahattin Ali
(1931)

SEVGİ ve IŞIK'la kalın
Persephone


25 Ağustos 2014 Pazartesi

Yaşama Dair İnciler ve İncelikler

  • Kendini sev... Sev de, bunu narsistik boyutlara taşıma.  Unutma ki; kimse mükemmel ya da dört dörtlük değil... Hiç kimse bir ada değildir.
  • Empati yapmayı öğren. Kendi duygularını ne kadar önemsiyorsan, karşında ki insanların duygularını, ne hissettiklerini de o kadar önemse. Sonuçta toplumun parçasını oluşturan bir bireysin, dünya senin etrafında dönmüyor ve yalnız da yaşanmıyor. 
  • Yalan söyleme. Gün gelir kendi yalanlarına, senden başka kimse inanmaz olur.
  • Her söylenenin doğru olduğunu varsayma. Yanılırsın. Hayal kırıklıkların büyük olur.
  • Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol. Olmadığın biri gibi davranma, bir yerde tökezlersin. Net ol! Dürüst ol! Her şeyden önce kendin ol!
  • Sırrını vereceğin insanı doğru seç. Sırrını tutamayana ikinci bir şans tanıma, bir daha sırrını verme... Bunu yaparken sen de, sana verilen sırrı ölene kadar sakla.
  • Gözyaşların değerli, onu hak etmeyenler için boş yere akıtma... Unutma ki; gözyaşlarını hak edenler, zaten seni ağlatmayacak olanlardır.
  • Hak edene hak ettiği değeri ver. Hak ettikleri yerden daha yüksek bir yere koyup, hak ettiğinden daha fazla değer verip şımartma... Sonuçları katlanılmaz olabilir. Senin verdiğin değeri hak etmeyenlere, hayatında yer verme.
  • Yapılan haksızlıklara boyun eğme. Haklıyken, haksız duruma düşecek kadar haykırma. Unutma; bazen de susmak en büyük erdemdir.
  • Seni sevenlerin değerini bil. Güvenlerini yıkma... Sen sevmesen de, seni sevenlere saygı duy.
  • Hayatı sev. Başına gelen hiçbir şey için hayatı suçlama... Başına gelenlerin sorumlusu hayat değil. Unutma!
  • Seçimlerinden dolayı üzüntü duyabilir, hak etmediğin acılar çekebilirsin... Yalnız değilsin, bu herkesin başına geliyor. Başına gelen olayların mutlaka bir nedeni vardır. Alman gereken hayat dersini almayı bil. Asla mağduru oynama.  
  • Mutlu ol. Mutlu olmak herkesin hakkı... Sen mutlu olurken, başkalarını bencilliklerinle mutsuz etme. Sen mutlu olurken; çıkarların için diğer insanları mutsuz etmeye hakkın yok. 
  • Kimseyi incitme! Mevlana'nın şu sözlerini hatırla: '' Olur ya incinsen de incitme... İncitme! İncittiğin yerden incinirsin.'' 
  • Hayal kur, hayal kurmak güzeldir; insana enerji ve mutluluk verir... Ancak; hayal kurmayı abartıp hayal dünyasında yaşama... Yaşama dair hedeflerin gerçekçi olsun... 
  • İnsanlara dair beklentilerini yüksek tutma... Eğer birilerinden beklentin yüksek olacaksa kendinden olsun... 
  • Beğen ya da beğenme... Katıl ya da katılma insanların fikirlerini önemse, aklının bir köşesine yaz, gün gelir hiç ummadığın bir anda, hiç ummadığın bir yerde lazım olur.
  • Sevdiğin insanlar hayatından çıkabilir, kaybettiklerin için üzülme. Kazandığın insanların kıymetini bil. Aşık Veysel'in şu dizelerini hatırla: ''Sana verebileceğim çok bir şey yok aslında;  çay var içersen, ben var seversen, yol var gidersen.''   
  • Sevgi; ön koşullara bağlı değildir. İstek ve çıkarlar gözetilerek duyulan sevgi hiçbir zaman gerçek sevgi olmayacaktır. Koşulsuz sev. Sevgini koşullara bağlama. Uygun koşullara sahip olduğunu düşündüğün sevgi, hiç anlamadan tersine dönebilir.
  • Sev; her şeyi sev... SEVGİ ve korku dünyada ki en temel iki duygudur. SEVGİ; korkunun karşıtıdır... SEVGİ yüce bir duygudur...
  • Ne geçmişin hayaletleri ile yaşa ne de geleceğin hayalleri ile... Anı yaşa!!! Çünkü mutluluk anda varolur!!! Ne geçmişte... Ne gelecekte... Geleceğini yaratan da yaşadığın anlar değil mi? 


Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

23 Ağustos 2014 Cumartesi

Derler ya hani; 'zaman her şeyin ilacı...' Boş yere inanma! Zaman iyileştirmiyor açılan hiç bir derin yarayı...

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

17 Ağustos 2014 Pazar

Simav’ın Çığlığını Duyan Yok

17 Ağustos 1999'da yaşanan o korkunç depremde, deprem bölgesine gitmeyi çok istedim, ancak şartlar uygun olmadığı için gidemedim... Hep içime dert oldu, yaşanan acıları gördükçe acım iki katı artıyordu... Simav depremi sonrası, sevgili Vural abim ''kızım Simav'a gider misin? '' dedi. Nedenini, niçinini bile sormadım. ''Giderim,'' abi dedim... Hiç bir şey yapamasam da insanların dertlerine, acılarına ortak olmak istedim... Ve öyle de oldu...
Simav depremi sonrası; kuzenim İpek'le vurduk çantamızı sırtımıza, düştük Simav yollarına... İşte hikayemiz...


Simav'da çektiğim fotoğraf ve röportajlardan hazırladığımız videoyu izleyebilirsiniz....

Video için tık tık;)

Öncelikle Simav halkına bize kucak açtıkları ve sevgiyle karşıladıkları için Alim Ateş'e Simav yolculuğumuzda yol gösterici olduğu için... Simav yollarında beni yalnız bırakmayan kuzenim İpek Zeynep Köken'e keyifli yol arkadaşlığından dolayı... Beni bu konuda yüreklendiren canım abim Vural Şerifoğlu'na... Müziğiyle destek olan Gürol Ağırbaş'a sonsuz teşekkürler...



Hürriyet Pazar'da 2011 tarihinde çıkan yazımız;
Füsun Aneyzi - Vural Şerifoğlu 
Fotoğraflar: Füsun ANEYZİ
http://www.hurriyet.com.tr/pazar/18483305.asp?gid=59



19 Mayıs’ta, Simav’da 5.9 büyüklüğünde

bir deprem oldu. Geride bıraktığı hayatlar 

acımasızca sarsılmaya devam ediyor. 

Ama gündemde kendine yer bulamıyor. 

17 Ağustos Körfez Depremi’nin 12’nci yıldönümünden 

birkaç gün önce birilerinin Simav’daki 

depremzdelerin çığlığını duyması umuduyla...






