15 Mart 2013 Cuma

!!!

Plan yaparken veya karar alırken, iyi ruh halindeki kişiler daha geniş ve olumlu düşünmeye yönelten algısal bir eğilim gösterirler. Bunun bir nedeni de, belleğin ruh haline göre çalışmasıdır; yani kendimizi iyi hissettiğimiz bir sırada, işin iyi ve kötü yanlarını düşünürken bellek bizim verileri tarttığımız terazinin olumlu kefesine ağırlığını koyar ve örneğin, biraz maceracı ya da riskli bir şeyler yapabilmemizi kolaylaştırır.
Aynı nedenle, berbat bir ruh hali, belleği olumsuz yöne saptırarak bizi korkak, aşırı temkinli kararlar almaya yönlendirir. Kontrolden çıkmış duygular idraki engeller. Ancak kontrolden çıkmış duyguları hizaya sokabiliriz; işte bu duygusal yeterlilik tüm diğer zeka biçimlerinin işleyişini kolaylaştıran temel bir yetenektir. Umudun, iyimserliğinin yararlarını ve kişilerin kendilerini aştıkları o yücelme anlarını göz önünde bulunduralım...

Daniel Goleman
Duygusal Zeka Neden IQ'dan Daha Önemlidir?

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

13 Mart 2013 Çarşamba

Empati Nasıl Gelişiyor

Henüz dokuz aylık olan Hope, başka bir bebeğin düştüğünü gördüğü anda gözleri doluyor ve sanki canı acıyan kendisiymiş gibi annesinin kucağına tırmanıp rahatlatılmak istiyordu. On beş aylık Micheal ise, kendi ayısını ağlamakta olan arkadaşı Paul'e veriyor; ancak Paul'ün ağlamaya devam ettiğini görünce onu sakinleştiren battaniyesini bulup veriyordu. Bu küçük çaplı sempati ve ilgi gösterilerinin ikisi de, bu tür empati olaylarını kaydetmek üzere eğitilmiş anneler tarafından gözlemlenmiştir. İnceleme sonuçları, empatinin kökünün bebeklik dönemine kadar uzanabildiğini gösteriyordu. Neredeyse doğdukları günden itibaren, bebekler bir diğerinin ağladığını duymaktn rahatsız olur;  bazıları, bunu empatinin en erken örneği sayar.
Gelişim psikologları, bebeklerin henüz başkalarından ayrı bir varlık olduklarını tam olarak kavramadan, başkasının sıkıntısından rahatsız olduklarını saptamıştır. Doğumdan birkaç hafta sonra tepki veren bebekler, başka bir çocuğun gözyaşlarını görünce ağlarlar. Bir yaş civarında ise, sıkıntının kendilerinde değil de başkasında olduğunun farkına varırlar, ancak yine de bu duruma nasıl tepki göstereceklerini bilemezler. Örneğin, New York Üniversite'sinden Martin L. Hoffman'ın bir araştırmasında, bir yaşındaki bir çocuk ağlayan arkadaşını yatıştırması için, odada bulunan çocuğun annesini görmezden gelip kendi annesinin yanına getirmiştir. Aynı kafa karışıklığı, bir yaşındakilerin bir diğerinin sıkıntısını, belki de onun hissettiğini daha iyi anlayabilmek için taklit ettiğinde de yaşanır; örneğin bir bebek parmaklarını acıtmışsa, bir yaşındaki diğeri de kendi parmaklarını ağzına götürüp acıyıp acımadığına bakmıştır. Annesinin ağladığını gören bir bebek ise hiç gözyaşı olmadığı halde gözlerini silmiştir.
Motor mimikleme diye adlandırılan bu hareket taklidi aslında 1920'de Amerikalı psikolog E.B Titchener'in ilk kez kullandığı şekilde, empati sözcüğünün teknik anlamının özgün karşılığıdır.Bu kullanım, kelimenin Yunanca'dan İngilizce'ye geçişindeki anlamdan bir miktar farklıdır. Yunanca'da 'içini hissetme'' demek olan empatheia terimi, ilk kez estetik kuramcıları tarafından, 'diğerinin öznel deneyimini algılayabilme yeteneği' için Tichener'in kuramına göre, empati, başkasının sıkıntısını bir tür fiziksel taklit yoluyla aynı hislerin kişinin kendisinde uyandırılmasından kaynaklanmaktadır. Titchener, bir diğerinin genel anlamda sıkıntısını hissetmek anlamına gelen, ancak onun hissettiklerini paylaşmayı içermeyen kavramından farklı bir terim arıyordu.
Hareket taklidi, bebekler iki buçuk yaşına geldiklerinde davranış repartuarlarından silinir. O noktada, başkasının acısının kendilerininkinden farklı olduğunu anlar ve diğerini daha iyi rahatlatabilecek  hale gelirler. Bir annenin günlüğünden tipik bir olay:
Komşunun bebeği ağıyor... Jenny ona yaklaşıp bisküvi vermeyi deniyor. Peşinden dolanıp kendi kendine sızlanmaya başlıyor. Sonra onun saçını okşamaya çalışıyor ama öteki kendini geri çekiyor. Bebek yatışıyor ancak Jenny hala kaygılı görünüyor. Ona oyuncaklar getirmeye devam ederek, başını, omuzlarını hafifçe pat-patlıyor.
Gelişmelerin bu evresinde, çocuklar başkalarının duygusal rahatsızlıklarına gösterdikleri genel hassasiyet bakımından farklılaşmaya başlarlar; bazıları, Jenny gibi keskin bir duyarlılığa sahipken, bazıları ise umursamaz. Ulusal Ruh Sağlığı Ensitüsü'nden Marian Radke-Yarrow ve Carolyn Zahn Waxler'in yaptığı bir dizi araştırma, empatik ilgi farklarının büyük ölçüde ailelerin çocuklarını nasıl terbiye ettiklerine bağlı olduğunu göstermiştir. Davranışlarının karşı tarafı nasıl bir sıkıntıya soktuğuna dikkat çeken bir terbiye tarzı, yani 'yaramazlık yaptın' yerine 'bak onu nasıl üzdün' denmesi, çocuklara daha fazla empati kazandırıyordu. Araştırmacılara göre, çocuklardaki empatiyi şekillendiren bir diğer etken, biri sıkıntıdayken diğerlerinin ona nasıl yaklaştığını görmesiydi; özellikle sıkıntıda olan kişilere yardımcı olmak konusunda, çocuklar gördüklerini taklit ederek empatik tepki repertuarlarını geliştiriyorlardı.