Simav’a gelirken öfkeli yüzlerle karşılaşacağımızı düşünmüştük. Oysa gördüğümüz, tarifi güç bir ruh haliydi. Alim Ateş, Türk Telekom emeklisi. Simavlının sözcüsü gibi konuşuyor. Her gelene beyhude olduğunu bile bile bugüne kadar yaşananları anlatıyor:
“Kış bitince zorluklar biraz hafifler sanıyorduk. Soğuk hava bir dertti, şimdi sıcak ayrı bir dert. Yaşlısı da genci de dayanamıyor. Görüyorsun, birkaç ağaç gölgesi var sığınacak. Bu kadar insana hangi biri yeter? Gece çadıra girsen nefes alamazsın. Dışarıda yatarsın, sabaha kadar sivrisineklerle boğuşur, toz toprak olursun. Başımıza geldi, n’apalım, diyorduk. Ama devlet depremi öğrendi, bizi çaresiz bırakmaz, diyorduk. Çabuk unutulduk. Hadi ben emekliyim, üç kuruş maaşım var. Peki günlük siftahıyla yaşayan esnaf ne yapsın? Tek ziyaretçileri alacaklılar.”
Bu hızlı unutuluşun şaşkınlığı aslında çadırkentteki herkesin yüzüne yansımış. Beklentisi kalmamış insanlar toprağa serilmiş şiltelerin üzerinde sizi izliyor. Yine de her gördükleri yabancıya, seslerini duyurmaya aracı olur umuduyla yaklaşıyorlar. Yaşlı amcalar, teyzeler, “Dönünce derdimizi anlat evlat” diye ellerimize sarılyor. Utanıyoruz.
Bir başka yaşlı amca sık sık öksürükle kesilen kısık sesiyle anlatıyor: “Burada bin kişiye bir tuvalet düşüyor, baş edilir gibi değil. Zaten temiz çamaşırı, giysiyi unuttuk. Banyo için bizi belediye otobüsleriyle kaplıcaya taşıyorlar ama yaşlılar için bu da zor. Kış, yaşlıları kötü vurdu, hepsi halsiz düştü. Tuvalete zor gidiyorlar. Çocuklar kendilerini koruyamıyor. Doğru dürüst beslenemiyorlar zaten. Hepsinin rengi soldu. Eskisi gibi oyun oynayıp koşturamıyorlar. Halleri yok. Çadırlarda bütün gün yatıyorlar. Buradan hasta çıkacak hepsi.”

KİMSENİN UMURUNDA DEĞİLİZ KEŞKE DEPREMDE ÖLSEYDİK
Nimet Teyze’nin çadırına doğru yürüyoruz. Bir çeşmenin önündeki yalakta kirli bulaşıklar duruyor. Çocuklardan biri rengi kara sarıya dönmüş suyla oynuyor.
“Bugün çeşmenin suyu çok zayıf akıyor. Kusura bakmayın bulaşıkları yıkayamadık...” Nimet Teyze’ye cevap vermek istiyorum da ne denir? Bilemiyorum. Çadırın önündeki naylon örtüden içeri başımı uzatıyorum. Toprak zemine atılmış yataklarda iki çocuk derin bir uykuda. Çadırın içinden yüzüme doğru çarpan boğucu hava nefesimi kesiyor. Dayanılır gibi değil.
Nimet Teyze öğretmen emeklisi. “Kızımın eviydi” diyor. “Daha borcu vardı evin. Emekli ikramiyemi vermiştim. Çabuk ödeyelim diye dersanede çalıştım. Boşa gitti hepsi. Kiraya gidemeyiz, gelen bütün para banka borcuna gidiyor. Ev az, onların da kirası ödenecek gibi değil. 300 liralık evler 800 oldu. Bir de ev sahipleri depremzede olduğumuzu öğrenince yıllık kirayı peşin istiyor.”
Çocuklardan birinin ağlaması duyuluyor. Nimet Teyze içeri girdiğinde sözü donuk bakışlı kadınlardan biri alıyor: “Bu çadırlarda daha ne kadar yaşayabiliriz diye düşünürken bunu da kaybedeceğiz. Çadırları, gidin başka yerde kurun diyorlar. Buraya panayır kuracaklarmış. Görüntüyü bozuyoruz. Gözden uzak bir yere çekip gitmemizi istiyorlar.”
Çadırın önü giderek kalabalıklaşırken, öfkeli sesler konuşmaya içimizi acıtan hıçkırıklarla devam ediyor. “Burda can kaybı olmadı diye seviniyorduk ama galiba ilgi çekmek için can kaybı olması gerekiyormuş. Aslında buradaki çoğu kişi kısa sürede canını kaybedecek ama kimsenin umrunda olmayacak. Keşke depremde ölseydik!” Yaşlı amcalardan biri giriyor araya: “Öyle deme kızım, Allah büyük. Elbette bunun da bir çaresini bulunur.”