Daniel Goleman
Dugusal Zeka Neden IQ'dan daha önemlidir?



Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

11 Mart 2013 Pazartesi

Empatinin Kökleri

Gary birçok aleksitimik gibi, içgörü ve empatiden yoksundu. Ellen kendini kötü hissettiğini belirttiğinde, buna anlayış gösteremiyor; aşktan söz ettiğinde ise konuyu değiştiriyordu. Ellen'a 'yapıcı' eleştirilerde bulunduğunda, onun bunları bir yardım olarak değil, bir saldırı olarak algıladığını farketmiyordu.
Empatinin kökeni özbilinçtir; duygularımıza ne kadar açıksak, hisleri okumayı o kadar iyi beceririz. Gary gibi, kendisinin ne hissettiği hakkında hiçbir fikri olmayanlar, çevrelerindeki kişilerin ne hissettiğini anlamaktan acizdirler. Bu kişi tonlara karşı sağırdır. İnsanların söz ve hareketlerinin dokusunu oluşturan duygusal notalar ve akorların-ses tonunun, duruş değişikliğinin, çok şey ifade eden sessizliklerinin, her şeyi açığa vuran bir titremenin-farkına varamazlar.
Kendilerinin ne hissettikleri konusunda kafası karışık olan aleksitimikler, başkaları hislerini onlarla paylaştığında da aynı şekilde bir karmaşa yaşarlar. Başkalarının ne hissettiğini kaydedememek duygusal zeka bakımından büyük bir eksiklik, insan olmak anlamında da trajik bir başarısızlıktır. Çünkü ilginin, şefkatin kökü olan duygusal ahenk, empati yetisinden kaynaklanır.
Bu yeti-başka birinin ne hissettiğini bilme-satıcılık ve yöneticilikten gönül ilişkileri ve ebeveynliğe, insanların acılarını paylaşmaktan siyasal etkinliğe kadar uzanan pek çok farklı alanda karşımıza çıkar. Empati eksikliği de oldukça önemli bir göstergedir. Bu eksiklik suç işleyen psikopatlarda, ırz düşmanlarında, çocuklara sarkıntılık yapan tiplerde görülür.
İnsanlar nadiren duygulaırını kelimelere döker; çoğu kez başka ipuçları verirler. Başkasının ne hissettiğini sezebilmenin anahtarı, ses tonu, mimikler, jestler, yüz ifadesi ve benzeri türden sözsüz ifadeleri okuyabilmektir. İnsanların sözsüz mesajları okuyabilme yeteneği üzerine yapılmış belki de en kapsamlı araştırma, Harvardlı Psikolog Robert Rosenthal ve öğrencilerininkidir. Rosenthal PONS (Profile of Nonverbal Sensitivity) adı altında, nefretle analık sevgisi arasında değişen çeşitli duygularını ifade ettiği bir dizi video kasetten oluşan bir empati testi geliştirmiştir. Kasetteki sahneler kıskançlık öfkesinden af dilemeye, bir minnettarlık gösterisinden birini baştan çıkarmaya kadar açılan bir yelpazeye yayılmaktadır. Kasetler, her sahnelemede daha  fazla sözsüz iletişim kanalı sistematik olarak silinerek düzenlenmiştir; örneğin sözlerin anlaşılmaz hale getirilmesine ek olarak, bazı sahnelerde yüz ifadesi hariç diğer tüm ipuçları yok edilmiş, bazılarında ise ana sözsüz iletişim kanalları aracılığıyla sadece vücut haraketleri gösterilerek ve benzeri yöntemlerle, izleyiciler duyguyu şu veya bu şekilde sunulmuş olan belirli bir sözsüz ipucundan algılamak durumunda bırakılmıştır.
Amerika ve ayrıca onsekiz ülkede yedi binden fazla kişiye uygulanan testlerde, sözsüz işaretlerden duyguları okuyabilme üstünlüğüne sahip olanların; duygusal bakımdan daha dengeli, daha popüler, daha dışa dönük ve de beklenileceği gibi-daha duyarlı oldukları görülmüştür. Genel olarak kadınlar bu tür empati konusunda erkeklerden daha başarılıdır. Kırk beş dakikalık test sırasında, iyileşen bir performans gösterenlerin -bu, empati becerilerini sonradan edinebilecek yeteneğe sahip olduklarının işaretidir -karşı cinsle ilişkilerinin de daha iyi olduğu görülmüştür. Empatinin romantizme katkıda bulunduğunu öğrenmek, şaşırtıcı olmasa gerekir.
Duygusal zekanın diğer öğeleriyle ilgili bulgulara da uygun olarak, empatik duyarlılığın bu ölçümüyle, SAT, IQ ve diğer akademik başarı testi ölçümleri arasında sadece rastlantısal bir ilişki bulunmuştur. Empatinin akademik zekadan bağımsız olduğu, PONS'un çocuklara uyarlanmış şekliyle yapılan testlerde de görülmüştür. 1011 çocuğa uygulanan testler, sözsüz duygu iletişimini okuyabilme becerisine sahip olanların, okullarında en popüler, duygusal açıdan en dengeli çocuklar olduğunu göstermiştir. Bu çocukların derslerde ki başarısı da, sözsüz duygusal mesajları okumakta daha beceriksiz olanlardan daha yüksek bir IQ ortalamasına sahip olmadıkları halde, daha yüksekti; buradan empati yeteneğini geliştirmenin, çocukların sınıfta etkili olmasını kolaylaştırdığı sonucunu çıkarabiliriz.
Akılcı zihin sözcüklerle ifade bulur, duyguların tarzı ise sözsüzdür. Bir kişinin sözleri; ses tonu, el-kol hareketleri veya diğer sözsüz kanallardan ifade edilenlerle çelişiyorsa, duygusal gerçek ne söylediğinde değil, nasıl söylediğinde saklıdır. İletişim araştırmalarında kullanılan bir parmak hesabına göre, duygusal mesajların yüzde doksanı ya da daha fazlası sözsüzdür. Bu tür mesajların-birinin sesindeki kaygı, bir el-kol hareketindeki çabukluğun taşıdığı rahatsızlık hissi gibi -hemen hepsinin mesajın niteliğine özel bir dikkat göstermeksizin sadece zımnen algılamak ve tepki vermek yoluyla bilinçaltında kavrandığı görülmüştür. Bunu iyi ya da kötü yapmamıza yol açan becerilerin birçoğu da böyle zımnen öğrenilmektedir...

Daniel Goleman
Duygusal Zeka Neden IQ'dan Daha Önemlidir?

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

10 Mart 2013 Pazar

Aşk Üzerine Söylenmemiş Her Şey

Yüzyıllardır aşk üzerine yazılmış, çizilmiş. Filmlere, kitaplara, şiirlere, araştırmalara konu olmuş. Nedir ki insanoğlunun aşka olan bu merakı?
Açıkçası ben de merak ettim. Dedim kendi kendime herkes bir şeyler yazmış aşk üzerine, benim ne eksiğim var, haddim olmasa da ben de karalıyım bir şeyler, belki bir okuyan bulurum..
Tabii atıp tutmakla olmaz, biraz araştırma yapmak lazım, konun derinlerine inmek gerekir.. Bilim ilim önemli... Yapılan çalışmalara göz atmak şart! Dolu atıp, dolu tutmak lazım... Bana yakışanı da bu... Bakalım aşk üzerine araştırmacılar neler bulmuş, neler demiş...
Tarihe baktığımızda sevgi kuramının kurucusu Psikanalist Erich Fromm'dur. Fromm sevgiyi; insanlığın sorunlarına bir yanıt olarak, kişideki aktif ve yaratıcı gücün kaynağı bir enerji olarak ve bu söz konusu yaratıcılıkla sevmeyi de bir sanat olarak tanımlar.
Sevginin türlerine ilişkin ilk psikiyatri dalında çalışma Sigmund Freud tarafından yapılmıştır. Freud, sevginin her türlüsünün kaynağının cinsellik olduğunu öne sürer. Bu görüşüyle çok büyük eleştirilere maruz kalsa da, biyolojik olarak sevginin, hormonlar ya da kimyasallar bakımından cinsellikten başka bir kanyağı yoktur. Freud'a göre sevginin bütün diğer türleri (aile sevgisi, tanrı sevgisi) uygarlıkla gelişen yüceltmelerin sonucudur ve cinsellikten türemiştir. Bu konuda özellikle yerli kültlerindeki totem-tabu anlayışı üzerinde durarak inceleme yapar.
Her ne kadar Sigmund Freud ve Carl Rogers gibi ünlü isimler aşkın/sevginin insan deneyimi için çok önemli olduğunu vurgulamış olsa da, 1970’lere kadar açık bir tanım yapmaya teşebbüs edilmedi. Bunun nedenlerinden biri, aşkın toplumsal olarak özel ve hassas bir duygu olarak algılanmasıydı. Başka bir deyişle insanlar, işin içine bilimi sokunca büyünün bozulacağından korkmaktaydı. Bir diğer neden ise diğer tüm duygular gibi aşkın da subjektif bir deneyim oluşu nedeniyle tanımında bir konsensusa varılmasındaki zorluktu. Bir konuyu, kavramı herkes farklı anlıyor ise; bu konuda araştırma yapmak büyük ölçüde anlamsız olur. Zira, herkes farklı bir şeyi ölçmüş olabilir ve nihayetinde bir bilgi birikimine ulaşılamaz. (Livermore, 1993)
1970’lerde Amerika’da artmaya başlayan boşanma oranları ‘aşkın kutsallığı’ndan kaynaklı engeli ortadan kaldırmaya başladı. İnsanlar aşk bittiği için evliliklerini sonlandırıyorlardı. Aşk konusu artık dokunulmaması gereken bir konu olmaktan çıkıyordu. Bu nedenle araştırmacılar da bu alana odaklanmaya başladılar. Günümüzde aşk üzerine yazılmış yüzlerce makale bulunmaktadır. (Livermore, 1993)
Yapılan araştırmalar sonucunda pek çok psikolog aşka ilişkin farklı teoriler geliştirdi. Bu teorilerin bir kısmı aşkın türleri üzerineydi. Bunlardan en popüler olanlarından biri Hendrick ve Hendrick’in (1989) teorisidir. Buna göre 6 çeşit aşk vardır (Djikic & Oatley, 2004’de yer aldığı şekliyle):