BİR TELEVİZYONU BİLE ÇOK GÖRDÜLER BİZE
Nimet Teyze çadırdan telaşla çıkıyor: “Emre çok ateşlenmiş. İçerisi çok sıcak, bir şilte atalım da dışarıda yatsın, hava alsın.” Kızlardan biri: “Bir bez ıslatıp getireyim, rahatlatır çocuğu” diyerek çeşmeye doğru koşuyor.
Alim Amca yorgun adımlarla yanımıza gelerek, “Hanımlar dertli değil mi?” diyor. “Canları çok sıkılıyor. Bir ara bir televizyon getirmişlerdi. Habercilere poz verdiler sonra onu da aldılar. İşi olanlar ilk günlerde belediyenin servisleriyle gidip geliyordu, sonra o servisleri de kaldırdılar. Çoğu kişi gidemediği için işinden çıkarıldı. Allah beterinden korusun diyoruz ama ne çare. Kış gelecek yine. TOKİ kışa evlerinizi yetiştiririz demişti ama daha hiçbir şeye başlanmadı. Nasıl olacak bilmem ki!”




SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone





LESVOS ADASI

Midilli
foto: Persephone Güncesi

Bu yıl tatil planıma Lesvos Adasını da ekledim... Aslında geçen yaz gitmek planımdaydı, ama kısmet bu yaz tatilineymiş... Neyse, geç olsun güç olmasın... :)))
Lesvos adası bizim bildiğimiz adıyla Midilli Adası; Girit ve Rodos adasından sonra Yunanistan'ın üçüncü büyük adası... Midilli adanın merkezi ve başkenti olduğu için adaya Midilli Adası demeyi tercih etmişiz...:) Lesvos adı ise ünlü Yunan kadın şair Sappho'dan gelmekte, Midilli'nin en büyük meydanının adı da Sappho...

şair sappho
  Ünlü Yunan Şair Sappho 
foto: Persephone Güncesi

Adanın merkezi olan Midilli de Ermou Caddesinde çeşitli hediyelik eşyalar, alış veriş yapabileceğiniz irili ufaklı dükkanlar bulabilirsiniz. Özellikle peynir dükkanları mutlaka uğranması gereken yerler arasında... Oldukça leziz peynirleri var.;)

ermou caddesi
Ermou Caddesi
foto: Persephone Güncesi

Ada merkezinde Osmanlı'dan kalma hamam ve harap halde bulunan camii ziyaret edebilirsiniz. Camii restore edilecekmiş, ancak ekonomik kriz nedeniyle şu an bu plan beklemede...

Çarşı Hamamı
foto: Persephone Güncesi

Yeni Camii
foto: Persephone Güncesi

Ada merkezinde dolaşırken gördüğüm bir kareden çok etkilendim. Bir binanın tadilatı sırasında ortaya çıkan Osmanlı'dan kalma maşallah yazısını, saygılarından dolayı muhafaza etmişler... Ya biz, biz olsak yunanlılardan kalma, onların kültürüne ait bir yazıyı tahrip etmeden dükkanımızın üzerinde kalmasına izin verirmiydik?
foto: Persephone Güncesi

Bir soluk almak istiyorsanız, Osmanlı'dan kalma Taş kahvede yunan kahvesi içilir...
Taş Kahve
foto: Persephone Güncesi

Lesvos adası iki büyük körfeze sahip Yera ve Kalonya... Yera körfezinde güzel manzara eşliğinde bir tavernada peynirli kabak çiçeği dolması ve sardalyanın tadına bakılmalı ve yanında uzo.;) Kalonya körfezi adanın en büyük körfezi ve adanın nefesi; burası büyük çam ormanlarına sahip bir bölge. Adanın tuz ihtiyacı bu bölgeden sağlanıyor. Flamingo cenneti olan bu körfezde on iki ay boyunca flamingo görmek mümkünmüş...

 Yera Körfezi
foto: Persephone Güncesi

Tatil benim için deniz, kum ve güneştir diyorsanız Molivos tam size göre... Güzel evleri, minik dükkanları, kafe ve tavernaları, gezmesi keyifli sokakları ve masmavi Petra sahili ile çok güzel zaman geçirebilirsiniz...
 Molivos
foto: Persephone Güncesi

Molivos
foto: Persephone Güncesi

Hem deniz, kum, güneş isterim hem de biraz tarih görmek isterim diyorsanız. Ayasos köyünde Meryem ana kilisesinde M.S 4. yy da Kudüs'te yapılmış, yapanlardan birinin Lucas olduğu bir ikona bulunmaka. Bu ikonanın mucizevi olduğuna inanılmakta. Ayrıca bu köy, kütüphanesi olan tek köy... Taşlaşmış ormanlar müzesi  görmeye değer... Volakanik patlamalar zamanında taşlaşmış ağaçlar meydana çıkartılarak oluşturulmuş, farklı bir müze... Adada bir çok kilise ve manastır bulunmakta, ancak mutlaka gidilmesi gerekenlerden biri mucizeleri ile ünlü kilise; Taksiyarhis Kilisesi... Bu kilise baş melek Mikail adına yapılmış... Bir rahip tarafından, ölen rahip arkadaşlarının kanından toprakla karıştırılarak yapılmış olan bir ikona bulunmakta...
taksiyarhis kilisesi
Taksiyarhis Kilisesi
foto: Persephone Güncesi
   
Lesvos Adasının en güzel yüzü ise insanları...
Adada insanlar huzurlu, mutlu ve güler yüzlü, burada surat asmaya utanıyorsun... Sahte, maske takmamış, dürüst ve güvenilir insanların arasında olmak büyük keyif... Herkes birbirine gülümsüyor ve birbirleriyle içten selamlaşıyor, kendinizi bu halktan biriymiş gibi hissediyorsunuz, kimseyi tanımanıza gerek yok herkes tanıdık zaten;) Her girdiğiniz dükkanda güler yüzlü, mutlu ve samimi bir şekilde karşılanıyorsunuz... Mutlaka yaşanması gereken bir duygu... Kendimi hiçbir yerde bu kadar huzurlu ve güvende hissetmemiştim... Adada hırsızlık, dolandırıcılık, sahtekarlık, tecavüz yok, kavga gürültü yok... Kimse kimseyi aldatmıyor, kandırmaya çalışmıyor... Kazıklanırmıyım acaba diye kafadan geçen sorular yok... Her şeyin üzerinde fiyatı yazıyor. İnsanlar evlerinin kapılarının üzerinde anahtarlarını bırakacak kadar birbirine güven duyuyor... O kadar ki adada bir tane hapishane var, orada da sadece mülteciler var.
Trafik yok... Evet yanlış okumadınız...:) Gerçekten trafik yok... :)
Trafik kazası yok... Bir tek motor kazaları oluyormuş, çünkü burada halkın çoğunluğu motor kullanıyor ve yollar çok virajlı...
Ve yapılan her bir ölümlü kaza yerine, ölenlerin yakınları tarafından simge olarak küçük kilisecikler yaptırıp koyuyorlar, burada kaza oldu dikkatli olun diye... Hem öleni anmak adına hem de bir uyarı...
Muhafazakar olmalarına karşın kadınlar giyimlerinde oldukça rahatlar ve yan gözle bakan, laf atan yok... Bu adada kadın değerli bir varlık ve kadınlara saygı sonsuz... Kadın ve erkek eşitliğinin gerçekten var olduğunu görmek muhteşem...
Yunanlı dostlarımızdan insanlık dersi almalıyız... Buna ihtiyacımız var...
Bu adada yaşayan bu güzel insanların arasında olmak istiyorum...  Ya da böylesi güzel insanların yaşadığı başka bir yerde... Çünkü; sıkıldım sahteliklerden, gerçek olmayan yüzlerden... Söylemleri ve yaptıkları birbirini tutmayanlardan...  Gitmeli, uzaklaşmalı buralardan, böylesi tuhaf insanlardan... İnsan olmayı ve insan kalmayı başarmış kişiler arasında yaşanmalı hayat... Sevgiyle, huzurla...
Bu adanın adı LESVOS değil HUZUR adası olmalı...
Belki bir gün buralarda yaşam kurmak düşünülmeli... Emekliliğimi Ege'ye kıyısı olan bir yerlerde geçireceğim kesin, bir ada olacağı da artık kesin gibi:)) Bakalım belki hayallerim bir gün gerçek olur.:))
Neden olmasın ki?;)


SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone;)