 1. Eros: Tutkulu aşk diyebileceğimiz, ilişkide tatminle ve ilişkinin sürmesiyle doğrudan bağlantılı olduğu düşünülen bir aşk tipidir. Eros tipi aşıklar ilişkide risk almaya, kendilerini olduğu gibi ilişkilerine adamaya meyillidirler. Bu nedenle güçlü bir egoya sahip olmaları gerekir.
2. Ludus: Aşkı iki kişi arasında oynanan bir oyun olarak görür. Ve bu oyunun kuralları arasında monogami kesinlikle yoktur. Bu tür âşıklar için ilişkiler pek derin bir anlam taşımaz. Bu nedenle bu tip, ilişki tatminiyle ters orantı içindedir.
3. Storge: Ayakları yere basan bir aşk tipidir. Midedeki kelebeklerden çok arkadaşlığa önem verir. Bu nedenle gelişmesi, Eros’un tersine, zamana ihtiyaç duyar.
4. Pragma: Aşka büyük ölçüde mantıksal olarak yaklaşır. Önemli olan, karşıdaki insanın nitelikleridir. Bu aşık tipleri için en önemli olan şey kafalarında tasarladıkları insanı bulabilmektir. Tutku gibi Eros’u hatırlatan özelliklere odaklanmazlar. Pragma tipi aşk, uzun süreli ilişkilerde tatmin ile ilişkilidir.
5. Mania: Bağımlı aşık tipine işaret eder. Özgüveni genelde düşük olduğundan karşıdaki insana büyük ölçüde bağımlılık geliştirir (bağlılık değil, bağımlılık!). Bu aşıklar ilişkide duygusal açılıma çok açıktırlar. Mania tipi, ilişki tatminiyle ters orantılıdır.
6. Agape: Karşılık beklemeyen, taleplerde bulunmayan aşık tipidir. Sadakat, özgecilik, idealizm gibi kavramlarla özdeşleştirilir. Partnerini kendisinin önüne koyar. “O mutlu olmadıkça ben mutlu olamam” ya da “O acı çekeceğine ben çekeyim daha iyi” gibi düşünce yapıları bu aşık tipine örnek gösterilebilir.
Bu teori üzerine yapılan araştırmalar, partnerlerin özellikle Eros, Storge, Mania ve Agape tiplerinde uyumlu olduklarını göstermiş (Livermore, 1993).
Aşk kimyamızı değiştiriyor mu?
Aşık olan kişiler; kalbin daha hızlı çarpması, yüzün kızarması ve ellerin terlemesi gibi tepkiler verir. Bu durumdan, vücutta salgılanan dopamin, noradrenalin ve feniletilamin sorumludur. Yoğun mutluluk, yoksunluk ve bağımlılıkta önemli rol oynayan dopamin aynı zamanda madde ve bazı ilaç bağımlılıklarında da etkili bir hormondur. Noradrenalin adrenaline benzer. Adeta ayakları yerden keser ve kalp çarpıntısına neden olup heyecan yaratır. Aynı zamanda dikkat, kısa süreli hafıza, hiperaktivite, uykusuzluk ve hedefe yönelik davranıştan sorumludur. Yüksek dopamin seviyeleri noradrenalin ile ilişkilidir.
Dopamin ve Noradrenalin Karışımından Aşk İksiri
Aşk üzerine araştırmalar yapan Rutgers Üniversitesi Antropoloji Uzmanı Helen Fisher, bu iki hormonun birlikte salgılanmasının sevinç, yoğun enerji, uykusuzluk, yoksunluk, iştah azalması ve artmış dikkate neden olduğunu belirtiyor. Aşık olunduğunda vücut bu hormonlardan oluşan “aşk iksirini” salgılamaya başlıyor. Helen Fisher ve ekibinin gerçekleştirdiği fonksiyonel beyin görüntüleme çalışmalarında, aşık olunan kişinin fotoğrafına bakıldığı anda yapılan çekimlerde, dopamin reseptöründen zengin beyin bölgelerinde kanlanma artışının olduğu saptanmıştır.
Aşıkların Beyni Obsesif Kompulsifler Gibi
University College London araştırmacıları tarafından yapılan bir çalışmada, aşık olan insanların beyninde mutluluk hormonu olarak bilinen serotoninin azaldığı ortaya çıkmış. Bulunan düşük serotonin hormonu seviyeleri, obsesif kompulsif (tekrar eden takıntılı davranış) bozukluk sergileyen hastalarda ortaya konan serotonin eksikliği ile benzerlik gösterdiğinden kişi, aşık olduğu insanı aklından çıkaramıyor.
Bağlanmadan Sorumlu Hormonlar Bile Var
Oksitosin ve vazopressin hormonları özellikle bağlanma ile ilişkili hormonlardır ve aşktaki bağlanmadan sorumludurlar. University of California, San Francisco´da yapılmış bir araştırmaya göre oksitosin hormonu, diğer insanlarla sağlıklı ilişki kurmak ve sürdürebilmek için gerekir. Orgazm sırasında salgılanır ve duygusal bir bağın kurulmasını sağlar. Aynı zamanda doğum sırasında ve emzirme döneminde de salgılanır. Doğum eylemindeki kasılmalar oksitosin hormonu olmazsa başlamaz. Diğer bir deyişle bu hormon doğumda bebeği önce anneden ayıran ancak doğum sonrası tekrar anneye bağlayan hormondur. Doğumlardan sonra rastlanan olası bebek reddini ortadan kaldırır. Emzirme sırasında da süt kanallarının daha iyi kasılmasını ve bebeğin daha kolay emmesini sağlar.
Vazopressin hormonu erkeklerde sosyal davranıştan özellikle de başka erkeklere gösterilen saldırganlıktan sorumludur ayrıca, uzun süreli ve tek eşli ilişki ile ilişkilidir. Bu iki hormon konsantrasyonu yoğun romantik bağlanmada, eşleşme sırasında ve seks yapıldığında yükselir.
Aşkın Ömrü Ne Kadar?
Aşkın ömrü üzerine tartışmalar uzun süredir devam ediyor. Ancak bilinen gerçek şu ki, tutkulu aşk zaman içinde azalıyor. Yapılan bilimsel araştırmalarda aşkın ömrünün 2-3 yıl olduğu saptanmış. İlişki süresince aşk için gerekli olan dopamin, noradrenalin ve feniletamin gittikçe azalıyor. Aşık olunan kişinin hataları birdenbire görülmeye başlıyor. Aslında aşık olunan insan değişmiyor ancak aşık olan kişi mantık çerçevesinde değerlendirmeye başlıyor. Bu durumda iki seçenek çıkıyor kişinin karşısına; aşkınız bitiyor ya da sağlam bir ilişki haline dönüşüyor. Eğer ilişki devam ederse endorfinler devreye giriyor ve huzur, güven gibi duygular ilişkiye ekleniyor. Seksle beraber oksitosinin salınması ile doyum ve bağlanma gerçekleşiyor.
Kime Aşık Olacağımızı Nasıl Seçiyoruz?
Yapılan bilimsel araştırmalara göre aslında kişiler eşlerini de kendisine benzeyen kişilerden seçiyor. İskoçya’da University of St. Andrews’da yapılan bir çalışmanın sonucuna göre, eş seçimi ile ilgili yapılan testlerde kişilerin, kendilerine gösterilen portre fotoğraflarından, genellikle kendilerine benzeyenleri seçme eğiliminde olduğu saptanmış. Görünüşte olduğu gibi kişilik seçiminde de birey, kendine geçmişi hatırlatan kişileri tercih ediliyor.
Aşk Niye Acı Veriyor?
İlişki istendiği gibi gitmediğinde hayat kabusa dönebiliyor. Pek çok kişi hayatının bir döneminde sevdiği kişi tarafından reddedilme durumuyla karşılaşabiliyor. Özellikle geçmişinde büyük kayıplar yaşamış kişiler ayrılığa karşı daha duyarlı ve savunmasız olabiliyor. Bu gibi durumlarda genel olarak kişide; umutsuzluk, öfke gibi duygular oluşuyor. Yalnızlık korkusu, karamsarlık, hayatı yaşamaya değer bulmama, hayatın anlamsızlığı düşünülüyor. Evden dışarı çıkmama, günlük hayatın aksaması gibi durumlarla karşılaşılabiliyor. Derin bir acı yaşanıyor. Ölüm düşünceleri, intihara eğilime kadar giden depresyon görülebiliyor.
Aşk Sadece Duygu Mu?
Erken dönemde aşkın dopaminle ilişkili olduğu düşünüldüğünde, aşkın yalın bir duygudan öte bir şey olduğu anlaşılıyor. Aşk, aşık olunan kişinin peşinden sürüklenmeye, sadece onu düşünmeye ve ona odaklanmaya iten güçlü bir “dürtü”. Bugüne kadar aşk adına yapılmış resim, tiyatro oyunu, edebi eserlere bakıldığında aşkın basit bir duygudan öte tüm yaşamı peşinden sürükleyen güçlü bir arzu olduğu görülüyor. Evrimsel yönden düşünüldüğünde ise soy ve yaşam devamlılığını sağlayan itici bir kuvvet olduğu düşünülüyor. Tabii bu kadar güçlü bir itici kuvvetin karşısında durmak akıntıya tek dalla karşı gelmeye benziyor.
Yukarıda yazılanlar aşka ışık tutmak adına yapılmış araştırmalar, kanıta dayalı tıpın bize sunmuş olduğu veriler... Bunlar benim erişebildiğim çalışmalar, sizin de bildiğiniz, bulduğunuz çalışmalar, yayınlar varsa ve benimle paylaşırsanız mutlu olurum.
Bana göre ise aşk; aynı anda aynı noktaya bakıp, aynı şeyleri görüp, aynı şeyleri düşünebiliyorsan  işte o aşktır. Aynı gecede, aynı anda, gördüğün aynı rüyadır. Eğer kendimiz olamıyor, kendimiz gibi davranamıyorsak, gururu, onuru bir kenara bırakmışsak bu aşkın havada yarattığı büyüdür...    
Aşk çılgınlıktır, sen sen olmaktan çıkma halidir... Aşk mutasyondur... Aşk yakar, kavurur...Aşk yarası kılıç yarası gibidir, kalpte izi kalır...
Aşk bir çınar ağacının altında el ele oturup, birbirinin gözünün içine bakmak değildir. Bu tip aşklara ben yeni nesil aşklar diyorum...
Aşk başta iki kişiliktir ve sonunda tek olarak var olmak için iki kişiye ihtiyaç duyulur. Tek taraflı aşk, aşk değildir. Tek taraflı aşk, kendini bulamama durumudur. Mutsuz aşkların tarihine de baktığımızda, tek taraflı aşk değil, kavuşamama, erişememe hali söz konusudur...  
University College London araştırmacılarının yapmış olduğu çalışma Aragon'un ünlü sözü "Mutlu Aşk Yoktur''u mu doğrulamakta? bilemiyorum ama tarihte bütün yazılı aşk hikayelerinin üzerinde de kara bulutlar var... Kerem ile Aslı, Leylâ ve Mecnûn, Tahir ile Zühre, Romeo ve Jülyet daha bir çok hikaye... Bunlar benim ilk aklıma gelenler, sizin de aklınıza gelenler varsa, siz de yazın yorumlara.
Aragon '''Mutlu Aşk Yoktur'' derken kafasından ne geçiyordu bilemiyorum ama, ben bu kadar karamsar bakmıyorum bakamıyorum, belki de gerçek olan mutlu aşkın yazılı tarihi olmamasıdır...


Sevgi ve ışıkla kalın
Persephone



Olmadığını Olmaya Çalışmak

Olmadığını olmaya çalışmak çok fazla çaba gerektirir ve insanı tüketir. Oysa ki; kendin olmak en basit ve kolay yoldur. Hiç bir çaba gerektirmez...


Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone

7 Mart 2013 Perşembe

Huzur bulasın diye,
Bugün özgür bıraktım seni ruhum,
Benden çok uzaklara giderken,
Arkandan el salladım mutluluğa uzanışına,
Yolun açık olsun,uğurlar ola...

Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone


Önce Duygular, Sonra Düşünceler

Akılcı zihnin kaydetmesi ve karşılık vermesi duygusal zihinden bir ya da iki dakika daha uzun sürdüğünden, duygusal bir durumda 'ilk dürtü' kafadan değil, kalpten gelir. Hızlı tepkiden daha yavaş ikinci bir tür duygusal tepki de, hissedilmeden önce düşüncelerimizde için için kaynayıp olgunlaşırr. Duyguları uyandırmaya yönelen bu ikinci yol daha fazla düşüncelerden kaynaklanır ve biz de düşüncelerin genellikle farkında oluruz. Bu tür bir duygusal tepkide daha uzun süreli bir değerlendirme vardır; düşüncelerimiz -biliş-hangi duyguların uyandırılacağını belirlemekte başrolü oynar. Bir kez bir değerlendirme yaptığımızda -'bu taksi şöförü beni kandırıyor' ya da 'bu bebek çok sevimli' -arkasından bunlara uygun bir duygusal tepki gelir.Bu daha yavaş sıralamada,daha tam olarak ifade edilen düşünce duygudan önce gelir. Mahcubiyet ya da yaklaşmakta olan bir sınavın heyecanı gibi daha karmaşık duygular, bu daha yavaş yolu takip eder ve açılımları saniyeler ya da dakikalar alır, bunlar düşüncelerden çıkan duygulardır.
Buna karşılık, hızlı tepki sıralamasında duygular düşünceden ya önce ya da onunla ayn anda gerçekleşir. Hızla ateşlenen bu duygusal tepki, ilkel ölüm kalım mücadelesi gibi acil durumlarda bize hakim olur. Bu tür hızlı kararların gücü, bir acil duruma karşılık vermemiz için bizi anında harekete geçirmesinde yatar. En yoğun duygularımız irade dışı tepkilerdir; ne zaman patlayacaklarına karar veremeyiz. Stendhall'ın yazdığı gibi, 'Aşk iradeden bağımsız olarak gelip geçen bir humma nöbeti gibidir.'  Sadece aşk değil, öfke ve korkularımız da çevremizi sararak, bizim seçimimiz olmaktan çok, bize olan bir şey gibi görünürler. Bu nedenle elimize bir mazeret verirler. Gerçek şu ki, sahip olduğumuz duyguları seçemiyoruz, diyor Ekman. Bu da insanlara, duygularının esiri olduğunu söyleyerek hareketlerini mazur gösterme fırsatı verir.
Anında algılama ve değerlendirici düşünce aracılığıyla duyguya giden hızlı ve yavaş yollar olduğu gibi, ayrıca çağrılarak gelen duygular da vardır. Bunun bir örneği, bir aktörün meslek icabı yaptığı kasten oynanan hislerdir; istenilen etkiyi yaratmak için bilerek kullanılan üzücü anların yol açtığı gözyaşları gibi. Aktörler, doğal olarak duyguya giden ikinci yol olan düşünme yoluyla hissetmeyi bilerek kullanmakta, hepimizden daha beceriklidir. Belli bir düşüncenin uyandıracağı belirli duyguları kolayca değiştirmesek de, çoğu zaman ne düşüneceğimizi seçebilir ve seçeriz de. Erotik fantezinin cinsel duygulara yol açması gibi,mutlu anılar bizi neşelendirir, melankolik düşünceler derinlere dalmamıza neden olur.
Ancak akılcı zihin, genellikle hangi duygulara sahip olmamız gerktiğine karar veremez. Bunun yerine duygularımız bize çoğu zaman oldu-bitti şeklinde gelir. Akılcı zihin, normalde bu tepkilerin seyrini kontrol edebilir. Birkaç istisna bir yana,ne zaman kızgın, üzgün vb. olacağımıza karar veremeyiz...


Daniel Goleman
Duygusal Zeka Neden IQ'dan Daha Önemlidir?


Sevgi ve ışıkla kalın...
Persephone